Karşı çıkanlar “Açık alanda da içemeyeceksek nerede içeceğiz?” diyorlar.
İşte, bu konu, dönemlerle birlikte bir uçtan bir uca değişen “normal” algısından bahsetmek için harika bir fırsat.
Açık alanlarda sigara içebilme “özgürlüğü”, tamamen yerleşik algı ile ilgili. “Açık alan ise nerede olursa olsun, içilebilir” diye düşünüyoruz. Öyle değil esasında...
1989’da uçak ve otobüslerde sigara yasağı başladığı zaman da sigara kullanıcıları “bu özgürlük ve hak elimizden alınamaz” diyorlardı, zira o dönem “normal olan” kapalı alanlarda sigara içmekti. Aksini düşünmek “hak gaspı” olarak algılanıyordu.
Bir de aradan geçen 27 yılda ne oldu ona bakalım: Bugün uçakta sigara içseniz size deli muamelesi yaparlar. Uçaktan atılırsınız, hakkınızda işlem yapılır...
Bugün dünyanın pek çok ülkesinde, herhangi bir yerde sigara tüttürene de uçakta sigara yakmış muamelesi yapılıyor, bu “açık” alanlara ev balkonu, yol kenarı, sokaktaki bank bile dahil.
Bu tespite katılıyorum. Hem somut hem de soyut anlamda, doğru bir söz.
Yanlış adamlarda saplanıp kalan kadınların yaşadığı, ev görünümlü küçük küçük cezaevleriyle dolu çevremiz. Kadınların sözlerini duymayan, duysa da anlamayan, anlasa da umursamayan adamların, kadınlara hayatı dar ettiği evlerle dolu.
Adına evlilik, ilişki, hayat diyoruz ama...
Dışarıdan evlilik veya ilişki olarak görünen kimi birliktelikler esasında kadının durmaksızın “Beni çıkarın buradan” diye sessiz çığlık attığı birer hapishane.
Üstelik bu, kadına özel olarak tasarlanmış, kadın için başka bir insanın, bir erkeğin yarattığı bir hücre.
Bazen çocuklar oluyor sebep, bazen finansal sebepler oluyor, bazen erkeğin “Ya benimsin ya toprağın” anlayışı oluyor...
Ne koşulda olursa olsun, kadın ne olursa olsun oradan çıkamayacağını düşünüyor.
Kısa bir Türkiye tarihi diyelim.
Nereden geldik, sahi... Neler yaşadık? Nereden geldik ve nereye gidiyoruz?
Tam olarak bunu kavrayamadığımız için durmak, bitmek bilmeyen “arafta” hissinde yaşıyor olmayalım?
Bu “arafta” hissinin üzerine, insanın kendine bir şey katmadığını hissettiği işlerde, sırf para için çalışmak durumunda kalmasının ağırlığını ekleyelim... Yetenek ve becerilerinden çooook uzakta, maaşın bir ay ancak ayakta kalmaya yettiği işleri...
Zamansızlığı, kirli şehirleri, sahte ilişkileri, birbirinden nefret edecek hale getirilmiş insanları, aradaki koca uçurumu düşünelim... Hayatı yaşamak yerine “oradan oraya savrulmak” olarak öğrenmişleri...
Çocukların yeteneklerine göre değil, tesadüfen “puanlarının yettiği” üniversitelere yerleştirildiği, kendi içlerindeki becerilerden bihaber yaşadıkları, ardından içlerindeki beceriden uzakta, bambaşka bir yönde kurdukları hayatları...
Buradan üstün başarı, zenginlik, refah çıkar mı?
Konserlerde müzik dinlemek yerine konseri kaydetmek için çabalayanları düşünün...
Hayatını “Facebook’a fotoğraf koymak” için yaşayanları...
Gittiği her yeri, yan yana olduğu herkesi el aleme gösterme derdinde olanları...
