Melike Karakartal

“Türkiye mutlu...” mu acaba

23 Şubat 2016
TÜİK’in yaptığı “Yaşam Memnuniyeti Araştırması”nın sonuçları açıklanmış.

Sonuçlara göre, nüfusun yüzde 56,6’sı hayatından gayet memnun.
En yüksek mutluluk oranı 18-24 yaş arası görülüyor.
İnsanın aklının en havada olduğu yıllar.
Doğru ya...
İlk defa aşık oluyorsun, ilk defa kendini bir yetişkin gibi hissediyorsun...
Okuyorsun, ilk defa çalışıyorsun, kendini özgür hissediyorsun, her şeyi yapabilirsin, önünde milyonlarca seçenek var ve bunların hepsini değerlendirebilirsin gibi görünüyor.
Sınırlar yokmuş gibi geliyor.

Yazının Devamını Oku

Neden bitmiyor?

22 Şubat 2016
Kayseri’de 18 yaşında gencecik bir kız, babasının silahıyla canına kıydı, memleketin bitmeyen, tükenmeyen taciz ve tecavüz vakalarına bir yenisi daha eklendi. Üstelik en rezil, en insanın kanını donduran türden bir vaka bu: Taciz, bir okulda gerçekleşiyor.

İşin içinde bir öğretmen var. 

Ve okul yönetimi bunu saklıyor.
Öğretmen cezaevinde, olay daha yeni duyuluyor, çünkü üzerinin örtülmesi konusunda canla başla çalışmışlar.
“Kol kırılsın, yen içinde kalsın” demişler.
Bu konuda büyük bir değişim görene kadar, dilimiz, damağımız kuruyana kadar yazacağız...
Cezalar caydırıcı değil, mahkemede üstü başı düzgün görünen adama bile indirim veriliyor memlekette.
Ağır ve indirimsiz cezalar ve bu cezaların büyük bir kararlılıkla uygulanması, bu konuda atılacak en büyük adım olurdu fakat devlet büyüklerimiz herhalde bunun için Hindistan seviyesine kadar inmeyi bekliyorlar.

Yazının Devamını Oku

İki felaket arası

19 Şubat 2016
Hayat kelimesi, artık Türkiye’de, sözlükte yazan anlamından farklı bir yerde.

Evet, adı hayat ama iki felaket arasına sıkışmış, periyodik olarak kendini tekrarlayan bir zaman dilimi. Başka bir sözcük bulmak lazım artık “hayat” yerine.
Artık felaketler periyodik olarak yaşandığı ve tam olarak aynı süreçlere sahip olduğu için felaket sonrasında ne yaşayacağımızı da biliyoruz.
Bir terör olayından sonra artık gidişatı, verilecek tepkileri ve nasıl da kimsenin sorumluluk almayacağını, nasıl da konunun hızla unutulacağını artık önceden tahmin edebiliyoruz.
Mesela ben bir sonraki felakette, şunları yaşayacağımızı biliyorum çünkü öncesinde sayısız defa, tekrar tekrar tam olarak aynısını yaşadık:
Bir terör saldırısı oluyor. Önce tek tük sosyal medyaya düşüyor haberi.
Ardından gelen dakikalarda haber hızla yayılıyor, olayın boyutları, ne kadar korkunç olduğu, can kayıpları konuşuluyor.
Sonra hızla yayın yasağı geliyor. Ülkenin kalbinde olan acı bir olayı konuşamıyoruz, yazamıyoruz.

Yazının Devamını Oku

Kaçarım...

17 Şubat 2016
.

