Datça'dan sonra Göcek'in cennet koylarında ve dağ başında yazdan kalma kırıntıları topladım. Yeşilin maviyle kucaklaşmasını, güneş batarken dağların renkten renge girmesini seyrettim ve bir süreliğine yavaşlattığım yaşamın gazına tekrar bastım.
Sanki Orhan Veli şu dizeleriyle beni anlatmaya çalışmış: ‘‘Gün olur başım alır giderim,/ Denizden yeni çıkan ağların kokusunda./ Şu ada senin, bu ada benim/ Yelkovan kuşlarının peşi sıra...’
Yanımda bir çanta kitapla çıktığım ‘Güz Tatili’nin ikinci bölümünde önce, Datça Yarımadası civarındaki lezzet duraklarından bahsedeceğim. Sanırım öncelikle yol üstünde hemen hemen her yerde yapılan gözlemeden işe başlamak lazım. Sizi bilmem ama ben iflah olmaz bir hamurcuyum. Bu yüzden de bütün rejim girişimlerim başarısızlıkla sonuçlanır. Gözleme yazan tabelalar bile ağzımın sulanmasına neden olur. Bu sefer dayanamadım, Selimiye yolu üstündeki bir gözlemecinin önünde durdum.
Bildiğim kadarı ile gözlemenin pek fazla bir pişirme özelliği yoktur. Burada önemli olan içine konan malzemedir. Ben genellikle peynir ve ot karışımını tercih ederim. Yağı da yufka kızardıktan sonra sürdürürüm. Yani yağın saçın üstünde yanmasına izin vermem. Yol üstündeki gözlemeci, işini bilen cinstendi. Bir tane pırasa-patates karışımlı yedim. İkincisini yememek için kendimi epey zorladım.
Diğer lezzet durağım, Selimiye'deki Sardunya oldu. Burası denize omuz vermiş bir restorandı. Masalar muz ağaçlarının gölgesine sığınmıştı. Önündeki iskeleye bağlanmış yabancı bandıralı yatlar, düş yolculuklarına neden oluyordu. Bildik ama lezzetli mezeler, denizden çıkanlarla sarılmış Çin böreği, mevsiminde gelenlere kabak çiçeği dolması, tartılırken teraziden zıplayan taze balık, tüm bunlara ek olarak bir de lacivert deniz... Bütün bunlar insanı, yeme ve içme konusunda yeterince tahrik ediyordu. Sardunya'nın adresini, gelecek yıllar için defterime not ettim.
MANZARA PEŞİNDE
Bir başka lezzet duraklamasını da, Bozburun'a giderken, Orhaniye'de Martı Marina'nın hemen bitişiğindeki Zuhal Restoran'da yaptım. Burası geçmiş yıllardan bildiğim bir adresti. Onun için tereddüt etmedim. Denizi, tekneleri, martıları seyrederek önce güneşi batırdım. Ardından deniz mahsulleri güveci, sübyeler ve taze meyvalardan yapılmış mis kokulu dondurmayla hasret giderdim. Zuhal hanımın yeri, oralara gidilmişken uğramadan geçilmeyecek bir mekándı.
Bir başka adreste Bozburun Söğüt köyünde idi. Restoran ‘Manzara’ adını gerçekten de hak etmişti. Serin bir rüzgar eşliğinde karşıda adalar, uzaklardan geçen tekneler, yakamozların oynaştığı çivit mavisi bir deniz, karşı tepelerde, parlak, sıcak bir ışıltının altında uyuyan sarı tarlalar... Bu muhteşem görüntülere sahip olan Manzara, mütevazı bir restorandı. Bu aile işletmesinin başrolünde evin hanımı Bircan Darali vardı. Bircan hanım beşinci sınıftaki oğlu, şoförlükten fırsat buldukça yardıma gelen kocası, annesi, babası ve kardeşi ile birlikte, manzaraya dalıp gitmiş sessiz müşterilere taze balık ve meze yetiştirmeye çalışıyorlardı. Manzara öylesine güzeldi ki, kimsede ‘şerefe’ diyecek hal bile kalmıyordu.