Maksat “dostlar alışverişte görsün” ya, gittiği yeri, konuştuğu kişiyi üç gün sonra hatırlamayanları ama bildirimde bulunmayı ihmal etmeyenleri...
Kendi kellesiyle aşk yaşayanların fotoğrafları yetmedi, yeni uygulamalar sayesinde kendiyle aşk yaşayanların videolu bildirimleri içinde can vereceğiz yakında. Gelecekte sosyal medya hesabınızı karıştırırken takip ettiğiniz “yarı-ünlü” önünüzde büzdüğü dudaklarıyla hologram olarak beliriverecek ve tüm bu çılgınlıktan kurtulmak için tüm hesaplarınızı toptan kapatmanız gerekecek...
Onlar bir yana, “Like” sevdasında çağ atlayanlar sayesinde vefat haberleri bile “malzeme” halinde.
Bir de “bir kez paylaş”çılar var ki, insana telefonu, bilgisayarı camdan attırır...
Profilden hafif göbeği çıkmış. Biraz kalınlaşmış, kısalmış, artık beli ip gibi değil; “imkansız insan”dan “normal insan”a doğru bir dönüşüm var.
“Barbie’nin yeni şekli Amerikan güzelliğine dair ne söylüyor?” diyor kapakta...
Barbie’nin “eski şekli”ne dönecek olursak, sadece Amerikalıları değil, dünyanın farklı yerlerinde pek çok çocuğu etkiledi. 80’ler itibarıyla gelişmekte olan ülkeler “küçük Amerika”lara dönerken, ilk yoğun Barbie furyası da o zaman esti.
Tek tip Barbie, güzelliğe dair bir şey söylüyordu, “İncecik, upuzun, uzun sarı saçlı kızlar iyidir”...
Yani güzellik kelimesini, çocukların adına tanımlıyordu. “Güzel” deyince, akla Barbie benzeri bir dişi gelmeliydi. Bunu başardı da...
80’lerde Barbie’yi takiben bizim oyuncak firmaları da topa girdi. Fatoş’undan Lady’sine, pek çok benzer uzun boylu, ince, uzun sarı saçlı, Barbie kopyası, yani bizim gibi değil, “Amerikalı görünen” bebekler ürettiler.
Peki Barbie neden böyle görünüyordu? Neden esmer değildi, neden siyahi değildi, neden gözleri çekik değildi?
Diyor ki Adrian, “Müziğe aşık ruhlara umut ve ışık sunuyorsunuz. (...) Onları yarıştırıp karşı karşıya getirip, kırıp döküp, tüm sevdikleri üzerinde kaybettirip, incitip, bununla para kazanıyorsunuz. Hiçbirinin hayalleri, umutları, geçmişleri ve gelecekleri umurunuzda değil. O koltuklarda utanmazca oturup bunu yapıyorsunuz. Şu fani dünyada insanların umutlarını sömürüp, gözyaşlarıyla beslediğiniz reytinglerden kazandığınız her maddi şeyin hesabını ödemenizi diliyorum. Bu dünyada.”
Adrian’a hem katılıyorum, hem katılmıyorum. Öncelikle neden katılmadığımı anlatayım.
Bugüne kadar yapılmış ilk reality show’u bilir misiniz? 1972 yılında, Amerikalı yapımcı Craig Gilbert, ortalama bir Amerikan ailesinin hayatını anlatan, Cinéma vérité tarzında bir belgesel ortaya koymaya karar verir. (Cinéma vérité: Gerçek hayatı, gerçek diyaloglar içeren, 60’larda ortaya çıkmış bir sinema dili.)
Çekim ekibi, 1971 senesinde, Los Angeles’ta yaşayan 3 çocuk sahibi bir ailenin yanına yerleşir ve bir sene boyunca onlarla yaşayarak hayatlarını kayda alır. Bir senenin sonunda yapımcının elinde 300 saatlik kayıt vardır. Bu kayıtlar toparlanır, 1973 senesinde, 12 bölümlük “ilk reality show” olarak izleyicinin karşısına çıkar.