◊ Paye verildikçe, sorumluluğu arttıkça, “önemli insan” olma yoluna girince...
Veya şöhreti yükseldikçe, “sözü dinlenen adam” olmaya yaklaştıkça, karşısındakiyle olan iletişimi değişenlerden... Tatlı, sevimli, kadirşinas hallerinin “Köprüyü geçene kadar kendini sevdirme stratejisi” olduğunu bas bas bağıranlardan... “Buralar artık benden sorulur” haletiruhiyesine girenlerden, çevresindekilere tepeden bakmaya başlayanlardan... Kaçarım.
◊ “Kısayol”culardan, kolaycılardan... Üstelik kolaycılığın büyüğü küçüğü yok, hırsızlığın, suçun büyüğünün küçüğünün olmadığı gibi.
Ters yön tabelasını göre göre sokağa giren adamın önüne, bundan daha büyük bir kolaycılık fırsatı geldiğinde tepmeyeceğinden emin olabilirsiniz...
Kestirmecilik, kolaycılık, kısayolculuk... Bunları gördüğümde kaçarım. Böyleleri çok çalışmayı da sevmezler. Hep kısadan kısadan, kolaydan işleri görülsün, çok para kazansınlar, her işleri tereyağından kıl çeker gibi yürüsün isterler. Ömürleri “Acaba bu işte nasıl bir çakallık yaparak herkesin önüne geçsem” diye düşünerek geçer. Hayatın böyle yürüyeceğine inandıkları; doğanın, evrenin dengesinden haberdar olmadıkları için başlarına hep büyük felaketler gelir ve hep “Ne yaptım da bu oldu ki?” derler. Felaketten sıyrılmak için bile “Nasıl bir dümen çevirsem de bu felaketten kurtulsam?” derler. Evlerden ırak...
◊ Empati kuramayanlardan... Empati kuramadığı için bazen karşısındakine fark etmeden kötülük yaptığını anlayamayanlardan...
Bir defa şu konuda anlaşalım: Herkesin derdi, kendine en büyük. Fakat bir adamın derdi, bir başkası için 10. sırada olabilir, çünkü ilk 9’u kişinin kendi dertleridir ve öncelikleri kaplar. Dolayısıyla herkesin işini gücünü bırakıp tek kişinin derdiyle meşgul olmasını beklemek, bencillik ve “fark etmeden kötülük”e girer.

Yazının Devamını Oku

“Ördekleşiyorsun, dikkat!” diyememek...

16 Şubat 2016
Gençlik saplantısı malum, artık kadınları 30’larına gelmeden estetik müdahalelerle tanıştırıyor. Dozunda yaptıranlar tamam ama her sene “ördek dudakgiller”e yeni üyeler katılıyor. Bitmiyorlar, yenileri geliyor durmadan.

Yaşla beraber pek çok insanın etrafı, dudakları ördekleşmeye başlamış ama ayıp olmasın diye asla vaziyetle ilgili uyaramadıkları insanlarla dolmaya başlıyor üstelik.
Bu “ördek dudak” sendromu neden son bulmuyor, ben size söyleyeyim.
Bir defa bu uygulamayı yapan uzman, kadının ağız bölgesi ördekleşse bile “İğrenç oldu, bir daha gelmeyin” diyecek değil herhalde. “Çok güzel oldunuz, gençleştiniz”, “Çok ‘freş’ oldu” diyor; o da olmadı, gözlerini devire devire söylediği “İnnannnılllmaaaz” ve benzeri abartı sözlerle sırtını sıvazlayıp gönderiyor.
Sonra kadın, arkadaşlarıyla buluşuyor, “Nasıl olmuş şekerim?” diyor. Yakın arkadaşlar da arkasından “Yav ördeğe dönmüş?” diye konuşmalarına rağmen “Çok güzel olmuş şekerim, tam dozunda vallahi, bundan ‘bi tık’ daha fazlası olmaz” diyor.
Sonra kadın işe gidiyor, herkes kadınla konuşurken dudaklarının o garip hareketlerine odaklanıyor ama hiçbiri “ördeğe dönmüşsün” demiyor, kadın üzülmesin, gerginlik çıkmasın veya ayıp olmasın diye.
Yani “dudakların ördek olmuş kardeş” demek, sürekli ter kokan yakın bir tanıdığa “ter kokuyorsun” demekle eşdeğer. İkisini de diyemiyoruz.
Ördek dudak fenomeni de böyle sürüyor, gidiyor işte.

Yazının Devamını Oku

Kötü davranış sahibine aitmiş meğer!

15 Şubat 2016
Erken yaşlarda, tanıdığım veya az tanıdığım birinin bana durduk yere kötü davrandığını hissettiğimde derin bir üzüntüye kapılırdım. “Acaba nasıl bir kabahat işledim?” diye düşünürdüm.

Berbat bir ruh haline girerdim, kendime olan güvenim bir anda buhar olur uçardı; küçücük, ufacık, görünmez hissederdim kendimi. 

 

Veya tam aksi, varlığım ağır gelirdi, omuzlarımdan bastırırdı, derhal o ortamdan yok olmak isterdim. Bir anda evime ışınlanıp, yorganın altına girip kıvrılmak ve oradan hiç çıkmamak isterdim mesela. 

 

Sonra başlardım düşünmeye...