Bende de kalmadı. Tepenin eteklerindeki Cumhuriyet mahallesine bakarken, Ege ile karışan Akdeniz beni içine aldı. Aklıma İspanyolların Nobel ödüllü ozanı Juan Ramon Jimenez'i getirdi. Onun metinlerini ne zaman okusam, kendimi hep Akdeniz'in kıyısında bulurum. İşte ‘Platero ve Ben’den bir paragraf. Bakalım sizi de Akdeniz'e sürükleyebilecek mi:
‘Öğlenleri güneşin en sıcak saatlerinde bütün kasaba çam kokar, sıcak ekmek kokar. Bütün kasaba ağzını açar. Kocaman bir somunu yiyen kocaman bir ağız gibi. Her şeyin içine işler ekmek: Zeytinyağının, soğuk domates çorbasının, peynirle üzümün; kızarmış bir ekmek kabuğunun öpücüğü andıran tadı, şaraba, ete, domuz pastırmasına siner. Bu tat yalnız başına da umut gibi bir şeydir ya da bir düşle gelir...’
Datça Yarımadası'nda beş gün oyalandıktan sonra, tatilimin ikinci bölümünü geçireceğim mekána doğru direksiyonu kırdım. Göcek'i geçtikten hemen sonra, Gökceovacık yazan tabeladan saptım. 20 dakika süren bir tırmanışın ardından, Zeytinlik mahallesindeki ‘Montenegro’ya vardım. Burası eşimin bir dergide görüp, adresini kaydettiği ilginç bir tatil mekánıydı. İşadamı Selim Karadağ, İstanbul'daki yoğun tempodan sıkılınca, yanına eşi Sina'yı alıp soluğu burada almıştı. Sonra mimar arkadaşı Halis Yıldırım ile birlikte, kolları sıvayıp dağın tepesine, biri kendisine diğeri ziyaretçilere olmak üzere iki tane ev yaptırmıştı. Yöre mimarisine uygun, yöre taşlarından yapılan evlerin güzelliği anlatılacak gibi değildi.
DAĞ BAŞINDAKİ LÜKS
Dağ başındaki böylesine özenli bir yapıya, hiçbir yerde rastlamamıştım. Ben oraya vardığımda Selim bey bir iş için yurt dışına gitmişti. Onun için tanışıp, tebriklerimi sunamadım. İşinin ehli olduğu evlerin her noktasından belli olan mimar Halis bey de, ben oradayken bir kazada vefat etti. Onu da görüp, elini sıkma fırsatını bulamadım.
Evlerden birinden Selim bey ve eşi oturuyordu. Biraz ilerideki ev ise isteyenlere istedikleri süre için kiralanıyordu. Evin içinde her türlü konfor düşünülmüştü. İsterseniz yemeği kendiniz hazırlıyordunuz. Mutfakta gerekli bütün alet edevat mevcuttu. Dışarıdaki sabit barbekünün yanına, pilli hava üfleyicisi konmuş, duvara bir demet kekik bile asılmıştı. Yani hiçbir detay gözardı edilmemişti. Boncuk mavisi küçük havuzu, bir yatak kadar rahat şezlongu, büyük minderli Amerikan barı ile evler, bir dekorasyon dergisinden fırlamış gibiydi. Ufka doğru uzanıp giden dağlar da dekoru tamamlıyordu.
Çantaları bırakıp bir koşu Göcek'e gidip, akşam için nevale toparladık. Güneşin batışını kaçırmamak için, vakit geçirmeden tekrar Montenegro'ya döndük. Şarapları doldurup, terastaki yerimizi aldık. Bir eşek uzun uzun anırdı. Bir koyun meledi. Yüzlerce kuş, ardı arkası kesilmeyen sesleriyle ormanları bir cümbüşe çevirdi. Sini gibi dupduru olan güneş, dağların arkasına çekilmeye başladı. Gökyüzü önce altın, sonra gümüş, sonra lapis ve yakuta dönüştü. Dağlar kat kat oldu. Detaylar silindi. İki uçak, turkuvaza boyanan gökyüzünün üstüne beyaz çizgiler çizdi. Bir yandan gün çekildi, bir yandan gece geldi. Önce yıldızlar göründü, sonra gümüş ışıklar saçarak koskoca bir ay gökyüzüne asıldı kaldı. Orhan Veli sanki tüm bunları görmüşçesine şu mısraları fısıldadı: ‘Deli eder insanı bu dünya/Bu gece, bu yıldızlar, bu koku...’ Bu sihirli görüntüler yüzünden yemeği unuttuk. Orada kaldığım iki gece bu güzellikleri doya doya seyrettim ama doyamadım.
