İrlanda viskisini tatmak için geldiğim başkent Dublin'de bir sorunun peşinde koşturup durdum: Dünyanın en önemli yazarları neden hep bu kentte doğmuştu. Bu kentin sırrı neydi? Yan yana dizilmiş publar mı, kentin üstünü kaplayan gri bulutlar mı yoksa geçmişteki acımasız yoksulluk mu bu ünlü yazarlara ilham kaynağı olmuştu...
Uçak, araba, gemi derken bavul toparlayacak zamanım kalmadı. Eve, kirlileri bırakıp temizleri almak için uğrar oldum. Havada gördüğüm leyleğin böylesine etkili olacağını sanmıyordum. Bundan böyle bahar aylarında gökyüzüne bakmamaya karar verdim. Son bir aydan beri zamanımın çoğu yollarda geçer oldu. Ağaç gölgelerinde uzanıp tembellik yapmayı özledim yine. Bakalım ne zaman kısmet olacak. Neyse bu kadar şikayet yeter. Fazlasına nazar değer.
Tullamore Dew viskisini tatmak için, Dublin'e doğru uçuyordum. Rahatsız bir uçuştu. Air France ekonomi bölümünde, sıralar arasındaki mesafeyi iyice daraltmıştı. İki koltuk arasına sıkışan ayaklarımı nereye uzatacağımı bilemiyordum. Hostesin atar gibi verdiği yemekler de yenecek cinsten değildi. Allahtan yan koltuğumda Tuğrul Şavkay oturuyordu. Onun hoş sohbeti sayesinde koltuk işkencesine katlanabiliyordum. Tuğrul, her zamanki dağınıklığı ile bir yandan notlarını arıyor, bir yandan da viski konusundaki engin bilgisinden bir iki damla da bana sunuyordu: ‘Fransızlar bu viskiyi o kadar çok severler ki, onun için İngilizce'yi hafifçe çarpıtarak onu, Tout l'amour (Tu lamur-Bütün Aşk) diye adlandırırlar...’ Bu bilgiye sevindim. Çünkü kafamda yanıtını aradığım bir soru vardı: Neden tüm ünlü yazarlar Dublinli'ydi?.. Demek ki yanıtı, lezzetli bir viski eşliğinde arayacaktım.
YAZARLARIN DUBLİN'İ
O kadar niyetlenmeme rağmen bir türlü Dublin'e gidememiştim. Kenti düşlemek için elimde pek fazla ipucu yoktu. Renginin gri olduğunu, gökyüzünde inatçı bulutların dolaştığı, bu nedenle yağmurunun hiç eksik olmadığını biliyordum. Okuduğum kitaplar Dublin'in geçmişini anlattığı için, gözümün önünde bugünün fotoğrafını canlandırmakta zorlanıyordum. Örneğin Heinrich Böll, ‘İrlanda Güncesi’ adlı kitabında kentle karşılaşmasını şöyle anlatmıştı:
‘Sabah güneşi beyaz badanalı evleri ağır ağır pusun içinden çekip aldı, bir deniz feneri gemiye karşı kırmızı-beyaz parladı, gemi ağır ağır soluyarak Dun Laoghaure Limanı'na girdi. Martılar gemiyi selamladılar. Dublin'in kurşunî silueti bir görünüp bir kayboldu. Kiliseler, anıtlar, doklar, bir gazometre, birkaç bacadan titrek bayraklar gibi yükselen duman...’
