Mutluluğun sırrı

Einstein, “Mutlu bir hayat sürmek istiyorsan, hayatını bir amaca ada, kişilere ve nesnelere değil” demiş.

Haberin Devamı

Kendimizi gerek iş, gerek özel hayatımızdaki döngülere hapsettiğimiz ve çok büyük bir sarsıntı, üzüntü veya felaket olmadıktan sonra çıkmadığımız o küçük hapishanelerdeki halimize bakınca...
Pek çok insanın pek çok imkana sahip olmasına rağmen bir türlü “Mutluyum” diyememesi gayet anlaşılabilir. Adam her türlü imkana sahip, ailesi, çocuğu yanında, işler fena sayılmaz, bir türlü “Mutluyum” diyemiyor. Sonra elindekileri, hayatını, ailesini düşünüp suçluluk hissediyor mutluyum diyemediği için, “Şükrediyorum ama” diyor. “Bunlara sahip olamayan da var...”
İşte zurnanın zırt dediği an. Mutluyum diyemeyen ama iyi durumda olan, sonra iyi durumda olduğunu düşünüp mutsuz olmaktan suçluluk duyan ve ağzından “Şükrediyorum halime tabii” kelimeleri çıkanların ortak bir özelliği var: Hayatlarına biraz daha yakından baktığınızda, mutluluğu nesnelere ve kişilere bağladıklarını görüyorsunuz.
Hepimiz yapıyoruz bunu aslında, çok da uzaklara bakmaya gerek yok.
Mutluluğu sahip olunan objelerde ve yanında olduğunuz kişilerde aramamız için bizi yönlendirip duruyor hayat, bakın burası doğru. Materyalist dünyanın bize verdiği mutluluk formüllerinin içinde en çok “sahip olma dürtüsü” var.
Zehir gibi yayılıyor vücudumuzda satın almanın, satın alabilmenin verdiği haz. Amaç, hep daha fazlasına sahip olabilmek. “Mutlu bir gelecek” demek, “İleride de bugünkü gibi alışveriş yapabilecek durumda olursun inşallah” demek artık.


Mutluluğu satın alabilme gücünde, bindiği arabada, oturduğu evde aramayanların düştüğü diğer çukur da “insan” çukuru.
Kabul edin, mutluluğun sırrını kendi dışımızdaki insanlarda arıyoruz, kendimizde değil. “Aşkı bulunca” mutlu olacağımızı düşünüyoruz. Veya “Çocuk yapınca...” Doğru arkadaşlar edinince... Sosyalleşince...
Çoğu insan “tek başına” olmayı olumsuz bir özellik, kaçınılması gereken bir durum, acınası bir insanlık hali olarak görüyor.
Tek başına ayakta kalmaya çalışma fırsatı vermiyor çoğu insana hayat. Hele ki Türkiye’de... Pek çok insanın ortak bir zaman çizgisi var ve içinde “yalnızlık” yok. Önce ailenle birliktesin, sonra evleniyorsun, sonra çocuğun oluyor...
Bu esnada sürekli çalışıyorsun, ekmek peşindesin, kendine ayıracağın zamanın yok. Herkesle iletişim halindesin ama kendinle asla değil... Durum yok buna, vakit yok. Vakit olsa bile illa birisiyle birliktesin, ya ailenle, ya karınla-kocanla, ya çocuğunla... Bir ömür böyle geçiyor.
Bazı zamanlar kaçmak, içinde olduğun döngüden çıkmak istiyorsun “sorumluluk tatili” istiyorsun ama hayatını sürdürmek için olduğun yerde durmaya mecbursun... Hareket alanın sınırlı. Sonra bu mecburiyet, ağır gelen sorumluluk duygusu ne doğuruyor?
Küçük küçük, bazen küçük gibi görünen kocaman kaçışlar.
Mesela alkolizm. İşten eve geldiğinde ancak birkaç kadeh yuvarladığında rahatlayabilen babalar... Evdeki sorunlardan, bazen de çocuklu dünyadan biraz uzaklaşmak istediği için işkolik olan anneler... İşkolik olunca, “Çocuklu dünyaya biraz ara” duygusunu yaşamak, bunu sebepsiz arzulamaktan daha az suçluluk hissettiriyor.
Kendini tanımamak, bir döngünün içinde saplanıp kalmak, hep bir çıkış aramak... Mutluluğu kocada, çocukta... Veya materyalist dünyada; arabada, evde, ayakkabıda, mücevherde, ne alabiliyorsan onda aramak... Her seferinde daha fazlasını alabiliyor durumda olmayı arzulamak...
Alın size mutsuzluğun anahtarı.
Benzer döngülere sahip olan insanlar, eğer evvelden bir emeklilik planı yapmadılarsa, çalışma hayatını bitirdiklerinde çaresiz bir boşlukta buluyorlar kendilerini...
Hayatı boyunca çalışmış, bildiği tek şey çalışmak, hatta en iyi bildiği şey çalışmak... Kendini tanıyamamış, hobi edinememiş, nelerden zevk alıyor, bundan bile haberdar değil...
Kendini tanımıyor ama çalıştığı şirketi elbette çok iyi tanıyor. Bilmem ne şirketinin daha iyi olması, daha çok para kazanması için vakfedilmiş bir ömür var ortada nihayetinde...
Bir amaç var evet ama kişinin kendisine ait bir amaç değil ki bu... Şirketin amacı ortadan kalkınca hayatında, kendine ait bir amacı olmadığını hatırlıyor pek çok insan... Sert bir düşüş yaşıyor.
Parası var, artık vakti de var ama amacı yok.
Belki hayat bize yalnız kalmamız, kendimizi tanımamız, gerçekten ne istediğimizi bulduktan sonra bir amaç edinmemiz ve onun peşinde koşmamız için yeterli fırsatlar vermiyor. Fakat mutlu olmak, en kötü günde bile mutlu olmasa bile “dolu dolu” hissetmek, ayakta durabilmek için biraz kendimize dönmeye, “tek başına” olmaya mecburuz. Mutluluğu nesnelere ve kişilere bağlamamaya mecburuz.
Kendini tanımak ve bir amaç edinmek o “dolu dolu” hissinin tek anahtarı.
Einstein’ın bu düşüncesini kulağa küpe etmeli.
Aslına bakarsanız, başka küpeye de ihtiyacımız yok.

Yazarın Tüm Yazıları