Bu civarda bırakın yürümeyi, bir saniye bile nefes almak söz konusu değil.
Aracıyla Kurbağalıdere Fenerbahçe Stadı civarına gelip camını kapatmayı unutanları son dakika çırpınışları içinde görebilirsiniz buralarda.
Panik içinde bir yandan burunlarını tutarken, diğer yandan pencere düğmelerine canhıraş basarlar.
Camlar kapalıysa ve klima havayı döndürmüyor da dışarıdan alıyorsa o daha fena.
İki gün siner klimanın derinliklerine o insanı anında bayıltacak kadar keskin koku. Kurtulamazsınız.
Köprünün üzerinde yürüyenler burunlarını tutarlar ama işe yaramaz.
Koku öyle keskindir ki, gözler yaşarır, cilt büzüşür adeta, insanın iç organları bile isyan eder duruma.
Pek çok kişi, tatil fotoğrafı paylaşanları, dünyanın en barış ve huzur dolu ülkesinde yaşıyormuşçasına konu edilen tali dertlerin sahiplerini eleştiriyor.
Burada iki ruh hali var esasında. Birincisi, “Vaziyetin farkında olmamak”, ki bu hayli vahim...
İkincisi ise, “Vaziyetin farkında olmak, fakat delirmemek için kendine merhem olmak zorunda kalmak. Hayatının rutinlerini hiçbir şey olmamış gibi sürdürerek akıl sağlığını korumaya çalışmak.”
Kimisi olan bitenin hakikaten farkında değil.
Sosyal medyayı gerçek haber almak için kullanan, itina ile doğru haber kaynağı olabilecek kişi ve kurumları seçip takip edenler dışındaki çoğunluğun, vaziyetin tam olarak farkına varmasına olanak yok.
Bunu yapan ve durumun farkında olan azınlık ise, akıl sağlığını korumak, hayatını sürdürebilmek için “normal hissetmek” zorunda.
“Tamam, her şey yolunda, bak işine gidiyorsun, bak çocuğun büyüyor, bak hafta sonu gidip bir yerlerde ailenle vakit geçiriyorsun, tatil de yapıyorsun, bir şey yok” der gibi.
Adına “insan” denen ve 100 yıl bile yaşayamayan iki ayaklı çıkarcıların gezegenine hayli benziyor, aynı Dünya gibi güneş benzeri bir yıldızın etrafında, bir yıllık turunu 365 değil 385 günde tamamlayan, dünyadan yüzde 60 daha büyük bir gezegen.
O esnada Dünya’da, bir kısım iki ayaklı tuhaf yaratık “Neaa, yoksa sen benim inandıklarıma inanmıyor musun?” diye insanların kafasını keserken, bir kısım iki ayaklı da kafatasının içindeki beyni okumak, öğrenmek ve keşfetmek için kullanıyordu.
Bu bilim insanları, keşfettikleri gezegenin bizimkinden biraz daha yaşlı olduğunu açıkladılar.
İnsanlar tarafından hırpalanmış ve Dünya adı verilmiş gezegenin, Ortadoğu denen talihsiz bölgesinde bazı kıyma beyinliler “Canlı bomba ile kimleri öldürsek, nerelerde patlatsak” hesapları yaparken, başka bir yıldız sisteminde, yaşam ihtimali olan bir gezegene dair bazı veriler gün ışığına çıkıyordu:
Güneş sistemi 4,5 milyar yaşında iken, Kepler-452 yıldızının merkezde bulunduğu Kepler-452 sistemi, 6 milyar yaşındaydı...
Kepler isimli bir teleskop, binlerce ışık yılı ötedeki gezegenleri görebilirken, Ortadoğu denen talihsiz bölgede bulunan Türkiye Devleti’nin devlet adamları, ancak Kadıköy’den gelip Beşiktaş’a yanaşan vapurdan inen insanların görünümlerinden ahlaki analiz yapabiliyordu.
Kepler teleskobuyla fark edilen güneş sistemi dışındaki gezegenlerin sayısı 521.
Her gün nasıl bir güne uyanacağımızın belli olmadığı Türkiye’de esasında bu her gün zor.
Ölümün, belirsizliğin, endişenin, can tehlikesinin insanı delirtme seviyesine ulaştığı bir ülkede her şey zor.
Uyumak zor, uyanmak zor, çalışmak zor.
Hiçbir şey yapmazken durmak zor, çok şey yaparken de durmak zor.
Yolda yürümek zor, otomobil kullanmak zor.
Çocuk doğurmak zor, doğurmamak zor, eğitim zor.
En fenası, iyi insan olmaya çalışmak zor.
Fakat o da ne? Adamın biri, çantasından koca bir paket çekirdek çıkarıyor.
İnanıyorum ki, gelecekte Mars’a bizden biri gitme imkanı yakalarsa, herhalde Mars’a ayak bastıktan sonraki ilk işi çekirdek yiyip kabuğunu “tpffff” sesiyle gezegen yüzeyine tükürmek olacaktır.
Neyse, mezuniyet töreninde de çekirdek yendi elbette. Ama nasıl çekirdek yemek. Uzun süre aç kalmış ve insan görmüş zombi coşkusu var adamda. Öyle bir gözü dönmüşlükle yiyor çekirdeğini. Çekirdek zombisi.