 

Karşımdakiyle ne zaman tanıştık, hatta hiç tanıştık mı, nasıl bir iletişimimiz oldu, arada geçen zaman içinde ona ne yapmış, söylemiş olabilirim diye önüme döker, kendimi kahrederdim.

 

Yazının Devamını Oku

Moda devrimi böyle başladı

12 Şubat 2016
Moda, hazır giyim, güzel kıyafetler, cilalı görüntüleriyle büyük zincir mağazalar, büyük indirimler, çok hesaplı harika ürünler, alışveriş deliliği...

Parlak spot ışıkları tüketicilerin gözünü öylesine alıyor ki, hemen ardındaki karanlık pek görünmüyor. İşte, bugün o karanlıktan bahsedeceğiz biraz.
Markalar, üretimlerini uzun süredir ucuz işgücü bulabildikleri 3. Dünya ülkelerine kaydırmış durumdalar. En ucuz üretimi kim yapıyorsa, en iyi fiyatı hangi tekstil üreticisi verebiliyorsa, ona gidiyorlar. Bu sistemden ötürü 3. Dünya ülkelerinde bulunan tekstil işçileri, fabrikaların asla iyileştirilmeyen koşullarında, neredeyse bedavaya çalışmaya mecbur bırakılarak, modern dünyanın köleleri olarak moda tarihinin bugününü yazıyorlar.
24 Nisan 2013’te Bangladeş’te, aynı böyle bir fabrika, Rana Plaza, kendi kendine çöktü. Bu bakımsız binanın içinde berbat koşullarda çalışan 1133, evet, BİN YÜZ OTUZ ÜÇ kişi öldü.
Tekstil fabrikası sahipleri, markalara en düşük üretim fiyatı verebilmek adına kendilerine “durduk yere” maliyet yaratmıyor, üretim merkezlerinde sağladıkları kötü koşulları düzeltmiyorlar.
Rana Plaza elbette son değil. Bu kölelik düzeni hâlâ sürüyor ve kısa dönemde sonu gelmeyecek.
Üç kuruşa, sefil koşullarda çalışan insanların ürettiği tekstil ürünlerini maliyetinin katbekat üstü fiyatlara satan ve sadece kâr odaklı çalışan büyük markaların kabahati elbette en büyük. Fakat bu ürünleri almayı kabul eden ve bu kölelik düzeninin sürmesine katkıda bulunan ise bizleriz, yani tüketiciler.
80’lerden önce, henüz hazır giyim sektörü tüketim kültürünün önemli bir parçası olmamışken, tekstil ürünleri dayanıklılık prensibine göre üretiliyordu. Yani kıyafet dediğimiz, insanların giyim ihtiyacını karşılamak için uzun yıllar bozulmayacak şekilde üretilen, dolayısıyla tüketilmeyen ürünlerdi. Alırdınız ve senelerce giyerdiniz.

Yazının Devamını Oku

Nostaljiden moda devrimine...

11 Şubat 2016
Eskici, antikacı, bit pazarı gezmeyi sever misiniz? Bir zamanlar birilerinin çok severek kullandığı, gözü gibi baktığı eşyaları karıştırmak bir nevi zaman yolculuğu sayılır.

Bugünün plastikliğinden, taklitçiliğinden, uydurukluğundan eser olmadığı günlerin eşyalarını, kıyafetlerini sanki dünyanın en büyük hazinesine ulaşmış gibi saatlerce incelemek, fotoğraflara bakmak...
Sahiplerinin nasıl insanlar olduğunu düşlemek...
Her şeyin “tanıdık” olduğu günlere gitmek, o sıcaklık hissini hatırlamak...
İstanbul malum, “Aradığınız bakkala şu an ulaşılamıyor” durumunda.
Kentsel dönüşüm bir yandan tanıdık görüntüleri hızla mahallelerden silerken, öte yandan durmak bilmeyen rant açlığı sayesinde 40 yıllık dükkanlar tarihe karışıyor, yerlerini bugünün zincir mağazaları alıyor.
“Yenilik kötüdür” demiyorum ama insanların o sıcak duygusunu, o tanıdıklık hissini, mahalle kültürünü söküp alan ve yerine kent kimliğine aykırı yapılar konduran yenilik, kötü yenilik.
İşte tam da bu yüzden insanlar eski değerleri, eski görüntüleri, eski eşyaları, eski duyguları daha çok özlüyor. Facebook’taki eski fotoğraf gruplarına muhakkak rastlamışsınızdır.

Yazının Devamını Oku