Paylaş
Gardıroptaki kıyafetler bir başkasına ait sanki. Ben ve yağlarım eşofmandan başka bir giysinin içine sığamıyoruz ama mutsuz da değiliz sanki? İnsan yavaş kilo alınca nasıl göründüğünün farkında olmuyor. Eskisinden farklı düşünmüyorsun kendini, ta ki sokakta yürürken bir mağazanın camında kendi yansımana bakıp “Ne olmuş böyle, bu kim?“ diyene kadar.
Tabii “kendi görüntüne şaşırma” kısmı sağlık tarafının yanında pek de önemli değil. Tek dert üzerime aldığım 15 kilo ve aynadaki yansıma olsa.
Sabahları uyandığımda bacağımın üzerine basamıyorum, vücuttaki bir takım kaynağını bulamadığım dengesizlikler beni doktordan doktora savuruyor.
Bana söyleyecekleri sözleri asla tahmin edemezdim, zira daha önce yaşadığım bir durum değil.
Farklı alanlarda doktorlar, vücudun farklı işlevlerinde arıza var ama hepsinin söylediği aynı:
Kilo vermek zorundasın. Bu yaşta “sağlık için kilo vermek zorundasın” sözünü duyacağım aklıma gelmezdi. Sabahları “Ay ay ay, bacağım, bacağım” diye kalkacağım, seke seke yürüyeceğim ve en az yarım saat sonra kendime geleceğimi ölsem tahmin edemezdim. Önce güvendiğim bir diyetisyenin kapısını aşındırdım. 2,5 aydır ne derse onu yapıyorum. Arada kaçamaklarım oldu, kilom durdu, kimi zaman az, kimi zaman çok verdim fakat yeni beslenme düzenini bir “irade savaşı” olarak gördükten sonra bu durum kaçınılmaz. Sonra işin bir “irade savaşı” olmadığını anlıyorsun. Zamanla, eskiden ne oluyordu, anlamaya başlıyorsun.
Vücudunu, ihtiyacından çok daha fazla beslemişsin. Aslında istemiyorsun o kadar yemeyi ama aklın sana başka şey söylüyor.
Yemek yemeyi “kendini ödüllendirmek” olarak görenler olduğu kadar, üzüldüğü zaman çareyi buzdolabına arayanlar da bu vaziyette.
Gerekenin 3-4 katı yemekle boğuşuyor vücut. Düşünün, sadece günde bir avuç çamfıstığını fazladan yiyerek kendinizi bir sene içinde
şişmanlatabilecekken, bunun 3-4 katını yaparak vücudumuza eziyet çektiriyoruz. Düzenli ve sağlıklı yemek rutini oturdukça psikolojik açlığı, hormon dalgalanmalarının yarattığı etkiyi, hepsini görüyorsun. Aslında “çok açım” dediğin zamanlarda bile aç olmadığını fark ediyorsun. Bu işin beslenme kısmı.
Kanepenin üzerinde oturup düzenli beslenmeyle olmuyor sadece. Hareket etmek lazım.
Koşamayan insandım
Bana “Dünya üzerinde asla koşamayan insan kimdir?” diye sorsanız, size gönül rahatlığıyla “Melike’dir” yanıtını veririm.
Ben yürüyüş insanıyım kardeşim. Yürü de, Türkiye’yı baştan sona yürüyeyim. Tabii bu koşma nefretini ve daha koşmadan peyda olan o tükenme hissini açıklamıyor. Bir gün Google’a koşmak ve bundan nefret etmekle ilgili bir şeyler karaladım. Önüme çıkan sayfalardan biri “iusedtohaterunning. com” idi.
Koşmaktan nefret eden birileri inat etmiş, koşmayı başarmış ve bunun sitesini yapmış, özeti bu. “Ben de yapabilir miyim” dedim ve her gün yaptığım yarım saatlik yürüyüşlerimi bir dakika koşu, bir dakika yürüme olarak değiştirdim.
Ufak bir değişiklik. Tabii sürekli gözüm saatte. 30. saniyede tükeniyorum, bir dakikayı zor getiriyorum.
Bir hafta sonra ikiye çıktım. İki dakika koşu, bir dakika yürüyüş. Bir sonraki hafta üç... Sonra vücudumu dinlemeye başladım.
Koşabildiğim kadar, nefes nefese kalmadan koştum, gerisini yürüdüm. Eski Türk filmlerindeki Hülya Koçyiğit gibi koşarken birkaç haftada Kemal Sunal’ın Postacı filmindeki haline terfi ettim. Şimdi bir Usain Bolt değilim fakat güzel bir tempo tutturdum diyeyim. Evet sevgili kendine iyi bakan Habitus okuru, “Dünya üzerindeki en koşamayan insan” Melike, her gün tıkanmadan, zorlanmadan 5 kilometre koşuyor.
Bu da aşağı yukarı 45 dakikanın üzerinde kesintisiz koşu demek.
Koşmazsam kendimi kötü hissediyorum, koştuğum günler size ne kadar iyi hissettiğimi anlatamam.
Beslenme ve hareketliliğin etkileri hayatın başka alanlarına da yayılıyor. Düzen, konsantrasyon, üşengeçliğin izinin bile kalmaması...
Ben yaptıysam herkes yapabilir. Bakın o kadar kesin konuşuyorum. Bakarsınız ben de bir gün Yonca ile birlikte maraton koşarım, kim bilir?
Paylaş