Jerzy Kosinski’nin ünlü romanı Boyalı Kuş’un 1972’den sonra baskısının içinde bir “mahkeme kararı” iliştirilmiş. Bu mahkeme kararı, çevirmeni Aydın Emeç’e “Müstehcen nitelikte yayın yapmak” suçu sebebiyle açılmış kamu davasını ilgilendiriyor.
Bu davadan beraatını gösteren karar, kitabın “toplatılmaya gerek olmayan yasal bir yayın” olduğunun bir kanıtı olarak kitabın o dönem yapılan yeni baskılarına eklenmiş.
Geçen gün elime bu romanın eski bir baskısı geçti ve sayfaları karıştırırken içinden bu mahkeme kararı düşüverdi.
Peki yüzyılın en önemli romanlarından birinin çevirmenine neden “Müstehcen nitelikte yayın yapmak suretiyle basın kanununa muhalefet”ten kamu davası açılmış olabilir?
Bakın beraat kararının detaylarında neler var:
“Her ne kadar maznun Aydın Emeç tarafından tercüme ile neşredilen Boyalı Kuş adlı kitabın yazılarının müstehcen olduğu iddia edilmişse de suç mevzuu Boyalı Kuş kitabında 2. Dünya Savaşı kurbanı küçük bir çocuğun savaş süresindeki hatıralarını ihtiva ettiği ve savaşın kişi üzerindeki tesirlerini göstermek maksadıyla cinsi münasebet hallerine temas edildiği...
Cinsi münasebet hallerinde kişi üzerinde cinsel arzuları tahrik edecek bir mahiyet bulunmayıp harp halinde tesadüf edilen bu kabil halleri göstermek maksadı ile bu sahnelerin kitapta yer aldığı, savaşın fena hallerinin bu suretle gösterildiği anlaşılmıştır... Maznunun isnat edilen fiilden beraatına karar verildi.”
Radikal grupların tüm dünyadaki terör tehdidini düşünecek olursak, bu önlem bana pek sevimsiz görünmüyor. Doğru, Babylon Bomonti’ye gelecek şık giyimli beyefendi ve hanımefendiler kompleksin girişinde cihazdan geçerken “potansiyel şüpheli” olarak değerlendirilmekten hoşlanmayacaklardır. Ancak dünyayı esareti altına alan terör olaylarını göz önünde bulundurduğumuzda, toplu yaşanan her alanda “ekstra önlem”le karşılaşmak şaşırtıcı değil artık.Bu koşullarda “Sen benim kim olduğumu biliyor musun”ları, “Ben güvenlik kontrolünden geçmem arkadaş”ları tüm müşterilerin bir kenara bırakması icap ediyor. Paris-Bataclan saldırısıyla sarsılmış bir dünyada, bırakın x-ray cihazını, mekanların girişinde bazı ülkelerin havaalanlarında bulunan vücut tarayıcı cihaz olsa ve herkes bu cihazın içinden geçmek durumunda kalsa bile yeridir. Gerçi havaalanlarında bile arıza çıkaranlar, eğlenmek için geldikleri bir mekanda sıkı bir güvenlik aramasından geçerlerse nasıl davranırlar, işte orası muamma. Dediğim gibi, terör tehdidi altında olan bir dünyada, “Beni neden arıyorlar ki, teröriste benzer bir halim mi var?” sinirini veya “Beni ne hakla ararlar” dedirten egoyu atmak gerekiyor. Söz konusu güvenlik olduğunda herkes eşit.Güvenliğin olmadığı bir kompleks hepimizi daha çok rahatsız etmeli esas... Gerçi “güvenlik” dediğimiz mesele ne kadar güvenli? AVM’ler, ofisler... Pek çok yerde önlem olarak çantaları x-ray’den geçirmemiz, bizim de metal dedektörünün altından geçmemiz gerekiyor. Çanta veya üzerimizde bulundurduğumuz herhangi bir metal ötse de ötmese de fark etmez, geçiyoruz. Yani güvenlik, sadece göstermelik. “Güvenlik” adı verilen bir iş yaratılmış, insanlara maaş bağlanmış, üniformalar giydirilmiş ancak pek çok yerde acil bir durum olduğunda kriz yönetiminden, müdahale etmekten acizler. Bilhassa AVM’lerdeki güvenlik tamamen göstermelik. Esasında “kelle koltukta” yaşamayabiliriz, bunun için elimizde imkan var. Personeli eğitme, sorumluluk yükleme, inisiyatif kullanacakları durumları belirleme şansımız var ama yapmıyoruz. Elimizde sadece görüntü olsun diye kapıya dikilmiş, görev bilincinden uzakta, mesaisi dolsun diye duran, çantalar ve insanlar ötse de geçmelerinde bir sakınca görmeyen, herhangi bir olaya müdahale etme becerisinden aciz bırakılmış elemanların “görevlendirildiği” tamamen göstermelik bir “iş kolu” var. Adına da “güvenlik” diyoruz.