Elbette kabuklarını yere atıyor.
Beş dakika içinde ayaklarımızın dibine kadar çekirdek kabuğu oluyoruz. Çekirdek kabuğu denizinde boğulacağız. “Torba verelim, içine atın” diyoruz fakat hayır efendim, sonra toplayacakmış. (Yav he he.)
ELBETTE toplamadı, kalktı, gitti. Arkasında paket, su şişesi, ambalaj ve yanında taşımak istemediği ne varsa atarak, iğrenç bir çöp dağı bırakarak...
Bir başka gün: Site duvarının kaldırıma komşu olduğu bir sokakta, site bahçesinden fırlatılan bir izmarit, yürüyen bir kadının saçına isabet etti. Alev topuna dönmeden fark etti ve silkindi. Bağırış, çağırış, kavga, gürültü derken kadın haklılığını ispatlayamadı. “Ne varmış canım denk geldiyse!”
Çekici aracın yanına yanaşıyor, aracı kaldırıyor, çekicinin üzerine alıyor ve saniyenin binde biri kadar zamanda işini bitirerek oradan uzaklaşıyor.
Bu esnada caddenin kenarındaki bir dükkanda olan araç sahibi, Hafize Ana adımlarıyla aracını “kurtarmaya” geliyor ama nafile...
Saniyeler içinde yok olmuş arabası. Houdini vaziyeti görse kıskanır...
Bazen de şans dönüyor, arabasını havada sallanırken yakalıyor araç sahibi. Koşup geliyor, başlıyor kavga.
Trafik Vakfı memuru ile karşılıklı, elleri iki yana aça aça, sonra iki koluyla eşzamanlı bir o yönü, bir bu yönü göstere göstere, “Yav öyle oldu... Yav böyle oldu...” diye diye münakaşa ediyor, memur ikna ediliyor ve araç “serbest bırakılıyor”.
Trafiğin doğru bir şekilde akması amacını taşıyan çekme eylemi esnasında trafik tıkanıyor, arkada iki kilometre kuyruk oluşuyor ama önemli değil tabii.
Acil ulaşım yolundaki araçlar çekilmeli, olmadı havada sallandırılıp araç sahibi talebi üzerine geri indirilmeli...
Bir elin parmaklarını geçmeyecek önemli olaylar dışında okuduklarınız, esasında pek başınıza gelmeyecek, hatta etrafınızda dahi göremeyeceğiniz olaylar; geri kalanı da zamanınızı çalarak sizi orada tutmak için tasarlanmış türde konulardır.
Reklam almak, takipçi artırmak, dikkat çekmek...
Meselenin içini doldurmak, okura bir gram katkıda bulunmak değil, para kazanmak, popüler olmak ve kalmak...
Sosyal medyanın insanı pelteleştiren yönü bir yana, dünyamızı değiştirdiğini kabul etmeliyiz.
20 yıl öncesinden hayli farklı yaşıyor ve düşünüyoruz onun sayesinde.
Kimi toplumsal konuların çözümü yolunda önemli, büyük yalanların ortaya çıkması fazla zaman almıyor.
Fakat öte yandan sabah gözünü açar açmaz telefonuna sarılan ve “Uyurken ne kaçırdım” duygusuyla Twitter’ı açan, haber sayfalarına bakanlar için olumsuz bir yanı bulunuyor.
Bak da gör çekilmişken göğe isyanın bayrakları / Her birimiz karanlıkta ararken şu kör çobanları / Durma sen yak ormanları, kitapları, akılları / En zararlı varlıktır insan eğilmem önünde / Uzun, kısa fark etmez hiç, ölüm var zaten önünde / Sen büyüklendikçe böbürlen ki Tanrı değilsin / Eninde sonunda gelir alır canı Azrail elleriyle / Vasıfsız insanların lider olduğu bir dünyadayım / Hepsi güçlü, hepsi suçlu, hepsi ucuz ve sahte / Bu dünya denen sahnede sen korkma konuş / Olma koyun, diren ve zaten tek çare öğrenmek ve dirençte.”
Yaşadığımız dünyaya hepimizin bir tepki verme şekli var.
Yaşadığımız hayat, gördüklerimize, okuduklarımıza tepki verişimiz, yaptığımız iş, düşüncelerimiz, eğitimimiz, aile ve arkadaşlarımız, vicdanımızın söyledikleri... Tüm bunlar bir kapta toplanıyor.
Senin gibi düşünen, yazan, kendini ifade eden birini bulduğunda, sana “yeter artık” dedirten konuların açtığı yaraya merhem oluyor.
Rahatlatıyor, eğer umutsuzluğa kapıldıysan, ayağa kalkıp senin de ses çıkarman için ilham oluyor. Umut doluyorsun, tükendiğin anda yerinden doğruluyorsun...
His paylaşmanın, yüksek sesle konuşabilmenin güzelliği burada işte. Kendini müzikle, edebiyatla, şiirle, kısacası sanatla ifade edenler, kendi gibi düşünenlerin tercümanı oluyor.
Yazının başındaki cümleler, Ceza’nın “Kime Anlatsam” isimli şarkısının sözleri. Son stüdyo albümü “Sus Pus”un en sağlam şarkılarından biri.