Şimdi adalara gitmenin tam zamanı. Yazlıkçılar döndü. Ada gerçek sahiplerine kaldı. Issız sokaklarda, sararmış yapraklara basarak yürümenin keyfi anlatılacak gibi değil. Hele sahildeki restoranlarda, İstanbul'a karşı yenen lüferin tadına doyum olmuyor.
Geçen hafta uzaklardaki ‘Kaçış Adaları’ndan bahsetmiştim. Bu hafta yine adaları yazacağım. Ama bu kez anlatacaklarım, çok uzaklarda olmayan, hatta ‘burnumuzun dibindeki’ adalar olacak. Bazı güzellikler vardır ki, onların pek farkında olmayız. Her an elimizin altında oldukları için göz ardı ederiz. O güzellikler nasıl olsa oradadır ve istenildiğinde ulaşıla bilinir. Onun için bütün çabalar uzaklarda olanlar için harcanır.
Bu hafta ve gelecek hafta anlatacağım adalar hep gözümün önünde durur. Evime giderken onları seyrederim. Sabah yürüyüşlerimde, yüzümü onlara dönüp derin nefes alırım. Akşamları yine onlara bakarak güneşi batırırım. Arada bir onların yakınında, istavritlere çapari sallarım. Bunların hepsini yaparım da yolumu nedense bir türlü oralara düşüremem. Halbuki beni adalara götürecek vapurlar, evime beş dakika uzaklıktaki Bostancı iskelesinden kalkar. Dünyanın en uzak köşelerindeki ıssız adalara övgüler düzerimde, sıra bizim adalara gelince harf cimrisi olur çıkarım.
Reşat Ekrem Koçu'nun ünlü İstanbul Ansiklopedisi'nde Adalar maddesi şöyle başlar: ‘İstanbul'un eşsiz güzellikte bir yazlığıdır. Ecdadımız toprağının renginden dolayı 'Kızıl Adalar' derdi. Avrupalı'lar, tarihi hatıralarla 'Prens Adaları' der, biz ise sadece 'Adalar' deriz. Müverrih Hammer, Bizans manastırlarındaki münzevi keşişlerin hatırasına nispetle 'Evliya Adaları-Iles des Saints', Dethier de aynı izden giderek 'Keşiş Adaları' tabirlerini kullanırlar...’
KANLI BİR GEÇMİŞ
Genellikle dört tanesinden söz edilse de, adalar tam dokuz tanedir ve kuzeyden güneye doğru şöyle sıralanırlar: Kınalı, Burgaz, Kaşık, Heybeli, Büyük, Tavşan, Sedef. Daha açıkta ise Sivriada ile Yassıada yer alır.
Adaların bugününe bakmadan önce geçmişinde dolaşmakta yarar var. Bu cennet mekánların Bizans döneminde iyi bir şöhreti yoktu. Tahtan indirilmiş imparatorlar, prensler, asi kumandanlar, patrikler genellikle bu adalara sürülür, çeşitli işkencelere uğratıldıktan sonra öldürülürdü. Reşat Ekrem Koçu, kanlı geçmişi ve cennete benzer bugünü şöyle tanımlar: ‘Çam ormanları ile örtülmüş tepelere, kır çiçekleriyle bezenmiş vadilere bakınca, bir zamanlar buralarda imparatorların işkenceler, mahrumiyetler altında ve korkunç bir sefalet içinde inleyip mahvolduklarına kimse inanamaz. Adaların bugünkü hali, bir cinayetin kurbanı olmuş bir bahtsızın cesedi üstüne örtülmüş altın nakışlı bir şala benzer...’
Tarih kitaplarına bakılırsa adalar Türkler tarafından, İstanbul kuşatmasının on ikinci Salı günü (17 Nisan 1453), 30 kadırga ve bir o kadar küçük gemi ile gelen donanma komutanı Baltaoğlu Süleyman Bey tarafından fethedilmiştir. XVIII. yüzyıl sonlarına doğru, İstanbul'dan adalara kayıkla gelinirdi. Ada kayıkları Tophane iskelesinden, öğleden sonra dörtte kalkardı. Bu kayıklarla Büyükada'ya yolculuk üç saat sürerdi. İstanbul- adalar arasında ilk vapur seferleri 1846 yılında başladı.
Adaları anlatmaya Kınalı'dan başlayacağım. Vapura bindiğimde yazdan kalma bir gün, kışa karşı son direnişini gösteriyordu. Güneş vardı ama hava ısırıyordu. Arka sahanlığa geçtim. Kenara yaslanıp, bir yandan pervanenin köpürttüğü denize, bir yandan çığlık çığlığa simit isteyen martılara baktım.
