Şimdiki gezginler şanslı

Herkesin evine dönmesini fırsat bilip tatile çıktım. Güneydeki ıslak koyları dolaştım. Bol bol kitap okudum. Gördüklerimi, yediklerimi ve okuduklarımı iki hafta boyunca sizinle paylaşıp, biraz soluk almanıza yardımcı olacağım.

Önceki yazılarımdan birinde tatilde evde oturup, boş boş bulutlara baktığımı, bahçeyle uğraştığımı, kargaların fıskiye altında yıkanmalarını seyrettiğimi, bir takım tamirat işlerine girişip, duvarları delik deşik ettiğimi yazmıştım. Aslında normal günlerde yapmadığım bu işleri yaparak, tatilde yaşamın frenine basmaya çalışıyordum. Yaşamın akışını biraz yavaşlatarak, çevremde olup biteni gözlemek istiyordum. Bu yıl yine öyle yaptım. Yaşamı yavaşlattım ama, evde oturup bulutlara bakmadım. Yine yollara düştüm. Ama bu kez pek telaşa kapılmadan ‘kürekleri aheste çektim’. Niyetim, okulların açılmasıyla birlikte sessizleşen güney sahillerinde gönlümce dolaşmaktı. Bu bir tatil gezisi olacağı için, fotoğraf çekme, not alma, dağda bayırda koşturma telaşı olmayacaktı.

Gittim, gezdim, yedim ve okudum. Yaptığım bu eylemlerin hepsi de o kadar keyif verdi ki, bunları sizinle paylaşmadan edemedim. Tatil notlarımın, bu güz koşturmalarında sizlere bir soluk aralığı olmasını dilerim.

AKHİSAR'IN KÖFTESİ

Yol üstünde yeme-içme işine Akhisar'da başladım. Hep övgüsünü duyduğum ama bir türlü tadına bakamadığım Akhisar Köftesi'yle bu sefer tanıştım. Kırmızı et yasağını göz ardı edip, gerçekten de her türlü övgüye layık olan bu köfteden bir porsiyon yedim. Hekim arkadaşım Tuğrul Okay'ın tembihleri kulaklarımda çınlamasaydı, bir porsiyon daha rahatlıkla yiyebilirdim. Köftenin tadı damağımda kaldı.

İlk durağım Kuşadası oldu. Her zaman yaptığım gibi, güneşi Kısmet Oteli'nin nefis manzaralı barında batırdım. Oturduğum yerden çevreyi şöyle kolaçan edince, yapılaşmanın dolu dizgin sürdüğünü gördüm. Karşı tepelerde artık bir karış bile boş yer kalmamıştı. Allahtan güneş ortalıktan çekildi de bu çirkinlikleri uzun uzun seyretmek zorunda kalmadım. Burum buram Bodrum mandalinası kokan cin toniğimi yudumlayarak marinada oynaşan yakamozları seyrettim.

Akşam yemeğini yiyeceğim ‘Tarihi Çınar Altı’ lokantasına giderken, gelecek yıl Kuşadası yerine Tire'de soluklanmanın daha iyi olacağına karar verdim. Hem Kaplan Köyü'nde Lütfü ile Hürmüz'ün lokantasında, Küçük Menderes Ovası’nı kuşbakışı seyrederek nefis ot yemekleri yiyebilirdim hem de Tire'nin renkli sokaklarının keyfini çıkartırdım.

Tarihi Çınar Altı ‘yol üstü’ lezzet duraklarımın en favorilerinden birisiydi. Kısmet Oteli'nin hemen yanı başında yer alan bu lokantada, denizi kuşbakışı seyrederek yemek yemenin keyfini çok az yerde yaşıyordum. Her zamanki gibi çeşitli yöre otlarıyla yapılmış mezeleri, sızma zeytinyağının içinde adeta yüzen ahtapot bacaklarını, kalamar dolmasını, en sonunda da taze deniz levreğini tadını çıkarta çıkarta yedim.

Ertesi gün soluğu Marmaris-Datça arasında yer alan Bördübed mevkiindeki ‘Golden Key’ adlı küçük tatil köyünde aldım. Bu köyden daha önce bahsetmiştim. Ormanın içinde küçük bir derenin kıyısında kurulmuş olan bu tesis, tam cinime göre bir yerdi. Kuş sesinden, birbirini kovalayan ördeklerin bağırtılarından, nefesleri bir türlü kesilmeyen ağustos böceklerinin cızırtısından başka ses duyulmuyordu. Burada kaldığım sürede bol bol kitap okumayı aklıma koymuştum. Yanıma (biraz da abartarak) yeteri kadar kitap almıştım. Vakit geçirmeden soluğu tesisin plajının bulunduğu yarımadada aldım. Bir çam ağacının altına uzanıp, satırların arasına daldım. Sıcaktan bunaldıkça da kendimi Gökova Körfezi'nin lacivert sularına bırakıp uzun uzun yüzdüm.

