Paylaş
Pişmanlık demeyeyim de, en azından “Keşke bu kadar çok severek yaptığım işin sonuçlarından biri haksız eleştiriler duymak olmasaydı” demiştir. İnanın bana, demiştir.
Bunu, yüzlerce, binlerce, milyonlarca insanın gözü önünde iş yapmayan kişilerin tam olarak algılaması biraz zor.
Empati kurmak ise o kadar zor değil şüphesiz. “Ben onun yerinde olsam, ne hissederdim?” demek yeterli.
Tabii sağduyulu, hakkaniyetli; dolayısıyla hayati derecede önemli eleştirilerden bahsetmiyorum.
Eleştiri, eleştirilen kişinin kendini bir adım ileriye taşıyabilmesi için gerekli bir kavram. Sürekli pışpışlanan, vasat olsa da yaptığı her işi alkışlanan kişiler, eninde sonunda duvara çarpıyor ve bir daha asla toparlanmayacak bir biçimde dağılıyor. Tam da bu yüzden, yerinde ve (kulağa yapıldığı anda yıkıcı gelse de) kişinin elini vicdanına koyarak yaptığı eleştiriler, herkese şart.
Öte yandan göz önünde olmanın eleştirinin ötesine giden, kara bir faturası var. Onun adına da “Birilerinin acımasızca nefret kustuğu hedef haline gelmek” diyoruz. Neden yapılıyor bu “eleştiri”ler?
Sayalım: Kendini veya bir başkasını söz konusu x kişisinden daha iyi ve nitelikli bulmak, kendi görüşüne “genel halkın beğenisi” olarak değer biçmek, hatta insanların işlerinden olmasını istemek, “ben yapamadım, o neden yapıyor” hıncı, vs.
Ne yazık ki bu hislerle yapılan yorumların adına da “eleştiri” diyoruz.
Değil oysa ki.
Bakın, mesela
Buse Terim kilo aldığı için hayli acımasızca eleştirildi.
Buse Terim’i, babası Fatih Terim ’den ötürü “doğduğu günden itibaren” şanslı bulan ve bu durumundan ötürü onu yaptığı iş nitelikli olsa bile laf eden, bilenen, başarıyı “hak etmediğini” söyleyenler var, malum.
Şöhretli ebeveynlerin, göz önünde iş yapmayı seçmiş çocuklarının dünyanın her yerinde karşılaştığı tür ayrımcılık, Buse Terim’in de başına geliyor.
“Baba” meselesi bir yana, getirilerinden biri “şöhret” olan bazı mesleklere yönelik şöyle bir algı var: Göz önünde iş yapan insanların işleri “iş”ten de sayılmaz. Müzisyenler, oyuncular, ressamlar, moda alanında top koşturanlar...
Gazeteciler de dahildir buna hatta.
Diğer işler gibi değildir bunlar, göz önünde olan kişilerin bir maaşları, baktıkları bir ev, bir çocuk, sürmesi gereken bir hayat yoktur.
Mesela senin yazdıkların/ bestelediklerin/ çizdiklerin/zevkin ona hitap etmiyordur, “Ay kovulsun o, yapmasın o işi” der böyle, sanki “Ben çikolatalı pasta severim” der gibi, o rahatlıkla.
Sevmediği müzisyen yok olsun ister, çünkü onun müzik zevkine hitap etmiyordur.
Beğenmediği oyuncu ölsün, bir daha hiç ekrana çıkmasın ister. Bir başkasının o yazıları beğendiğini, o müzikten zevk aldığını, o oyunculuğu keyifle izlediğini düşünemez. Dahası, tüm bunların bir “ekmek kapısı” olduğunu hiç düşünemez.
Müzisyenler, oyuncular, toplum önünde iş yapan her kim varsa böyle yaşar...
Düşünün, bir iş yapıyorsunuz.
Diyelim ki eczacısınız. Veya mühendissiniz. Her gün beş kişinin gelip işinizin niteliğinden bağımsız hakaretler yağdırdığını, “eleştiri” kelimesi altında vicdan yoksunu yorumlar yaptığını düşünün.
“Eczacı olamazsın çünkü iğrençsin” “Mühendis olamazsın çünkü kilo almışsın, iğrenç” gibi.
Nasıl geliyor kulağa?
Paylaş