Ertesi gün koyları gezebilmek için Göcek'e indim. Karadan ulaşılması zor olduğundan uzun yıllar bakir kalan kasaba, yolların yapılması ile birlikte yapılaşmaya da kucak açmıştı. Çevre tepelerde ‘tripleks’ villalar, mantar gibi boy göstermeye başlamıştı. Kasaba hala eski özelliklerini koruyordu. Dükkanlar, restoranlar liman çevresinde yoğunlaşmıştı. Limana bağlanan tekneler, gereksinmelerini buralardan karşılıyorlardı.
CENNET GÖCEK
Sezon sonu olduğu için oldukça makul bir fiyata küçük bir tekne kiralayıp koylara doğru açıldım. Genç kaptanın adı Muhammet'ti. Yazları turistleri gezdiriyor, kışları ise balıkçılık yapıyordu. Muhammet civa gibi bir kaptandı. Yöre denizini en iyi kendisinin bildiğini öne sürüyordu. Bir de teknesinin hızıyla övünüyordu.
Önce adalar zincirinin başındaki Göcek Adası'nın çarşaf koylarından birinde durduk. Denize girdiğimde maviye boyandığımı sandım. Çamların denize vuran gölgelerinde yüzdüm. Tekneye çıkınca Muhammet'i olta sallarken buldum. Akyaların önünden kaçak küçük balıklara çırpma yapıyordu. Ben de ona özendim ama, ikimiz bir olup bir tavalık bile balık yakalayamadık.
Sonra Yassıca Adası'na yanaştık. Deniz burada da öylesine tahrik ediciydi ki, mayomun kurumasına fırsat vermeden tekrar sulara atılıverdim. Ardından Zeytinli Adası, hemen onun arkasında Domuz Adası derken vakit öğleye vardı. Tersane Adasında motoru kıçtan kara yapıp, sahildeki derme çatma lokantaya oturduk. Adanın bekçisinin işlettiği bu çardak altında, bekçinin eşinin mayaladığı taze yoğurdu, yine onun yaptığı keçi peynirini, çoluk çocuk hep beraber kırdıkları yeşil zeytinleri, kıpkırmızı bahçe domatesleriyle yapılmış çoban salatasını, yine kendilerinin üretimi olan sıcak ekmeğe katık ederek, lezzetli bir öğle yemeği yedik. Yemekten sonra teknenin gölgeliğinin altına uzanıp, kendimi rüzgarın okşamalarına bıraktım. Yattığım yerden, laciverdin mora karışıp çivit mavisine dönüştüğü suları seyrettim.
TATİLE ELVEDA
Rotayı Muhammet'e bıraktım. Beni süt liman koylara götürmesini söyledim. Önce Sıralıbük'e ardından Bedri Rahmi Koyu'na uğradık. Bedri Rahmi, 1973 yılında Azra Erhat ve Sabahattin Eyuboğlu ile birlikte çıktığı Mavi Yolculuk’ta bu koyda demirlemiş ve bir çeşmenin yanındaki bir taşa bir balık figürü yapmıştı. Daha önceleri Taşyaka olan koyun adı sonra Bedri Rahmi Koyu olarak anılmaya başlamıştı. Kille Koyu'nda kendimi denize bırakıp, öğle sersemliğini üstümden attım. Oradan Boynuzbükü, Akbükü derken, denize gire çıka vakti akşam ettim. Göcek Limanı'nda Muhammet'le vedalaşırken ona, kışın balık tutmaya geleceğimi söyledim. Dönüş yolu için arabaya bindiğimde, uzaklarda bir yerde pembe bulutların ‘iplik iplik yağmura’ dönüştüğünü gördüm. Tatil bitmişti artık. Bir süreliğine frenine bastığım yaşam, yine tam gaz sürüp gidecekti. Sonbaharın son günlerinin doyumsuz renklerini seyrede seyrede İstanbul'a döndüm.