Havaalanı skandalları
Yakın tarihte yaşanmış bir olay: Genç bir kadın, oğluyla beraber Atatürk Havalimanı’nda bilet kontrolünden geçiyor. Kucağında 2,5 yaşındaki oğlu var. Babası o esnada yanında değil, çocuğun bileti de babada. Anne,sadece kendi QR kodunu okutarak uçağa binebiliyor. Çocuğun biletini sormuyorlar bile. Güvenlik açığına bakarmısınız? Tamam, burada bir çocuk ve öz annesinden bahsediyoruz fakat bilet kontrolü yapan kişi,aralarındaki kan bağını bir bakışta çözebiliyor mu? Bileti kesen kişi, bir çocuk kaçırma olayına aracı olmadığını nereden biliyor? Geçen hafta Hıncal Uluç köşesine de taşıdı, “Önemli” bir kişinin koruması, cihazdangeçerken ötmesine rağmen kontrol edilmeyi reddediyor, araya patronu giriyor ve kontrol edilmeden, üzerindebulunan o belirsiz nesne ile uçağa binmesine müsaade ediliyor. Hadi “AVM’lerin göstermelik güvenliği”meselesine alıştık artık, beş gün önce gezdiğimiz noktada bomba patlama ihtimaliyle yaşamaya da alıştık, kelle koltukta yaşamanın kitabı yazılıyor Türkiye’de, bir de üzerine kat çıktık. Uluslararası bir havaalanında bunların yaşanmaması gerekir. “Tamam, hadi geç, geç”çilik, burada çalışmıyor olmalı.
Televizyonda neden insanı rahatlatan, rekabet gerginliği yaşanmayan, kötü karakterlerin diğerlerine türlü acılar çektirmediği, yumuşak, tatlı yapımlar yok? Televizyonumuz da bize benziyor, hırçın, sinirli, gerilimli, rahatsız, dizilerde kötü karakterden geçilmeyen...
İnsanlara bir yapımı, programı, diziyi izletmek için gerekli “malzeme”den çalsınlar demiyorum. O malzeme nedir? Drama yaratma becerisi.
Drama da iyilik-kötülük gibi zıt kavramların arasında gidip gelerek üretiliyor. Fakat kabul edelim, artık insanlar televizyon karşısına geçtiklerinde kendilerini sinir hastası etmeden gülümsetecek işler de istiyor. Dramasız, sinirsiz, gerilimsiz, mutlu bir çerçeve çizen, insanı rahatlatan türde yapımlar.
Şu anda en fazla “kötü erkek karakter” dozu alıyoruz.
Ardından, karakterlerin birbirinin suratına mel mel baktığı, diyalogdan çok herkesin birbirinin suratına bakarak adeta beyin okuma yarışına girdiği yapımlar geliyor. Herhalde gelecekte dizilerde bir noktada diyaloğa da gerek kalmayacak. Herkes birbirinin suratına anlamlı anlamlı bakacak ve dizi bitecek, çünkü hem karakterlerin beyin okuma becerisi, hem de bizimki gelişmiş olacak!
Bir de yarışma programları var. Belki de şimdilik bu “mutlu bir çerçeve çizen yapımlar” boşluğunu onlar dolduruyor. Geçen gün TRT’deki Ana Ocağı’nda 3 yarışmacıya 5 dakika içinde boncuklu telefon kılıfı yaptırdılar mesela. Yarışmacılar, önlerindeki boncuklara yapıştırıcı sürüp kılıfa yapıştırıyorlardı, o kadar! “Herhalde bir yere varacak olmalı bu iş” diye bir süre izledim ama hayır. Sadece boncuklara yapıştırıcı sürüp kılıfa yapıştırdılar. O kadar. İnsan bunları görünce 80’lerdeki elişi öğreten çocuk programlarını hatırlıyor.
Hazırlıklarımızı yapar, malzemelerimizi dizer, ekran başına kurulurduk. Öyle kolay da değildi bize gösterilenleri yapmak. Dikkatle izlemek gerekirdi.
Bir sözü işine geldiği gibi çevirip “kitlesel linç workshop’u” formuna sokma konusunda kara kuşak sahibi insanlar içinde yaşarken başka türlüsü mümkün değil tabii.