Alman yazar Winfried Löschburg'un ‘Seyahatin Kültür Tarihi’ ilk okuduğum kitap oldu. Bu kitaptan oldukça ilginç bilgiler edindim. Örneğin XVIII. yüzyıl başına kadar gezginlerin günlük seyir hızı, ortalama 25 ila 60 kilometre arasında değişiyordu. O devirde yolculuk demek, çoğunlukla uzun bir yürüyüş anlamına geliyordu.

Kitapta yüzyılın ortasındaki yolculuklar şöyle anlatılıyordu: ‘İnsanlar yolculuğa çıkmadan önce işlerini düzene koyup, vasiyetnamelerini yazıyorlardı. Avrupa'yı boydan boya geçip, Sibirya'ya varmak isteyenler böyle bir yolculuğa bir yıl ayırmak zorundaydılar. Fransa'dan yola çıkan bir gemi, Ümit Burnu'nu geçerek yaklaşık 650 günde Çin'e varırken, Peru'ya gidiş-geliş üç dört yıldan fazla sürüyordu. Koca karınlı ahşap gemiler bazen limanda haftalarca uygun rüzgarın çıkmasını bekliyorlardı. Bir deniz yolculuğundan daha belirsiz bir şey yoktu. Amerika'ya doğru yola çıkan her on yolcudan biri, hedefine hiçbir zaman ulaşamıyordu...’

İLK TREN HATTI

‘Seyahatin Kültür Tarihi’nden öğrendiğime göre gezi rehberi diye nitelendirilecek ilk kitap İngiltere'de yayımlanmıştı.1836 yılında Londralı yayıncı John Murray'ın yazdığı ‘Red Book’ adlı bu kitapta Hollanda, Belçika ve Ren bölgesinin gezilip görülecek yerleri anlatılıyordu. Kitaptan öğrendiğime göre bugün kullandığımız türden bavullar, 1870 yılları civarında demiryolu trafiğinin yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıktı. İlk tren hattı İngiltere'de 25 Eylül 1825 tarihinde, Stockton-Darlington arasında hizmete açıldı. Tren seferleri Amerika'da 1829'da, Fransa'da 1831'de, Belçika ve Almanya'da 1835'te, Avusturya ve Rusya'da 1837'de, Hollanda ve İtalya'da 1839'da başladı. Ülkeler arası ilk tren seferi ise 1843 tarihinde, Belçika ile Almanya arasında yapıldı.

Max von Weber, tren seferleri başlamadan önceki yolculukları şöyle anlatıyordu: ‘Babalarımızın posta arabasına binerken giydiği o kocaman, gri mantoları, kukuleta ve kürk başlıkları, ağır çizmeleri ve kalın gri yün çorapları kim hatırlamaz ki?.. Yolculuğa çıkan insanlar en kötü giysilerini giyer, böylece arabada kirlenip, buruşmasına aldırmazlardı. Evde hazırlanan sandviçlerin ve piponun konabilmesi için ceplerin yeterince geniş olması gerekiyordu. Tahtadan yapılmış demir kasnaklı bavullar çok ağırdı. Kadınlar, başlarında kukuleta, ayaklarında keçe ayakabı ve üstlerinde pamuklu kaba paltolarla kendilerini bile bile çirkinleştirip, yolculuk tehlikelerinden korunmaya çalışırlardı...’

Yine kitaptan öğrendiğime göre ilk turistik turu, marangoz ve gezici vaiz olan İngiliz Thomas Cook düzenledi. İlk dünya turunu ise 1878 tarihinde Berlinli Carl ve Louis Stangen kardeşler pazarladı. Yedi kişinin katıldığı bu tur sekiz ay sürdü.

Tahmin edeceğiniz gibi kitap öylesine ilginç bilgilerle doluydu ki, bir solukta bitirdim. Yüzyılın başındaki yolculukların zorluklarını okudukça, o devirlerde gezgin olmadığıma dua ettim. Çünkü o gezilere her babayiğit dayanamazdı. Kitapta o dönemin gezginlerinde aranan özellikler şöyle sıralanıyordu: ‘Seyyahın vücudu güçlü ve sağlıklı olmalıdır. Bütün yolculuklara dayanabilmeli, duruma göre arabalı ya da arabasız gece gündüz yol alabilmeli, önüne ne konursa yiyip içebilmelidir. En ufak zorluktan yılacak kadar dayanıksız ve narin olan kimseler evlerinde otursunlar daha iyi...’