Tabii o zamanlar henüz bu terim keşfedilmiş değildir, Gilbert’ın amacı “dramadan ekmek çıkarmak” değil, Amerikalılara gerçek bir Amerikan ailesini göstermektir. 12 bölümlük iş, Cinéma vérité tarzı bir belgeseldir aslında, fakat reality show’ların “atası” olarak tarihe geçer. (Bu arada, 2011’de belgeselin yapım sürecini anlatan bir film çekildi, Diane Lane ve James Gandolfini’nin başrolde olduğu filmin adı da “Cinéma Vérité”.)
Tabii ilk reality show’ların, bu tarihten çok önceki yıllarda başlayan “Gizli Kamera” programlarının olduğu da söylenebilir elbette.
Yıllar içinde gerçek hayatlardan çıkan drama, televizyonun önemli bir kolu, bir ekmek kapısına dönüştü. Tabii konu gerçek hayat olduğunda, izleyiciyi ekran başına çeken faktörlerden en önemlisi gerçek hayattan insanların, gerçek diyaloglarından, gerçek hallerinden ortaya çıkan drama. İzlediğimiz kişinin üzüntüyle mutluluk, yenilgiyle başarı, iyilikle kötülük arasındaki git-gellerini izlemek... Kurgusal işler de hayatı takip ediyor, en izlenen filmler, diziler, bu anahtarı en iyi kullanabilenden çıkıyor.
Hepsi tanıdık, bunların –tesadüfen- ölüme sebebiyet vermeyenlerini her Allah’ın günü zaten yaşıyoruz.
Bir değil, beş değil, on değil, YİRMİ SEKİZ KEZ trafik suçu işlemiş bir adamın yollara dönerek sabit bir pervasızlıkla ölüm saçabildiği bir çaresizliğin içindeyiz. Cezaların uygulanmaması bir kenara, daha büyük bir eksiklik var.
Trafiğe çıkmanın “can sorumluluğu” demek olduğunu, bu bilincin otomobil kullanma becerisinden daha önemli olduğunu öğretemiyoruz.
Trafiğe çıkan her sürücü, kendisiyle birlikte çevresinde bulunan diğer insanların da canının sorumluluğunu taşır.
Dolayısıyla, bir makasla, kırmızı ışıkta geçerek veya otoyolda önünüzdekinin tamponuna yapışarak hayatta sadece bir konuda muvaffak olabiliyorsunuz: İnsan öldürmek.
Üstelik doğrudan veya dolaylı olarak cana kastettiğiniz zaman, bir kişiyi de öldürmüyorsunuz.
Eşlerini, çocuklarını, ailelerini, sevdiklerini, o canına kastettiğiniz kişinin etrafında bulunan herkesi öldürüyorsunuz.
Günlerce, haftalarca mesajlaşırlar, ardından telefonda sohbet ederler... Kadın kendini yeterince güvende hissettiği bir anda, adamın buluşma teklifini kabul eder.
Birkaç kez görüşürler, artık “sevgili”dirler...
İlerleyen zamanlarda bir akşam birlikte, adamın şehrin bir ucundaki evine giderler.
Uyku saati geldiğinde adam ilişkiye girmek ister. Hani bir defa kadın “eve gitmeyi kabul etti” ya, bunun, adamın gözünde başka bir anlamı yoktur.
Kadın, böyle bir ilişki için erken olduğunu, zamana ihtiyacı söyler; adam sözlerine çok sinirlenir.
Reddedildiğini düşünür ve kadını ikna etmeye çabalar. İkna çabasıyla rahatsızlığı artan kadın, evden ayrılmak ister ve o anda, adamın esas yüzü ortaya çıkar.
Adam bir sosyopattır. Kadın, ilişkiye girmeyi kabul etmedikçe adam daha da sinirlenir ve evinde sakladığı silahını ortaya çıkarır. “İkimizi de vurmak için bir dakika bile beklemem” der.