Paylaş
Sonuçlara göre, nüfusun yüzde 56,6’sı hayatından gayet memnun.
En yüksek mutluluk oranı 18-24 yaş arası görülüyor.
İnsanın aklının en havada olduğu yıllar.
Doğru ya...
İlk defa aşık oluyorsun, ilk defa kendini bir yetişkin gibi hissediyorsun...
Okuyorsun, ilk defa çalışıyorsun, kendini özgür hissediyorsun, her şeyi yapabilirsin, önünde milyonlarca seçenek var ve bunların hepsini değerlendirebilirsin gibi görünüyor.
Sınırlar yokmuş gibi geliyor.
Sorumluluklar arttıkça kendine sınırlar çiziyorsun.
Belirli yerlere saplanıp kalıyorsun, sınır çizmemek elindekileri, sahip olduklarını riske atmak gibi geliyor.
Kendine bir yetişkin olarak hayat kurdukça, çerçeveni çizdikçe, biriktirdikçe, köklerini saldıkça devreye elindekileri korumak giriyor.
Geleceğe dair korkuların, kaygıların artıyor.
Mutluluk ibresi kaygılı ve huzursuz bir hisse bırakıyor kendini.
Ülken için, içinde yaşayanlar için, kendin için endişeleniyorsun.
Çocukken bunlar “büyük işi” idi sanki, bu kadar dokunmaz, sanki seni hiç etkilemeyecek gibi gelirdi...
Fakat 25’i aşınca başka bir evreye girdiğini anlıyorsun.
“Bizi bu koşullarda nasıl bir gelecek bekliyor?” diye kendini yemeye, geleceğini çalma ihtimali olan insanlara ateş püskürmeye, haksızlıklara, adaletsizliklere tahammül edememeye başlıyorsun.
Sonra ne oluyor, biliyor musunuz?
Çocuk. Evet, doğru okudunuz, çocuk.
Ve tüm bu “genel dertler” uçup, gidiyor.
O ateşli, tüm haksızlıklara başkaldıran, ülkesinin dertlerini her türlü derdin önüne koyan insan gidiyor, tek amacı kendi fanusunu oluşturarak çocuğuna odaklanmak olan, gündemi başka insanlar geliyor.
Türkiye’de, toplumsal gerginlik, mutsuzluk, gelecek endişesi, kötü yönetilmek gibi meseleler hemen hemen her konuda uçlarda hissetmeye ve yaşamaya neden oluyor.
Fanusun içinde tatlı hayat
Şimdi anneler toplu halde kızmasın ama pek çok kadında “annelik” dediğimiz mesele de biraz böyle. Çocuktan önce çook başka dertleri olan kimi kadınlar, doğurduktan sonra kendi fanusunun içinden çıkmayı reddeden, dünyanın en zor, hatta imkansız işinin üstesinden gelmiş ve bu yüzden sürekli alkış bekleyen, sadece çocuğundan (ve dolayısıyla ona aşırı yardım eden, düşünceli, mükemmel ötesi kociş, babiş veya eşlerine her ne isim taktılarsa onlardan) bahseden, sosyal medyada karşılıklı “maşallahçılık” oynamaktan başka yapacak işi, söyleyecek sözü kalmamış kadınlara dönüşüyorlar. Elbette insanlık devam edecek, insanlar bir araya gelecek, anlaşacak, evlenecek ve bir sürü çocuk dünyaya getirecekler ancak insanın hayatında “çocuktan önce” ve “çocuktan sonra” kaygılarının bu kadar keskin biçimde yer değiştirmesi bana biraz acayip geliyor. Esasında tam tersi olması beklenirdi, öyle değil mi? Yani çocuk sahibi çiftlerin ülke meselelerine daha çok sarılmaları, ülkenin geleceğinin kendi çocuklarının geleceği olduklarını düşünmeleri... Öyle olmuyor. “Çocuğumuzu bu kaostan nasıl kurtarırız, yurt dışına nasıl postalarız, arzu etmediğimiz yaşam biçimlerine ‘bulaştırmadan’ nasıl yetiştiririz, Türkiye’de kimsenin bize bulaşmayacağı bir fanus nasıl yaratırız?” diye düşünen, “Artık buradan bir halt olmaz” yılgınlığına kapılmış, yorgun, umutsuz, genel olarak mutsuz ama kendi fanusu içinde çok mutlu insanlara dönüşüyorlar. Hafta sonları AVM’lerde gezerken, alışveriş yaparken, parkta maaile dolaşırken çok mutlular. Mesele sadece çocuk da değil elbette. Her gün başka bir acıyla karşılaşılan bir ülkede, herkes kendi fanusuna kapanıyor, kendi çevresini yaratarak mutlu olmaya çalışıyor.İşte tam da bu yüzden TÜİK’in Yaşam Memnuniyeti araştırmasından “Türkiye mutlu” sonucu çıkması normal. Delirmemek için normal ama bu “Herkes halinden memnun valla” koşullarında canımızı acıtan konularla ilgili olarak büyük bir toplumsal değişim beklememek gerekiyor galiba.
Paylaş