İkinci gün okumaya başladığım kitap da keşiflerle ilgiliydi. Joachim G. Leithauser adlı Alman yazar ‘Ufkun Ötesindeki Dünyalar’ adlı kitabında dünyanın keşfediliş öyküsünü anlatıyordu. Bu kitapta da ilginç bilgiler vardı. Örneğin Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşif yolculuğu sırasında kullandığı gemilerin boyutunu öğrenince hayrete düştüm. O zamanlar gemilerin büyüklüğü ‘Tun’ ile ifade ediliyordu. Tun, büyük şarap fıçılarına verilen isimdi. Güvertenin altına sıralanan tun miktarı, geminin büyüklüğünü gösteriyordu. Kolomb'un sefere çıktığı gemilerin en büyüğü 50 tun kadardı. Yani ünlü kaşif 50 fıçı büyüklüğündeki gemilerle okyanusları aşmıştı.

Kitapta anlatılanlara göre, o devir teknelerinde mutfak ve aşçı bulunmuyordu. Yemek pişirmek için kullanılan tek yol, güvertenin bir köşesinde, zemine kum serilerek yakılan ateşti. Günde bir kez sıcak yemek verilir, gemiciler bütün yemekler için tek bir tahta çanak kullanır ve elleriyle yerlerdi. Yiyecek çeşitleri ise çoğunlukla iyi pişmemiş, tuzlanmış et ve peksimet ile bezelye, mercimek ve balıktı. Tuvalet ihtiyacı ise küpeşteden sarkıtılan bir iskemleye oturarak herkesin alaylı bakışları arasında yapılırdı.

‘Ufkun Ötesindeki Dünyalar’ adlı kitap aynı zamanda, İspanyolların Güney Amerika'da yaptıkları katliamı tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyordu. İspanyol komutanlar, birkaç avuç altın uğruna milyonlarca yerliyi öldürmüşlerdi. Bunların içinde elini en çok yerli kanına bulaştıran Hernan Cortes oldu. İspanyol komutan bugünkü Meksiko kentini alabilmek için, 100 bin Aztek'i gözünü kırpmadan öldürmüştü. Kanlı komutan notlarında şöyle diyordu: ‘Dünyanın bu en güzel şehrini yakıp yıkmaktan nasıl vazgeçeceğimizi bilemiyordum... Sonunda her binanın yerle bir edilmesini planladım. Bir bina tamamen yıkılmadan ilerlemek yoktu. Tek bir duvar ayakta kalmamalıydı...’

Pasifik Okyanusu'nun ne anlama geldiğini de bu kitaptan öğrendim. Portekizli denizci Fernao de Macellan, okyanusu ilk gördüğünde hava öylesine durgun, öylesine çarşaf gibiydi ki, buraya ‘Sükunet Denizi’ anlamına gelen ‘El Mare Pacifico’ adını verdi.

GÜN BATIMI

Yukarıda anlattıklarımdan anlaşılacağı gibi, beş gün boyunca kitaplardan kafamı pek kaldırmadım. Sıcaktan bunaldıkça, denize atlayıp uzun uzun yüzdüm. Böylesine monoton bir yaşamı ne kadar özlediğimi fark ettim. Son gün tepelere çıkıp, Gökova'da güneşin batışını seyrettim. Datça Yarımadası'nın dağlarında o saatlerde tüm detaylar kayboluyordu. Birbirlerinden ton farklarıyla ayrılıyorlardı. Koyu duman, kararmış gümüş, siyahı bolca gri... Bir de eteklerine duman oturuyordu. Bulunduğum tepenin sahilini döven dalgalar, kıyıda bembeyaz köpüğe dönüşüyordu.

Güneş Datça'nın ucunda kaybolmaya yüz tutunca, arabanın disk çalarına Bizet'nin ‘İnci Avcıları’nı koydum. Nadir'in aryasını dinlerken, güneşin denizin üstündeki turuncu yansımasına bakıp düş yolculuklarına çıktım. Tabii ki bu güzel anı mataramdaki malt viski ile tatlandırmayı ihmal etmedim.

Gezinin birinci bölümü bol okumalı geçti. İkinci bölümde ise yöredeki lezzet duraklarını, Göcek'in cennet koylarını keşfetmeye çalıştım. Onların hikayesi de haftaya kaldı.
Yazarın Tüm Yazıları