Mesela hatırlayın, Oscar adaylarından “Marslı”nın bir “yurdum adaptasyonu” olduğunu düşünelim.
Bir astronot bir biçimde Mars’ta unutuluyor, konu bu.
NASA’da etekler tutuşuyor, bir halkla ilişkiler krizi yaşanıyor, “İnsanlara Mars’ta adam unuttuk mu diyeceğiz?” paniği esiyor.
Öte yandan bir insanın dünyadan uzakta yapayalnız hayatta kalma mücadelesini, hayata bağlanma dürtüsünün insanın sınırlarını ne kadar zorlayabileceğini izliyorsunuz.
Şimdi hayal bu ya, insan aynı filmin Türkiye’de çekildiğini düşünüyor.
“NASA hata yapsa da asla hata yapmaz. O hata kesin başkasına aittir” bilgisiyle hareket etmeyen bir film, bırakın ödüllere falan aday olmayı, gösterime girecek sinema salonu bile bulamazdı.
Bu 80’ler modeli açılıştan sonra hemen konuya giriyorum.
Her gün düzenli olarak zehirlenirken, ara vermeden çalışmak zor.
Zehirlenmek kelimesinin pek çok manası var Türkiye’de. Terörle, gelen kahredici haberlerle, adaletsizlikle yoğrulan, kaosun içinde yuvarlanıp duran bir toplumuz. Bir taraftan çamur deryası gibi akan yalan “habercilik”, bir yanda durmaksızın kısıtlanan hareket alanları... Bilgiden, bilimden, bilgi toplumu olmaktan uzaklaşmamız, cehaletin, dar görüşlülüğün neredeyse yüceltilecek, övünülecek hale gelmesi...
Öte yandan başka bir önemli nokta: Hava kirliliğinin kabul edilebilir sınırların çok üzerinde olduğu bir şehirde solumak...
Tüm bunlar toplanınca ortaya çıkan durum açık: Hem fiziksel, hem ruhsal anlamda durmaksızın zehirlendiğimiz bir ortamda yaşıyoruz.
Dolayısıyla bir yerde tükendiğini hissediyorsun. Bana da bu oldu. Tahmin ediyorum, bana olan şey pek çok kişinin sorunu...
“Zehir” içinde yaşarken çalışmak, üretmek, mutlu olmak, geleceğe umutla bakmak; hatta günlük hayatın sıradan, olağan ritüellerini yapmak için bile sebep bulamamak gayet mümkün... Dolayısıyla yorgunluk, yılgınlık hali kaçınılmaz oluyor.
Ne de olsa ortada duran ve herkesin gördüğü belliydi, izaha lüzum yoktu. Saçmalamak, kendine göre doğrular uydurmak isteyen dilediği gibi yaşayabilirdi ve bu bizi doğrudan etkilemeyebilirdi. Artık öyle değil. Etkiliyor.Şimdi elmalar armut, filler zürafa oldu ve her ne kadar ortada duran gerçekler, evrensel doğrular değişmese de “birilerinin gerçeği”yle yaşamamız bekleniyor.Gerçeklerin yayılmasına engel olarak, toplumu ya habersiz bırakarak ya da tamamen uydurma veya manipüle edilmiş gerçeklerle “bilgilendirerek” dünyanın dönme hızını mı yavaşlatabiliyoruz? Hayır.Veya halihazırdaki sistemin arızalarını mı çözebiliyoruz? Hayır. Mutlu, huzurlu, birbiriyle iyi anlaşan, evrensel değerlere saygılı, teknolojik, donanımlı bir toplum mu yaratabiliyoruz? Kesinlikle hayır.Sadece kısa vadeli çözümlerle “idare ediyoruz.” Bu esnada dünya sadece ve sadece gerçeklerle dönmeye devam ediyor. Ben kendimi hastalanmış gibi hissediyorum. Henüz çaresini bulamadığım ama her gün arzum/ bilgim dışında bir doz verilen bir ilacın yavaş yavaş beni zehirlediğini, düşünemez, üretemez, güzel şeyler hayal edemez, karamsar, endişelerin esaretinde garip bir insana dönüştürdüğünü hissediyorum.Bir yılı aşkın zamandır televizyon izlememek, kendi istediğim içeriğe, kendi arzu ettiğim zaman ulaşacağım bir sistem kurmak bu zehrin damarlarımda yayılmasını biraz yavaşlattı ama derman oldu mu? Hayır.Ekranda yaşananları, gündemi, haberleri, insanı delirtecek sınıra erişen meseleleri sosyal medyadan haber alıyorum. Bir nevi “toplu haber hizmeti” gibi esasında bu. Televizyonu izleyerek saatler harcayacağıma, sadece gerekli olan kısımları izliyorum, dolayısıyla yine herkes kadar zehirleniyorum. Zehirlenmişim.İyileşmek için ne gerekir artık hakikaten bilemiyorum. Hayattan bağları tamamen koparıp analog bir hayat yaşamak mı? Veya sosyal medya araçlarını düzenleyerek, kendimize bir “kişiye özel internet dünyası” hazırlayarak mı?