Ada yaklaştıkça, İstanbul uzaklaştı. O açıdan bakınca kenttin görünümünden ürktüm. Sahili kaplayan beton yığınının, yeşil tepelere doğru kanserli bir hücre gibi ilerlediğini gördüm. Keyfimi fazla kaçırmamak için yüzümü adalara doğru döndüm. Kınalı, adalar arasında İstanbul'a en yakın olanıydı. Onun için Bizans döneminde, ‘birinci’ anlamına gelen ‘Proti’ adıyla anılmıştı. Kınalı denmesine de, toprağının kırmızıya çalması neden olmuştu.
Vapura bindikten 20 dakika sonra, zirvesi anten ormanına dönmüş olan Kınalı'ya indim. İskeleden çıkıp sola doğru yürümeye başladım. Yaz cıvıltısı yerini güzün sessizliğine terk etmişti. Yazlıkçılar kışlıklarına dönmüş, Kınalı gerçek sahipleriyle başbaşa kalmıştı. Üçgen çatılı ve üçgen minareli meşhur caminin yanından geçtim, mor renkli begonvillerin sarıldığı duvar diplerinden yürüdüm. Çevresi binalarla çevrelenmiş futbol sahasının yanında soluklanırken, adanın yetiştirdiği Eşfak Aykaç, Şükrü Gülesin, Kova Osman (İncili) gibi ünlü futbolcuları saygıyla andım. Afiş ressamı İhap Hulusi'nin de bu adanın çocuğu olduğunu hatırladım.
ADANIN ARKA YÜZÜ
Evleri bitirip adanın arka kısmına geçince, ön yüzdeki özenli görüntünün kaybolduğunu gördüm. Bu bölümü, evlerin gözlerden uzak olan arka balkonlarına benzettim. Kınalı'nın arkası da arka balkonlar gibi dağınık, düzensiz ve çirkindi. Daha sonra Megalo Lakka-Büyük Çukur, Mikro Lakka-Küçük Çukur denen yere geldim. Buradan çıkarılan taşların, İstanbul'un eski ve yeni tarihinde ne kadar önemli bir rol oynadığını bildiğim için biraz durakladım. Bizans surlarının buradan çıkarılan taşlarla yapıldığını not defterime yazıp altını çizdim.
Manastır Koyu'nda, lodosun sürükleyip getirdiği çöp yığının oluşturduğu çirkinliğe üzüldüm. Pis kokunun nereden geldiğini araştırırken, adanın en güzel manzaralı tepesinin, çöplüğe dönüştürüldüğünü dehşetle gördüm. Çöpleri martılara terk edip, ofluya pufluya Manastır Tepesi'ndeki Hristos Manastırı'na doğru tırmandım. Bu manastırın kanlı geçmişinden, birkaç roman yazılabileceğini düşledim.
820 yılında Aya İrini kilisesinde öldürülen Bizans İmparatoru V. Leon buraya gömülmüştü. Ayrıca İmparator IV. Romanos Diogenes, gözleri oyulduktan sonra bu manastıra sürgün edilmişti. İşkencelere dayanamayan imparator son nefesini burada vermişti.
Bu kan revan içindeki geçmişi arkamda bırakıp yoluma devam ettim. Turu tamamlayıp iskeleye vardığımda ter içinde kalmıştım. İskelenin karşısındaki bir kahveye oturup Burgaz'a gidecek vapuru beklemeye başladım.
Kınalıya bir taş atımı uzaklıktaki Burgaz'a vardığımda vakit öğleyi bulmuştu. Önce iskelenin sol tarafına doğru yürümeye başladım. İtfaiyeyi geçip sağa doğru dönünce kendimi, bahçelerin arasından geçen daracık bir yolda buldum. Buralar adanın eski dönemlerini hatırlatıyordu. Burgaz bir zamanlar bağlık, bahçelik, zeytin ağaçlarıyla kaplı ve nüfusunun hemen tamamı Rumlardan oluşan küçük bir balıkçı köyü görünümündeydi.
1950'li yıllardan itibaren, Musevi asıllı iş adamlarının itibar etmesiyle beraber Burgaz'a olan rağbet her geçen gün arttı. Tüm yapılaşma gayretlerine rağmen ada bakir güzelliğini bugüne kadar korumasını bildi.
Burgaz'ı gezmeye başlamadan önce, bir yemek molası verdim. Bir tavsiye üzerine, iskeleden çıkınca sol tarafta kalan Barba'nın meyhanesine gittim. Ben masaya otururken midye dolması, dumanı tüten zeytinyağlı pilaki tepsiden tabaklara yeni boşaltılıyordu. Mutfağa gittim ama ne ısmarlayacağım konusunda karar veremedim. Her şey öylesine lezzetli görünüyordu ki konuyu patron Yani'ye havale ettim.