İyileşme bir kişiden başlayacak
Ulaşılan haber kaynağını seçmek de zor. Gerçek habere ulaşsanız bile yerleşik “tıklatmacı” internet jargonundan kaçamıyorsunuz. Pek çok şeyin değişmesi lazım, biliyorum. Belki de “Oraya gelene kadar bizim daha temel insanlık, vicdan ve sağduyu sorunlarını halletmemiz lazım” diyeceksiniz, orada da haklısınız. Çok haklısınız.Fakat en azından başlangıç olarak... Bireysel olarak “zehirlenme” hissinin önüne geçmemiz gerekiyor, yoksa derin bir umutsuzluk batağına saplanacağız ve oradan çıkamayacağız. Gün içinde Twitter, Facebook, Instagram veya hangi sosyal aracı kullanıyorsanız, onları periyodik olarak kontrol etmek veya paylaşım yapmak yerine, bu zamanı işinize gerçekten yarayacak, sizi bambaşka bir yere taşıyacak dünyalar keşfetmek için kullanmak bir adım olabilir. Neler mi? Mesela, dünyanın bilgisine ulaşmak için openculture.com. Mesela yeni bir dil öğrenmek için duolingo.com. Yeni bir dünyanın kapılarını aralamak için mesela open.com. Mesela, khanacademy.org.tr. Bilgisayarınızda açtığınız her yeni pencere size hayatınızla ilgili başka milyonlarca pencere açacak, inanın. Yeter ki yerleşik alışkanlıklarınızı değiştirmek için bir adım atın.Zehirlenmenin önüne ancak böyle geçebileceğiz. İyileşmeyi kendimizden başlayarak. Bir kişiden yola çıkarak.
Eğer “hayvan sevgisi” olmayan bir evde büyüseydim, bugün farklı bir insana dönüşürdüm, eminim.
İlk hatıralarımda balıklar ve kaplumbağalar... Büyük bir özenle onlara baktığımı, beslediğimi, öldükleri zaman kibrit kutularına bedenlerini koyup bahçeye gömdüğümü anımsıyorum...
Sonra bir kedi, bir kedi daha, ardından bir köpek...
İnsanlar kadar uzun değil ömürleri, her kayıpta insan ailesinden birini kaybetmişçesine acı çekiyor.
Sanırım bu yüzden bugün kendi evimi bir hayvanla paylaşamıyorum... Senelerce hep bir “hayvan kardeş” ile büyüdüm, şimdi kendi evimde bir hayvan ile birlikte yaşamaya çekiniyorum. Resmen “ölüm acısı”ndan korkuyorum.
İnsan hayat kadar ölümden de çok şey öğrenmiyor mu?
Evimde bir hayvan beslemiyorum ama aracımın bagajı köpek mamasıyla dolu. Kuşlarım var her gün camda buğday isteyen... Kediler var, sayısını bilmediğim.
Savaştan çaresizce evlerini terk eden insanlara, onların çocuklarına 20-30 liraya sahte can yeleği satan insan müsveddeleriyle aynı havayı soluyoruz.
Suyla temas ettiğinde ağırlaşıp batacak malzemelerle üretilen bu sahte yelekler, uzaklarda değil, Türkiye’de satılıyor.
Kapasitesinden fazla insanla doldurulduğu için batacağı kesin olan teknelere binenlere, su çekip boğulmaya sebep olacağı kesin can yeleklerini giydiren ve bu sistem üzerinden para kazanan iki ayaklılarla aynı havayı soluyoruz.
Üstelik ortaya çıkıyor ki, bu iki ayaklılar, sahte can yeleği imalathanesinde Suriyeli kız çocuklarını çalıştırmışlar.
Kalbi ve aklı kuruyan ve Türkiye sınırları içinde yaşayan bu insanlar iki ayaklı kötülük makinelerine dönüşürken, ürettikleri yelekleri giyen çocukların cansız bedenleri Türkiye sahillerine vuruyor.
Siz bu satırları okurken yeraltı imalathaneleri vızır vızır çalışıyor, savaştan kaçan kim bilir kaç Suriyeli çocuğun mezarı kazılıyor...
Böyle bir kötülük var mı? Bu seviyede bir kötülük var mı?