Yani Lorencu, küçük tabaklarda mezeleri masaya koymaya başladı: Sıcak fasulye pilakisi, uskumru pilakisi, midye dolması, radika, zeytinyağlı kereviz sapı, patlıcan salata ve fava... ‘Yeter Yani, lüfere yer kalmayacak’ demesem daha da gelecekti. Yani anlattı ben yedim. Bir dolunay akşamı, vapura atlayıp gelmeye söz verdim. O zaman bu nefis mezeler eşliğinde, bir-iki kadeh de rakı içebilirdim. Barba'da, rıhtıma bağlanmış balıkçı motorlarını seyrederken çok uzaklarda bir yerlerde olduğumu sandım. Halbuki İstanbul'un burnunun dibindeydim. Bu hissi dört adada da yaşadım.
GÜVENLİ LİMAN
Yemekten sonra İskelenin tam karşısındaki kahvede bir kahve içtim. Buranın eskiden Antigone Oteli olduğunu biliyordum. Daha sonra adı Burgaz Palas olan otel, 1942 yılında kapandı ve ada o tarihten itibaren otelsiz kaldı.
Bir faytona bindim. Yaşlı sürücüye bir adres vermedim, sadece ‘adayı dolaşalım’ dedim. Yaz yorgunu atlar, Cennet Yolu'nun yokuşlarına sardılar.
Tarihin sayfalarında komşuları kadar yer alamayan Burgaz'ın adı ilk çağlarda, ‘Güvenli Liman’ anlamına gelen ‘Panormos’tu. Ortaçağlarda ise ‘Antigoneia’ olarak anılmaya başladı. İstanbul Ansiklopedisi'nde ise bu günkü adının bir zamanlar Hristos Tepesi'nde bulunan kaleden geldiği belirtiliyordu. Piri Reis ‘Kitab-ı Bahriye’sinde bu adadan ‘Burgazlu‘ diye bahsediyordu.
İlk duraklamayı Kalpazankaya'da yaptık. Söylentilere göre İstanbul'da ilk sahte para burada yapıldığı için, kayalığa bu isim takılmıştı.
Dönüş yolunda faytondan yarı yolda indim. Niyetim Çayır sokaktaki Sait Faik'in evini ziyaret etmekti. Ünlü yazarın babası kereste tüccarı Faik Bey bu köşkü, 1937 yılında Dr. Spanudis'ten satın almıştı. Sait Faik yaz aylarını, hatta kışları bile bu köşkte geçirmeye başlamıştı. Eserlerinin çoğunu bu köşkteki odasında yazmıştı. Odaları gezerken onun hikayelerini anımsamaya çalıştım. Bir tanesinde köşkteki yaşamını şöyle anlatıyordu:
‘Babadan kalma ev, anamın sayesinde gürül gürül işliyordu. Artık bütün günümü ve gecemi burada geçirecektim. Kaybettiğim her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, dostluğu, alın terini, sessizliği yeniden bulacak, belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim. Biliyordum ki insanlar beni sevmeyeceklerdi. Balığa çıkacak olsam, 'koca evi barkı var, ne bok yemeye balığa çıkar? Deli midir nedir? Pay da almaz. Bereket ki anası var, yoksa satar savar sürünür' diyeceklerdi. Hiçbir zaman yeniden damla damla, dakikaları duya duya, sıkıla patlaya, rüzgarı, denizi, ağı seve seve, ölümü beklediğimi bilmeyeceklerdi...’
Sait Faik'e hüzünlü bir sevgi bırakıp, Hristos Tepesi'ne tırmandım. Manastır kapalıydı ama manzara muhteşemdi. Bilmediğim diyarları seyrediyormuş gibi uzun uzun bakındım. Sonra aheste adımlarla dönüş vapuruna doğru yola koyuldum. Adaları yakından tanıyınca, öykülerini öğrenince onlara olan sevgim daha da arttı. Bu hafta adalar gezisi burada bitti. Haftaya sırada Heybeli ve Büyükada var.
Rüya gibi gezi
Kendisini Uzak Doğu'nun, özellikle de Nepal'in tanıtımına adamış olan Prof. Dr. Günseli Malkoç'tan geçenlerde bir elektronik posta aldım. Prof. Malkoç, Nepal Fahri Konsolosu Behiç Önel ve Seneca turizm şirketiyle birlikte Hindistan, Butan ve Nepal'e düzenlediği gezinin programını yollamıştı. 23 Kasım ile 6 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirilecek gezinin rotasına bakılırsa, gerçekten rüya gibi bir gezi olacağı belli oluyordu. Gezi programının Hindistan bölümünde Yeni Delhi, Agra Kalesi, Tac Mahal, Bhaktapur gibi Enesco'nun dünya kültür mirası seçtiği yerler yer alıyordu. Gezinin diğer etaplarında ise nefes yogası, Himalaya'larda güneşi batırma, Budist törenlerine katılma gibi etkinlikler yer alıyordu. Elime geçen ilk fırsatta bu geziye katılmaya söz verdim. Sizlere de öneririm. Yılbaşında ve Kurban Bayramı'nda da tekrar edilecek bu geziyle ilgilenenler Prof. Dr. Günseli Malkoç'a telefon edip daha fazla bilgi edinebilirler. (216) 345 2607, 449 4335