James Joyce'un ‘Dublinliler’deki kahramanı Chandler de hikayede, sokakların donuk zarafetsizliğinden yakınıp duruyordu. Başarıya ulaşmak için bu kentten gitmek gerektiğini söylüyordu kendi kendine. ‘Dublin’de hiçbir şey yapamazsın’ diyordu. Nehrin aşağısındaki bodur zavallı evlere acıyordu. Aklında fikrinde hep Londra vardı... Anlaşılan James Joyce'un Dublin'i epey can sıkıcıydı. Ben de başka bir yazarın, Maeve Binchy'nin önerilerine kulak kabarttım. Onun, ‘Yalnız Kadınlar Sokağı’ adlı romanından bir paragrafı defterime not ettim:
‘Valizlerini bıraktıktan sonra Grafton Caddesi'ndeki kahvede kahvaltı et. Böylece Liffey Irmağı üzerindeki O'Connel Köprüsü'nün üzerinden, Trinity Kolej'in önünden geçip, çeşitli kitapçılar ile hediyelik eşya satan yerleri görebilirsin. Kahvaltıdan sonra St. Stephen Parkı'na gitmelisin...’
KARA HAVUZ
Uçak beyaz köpüklü dalgaların dövdüğü İrlanda sahillerine doğru alçalırken , alnımı cama yapıştırmış ilk ipuçlarını yakalamaya çalışıyordum. Gökyüzünden gördüklerimle kitaplarda okuduklarım birbiriyle örtüşmüyordu. İrlanda dilindeki adı Dubh Linn (Kara Havuz) veya Baile Atha Cliath (Çitli Irmak Geçidindeki Kurt) olan Dublin'de üç gün boyunca sokak sokak dolaştım. Her köşe bucakta, yazının başlangıcındaki sorunun yanıtını aradım: Neden bütün ünlü yazın adamları Dublin'den çıkmıştı?.. Aramakla yetinmedim. Sordum soruşturdum. Bu sorunun peşinde koşarken de kenti yakından tanıdım.
Birinci saptamam şu oldu: Dublin ne Heinrich Böll'ün ne de James Joyce'un Dublin'ine benziyordu. Wicklow dağlarından kopup gelen ve kenti ikiye bölüp denize ulaşan Liffey Irmağı'nın kıyısındaki can sıkıcı kara badanalı evler yerlerini rengarenk, sevimli binalara terk etmişlerdi. Hava şansıma kapalı ve yağmurlu değildi. Güneş, pırıl pırıl parlamasa da, pamuk pamuk bulutların arasından kente pırıltılarını gönderiyordu. Geniş caddelerin iki yanına büyük mağazalar, alışveriş merkezleri sıralanmıştı.
Ara sokakları gezerken dikkatimi evlerin kapıları çekti. Çoğu kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, maviye boyanmıştı. Bunun nedenini de yaşamının büyük bir bölümünü burada geçiren, ‘North Shield’ publarının sahibi Teoman Hünalp anlattı: Kraliçe Viktorya 1902 yılında ölünce, üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğun merkezi Londra'dan, dünyanın dört bir yanına haber salınıp, yas nedeniyle bütün evlerin kapılarının siyaha boyanması istenmişti. Bu emre bir tek ‘yaramaz çocuk’ İrlanda karşı çıkmıştı. ‘Biz İngiltere'nin kraliçesi için yas tutmayız’ diyerek inadına tüm kapıları rengarenk boyamışlardı...
İÇMEYİ SEVEN HALK
Dublin'de bir de pubların çokluğuna şaşırdım. Neredeyse her köşe başında bir pub vardı. Bir zamanlar kentteki binaların üçte birinin pub olduğunu öne sürenler bile vardı. Dublinliler içki içmeyi çok seviyorlardı. Hatta günün erken saatlerinden girdikleri pub’lardan, gecenin geç saatlerine kadar çıkmıyorlardı. Bu yüzden de sabahları ayılmakta epey zorluk çekiyorlardı. Böll, Dublinlilerin bu özelliğini şöyle anlatıyordu: ‘Sabahın erken saatlerinde kime sorarsam sorayım, ne sorarsam sorayım, tek hecelik bir yanıt alıyordum: Sorry... Sabahları saat yediyle on arasının, İrlandalıların tek hecelik konuşmaları yeğledikleri saatler olduğunu bilmiyordum...’
Oldum olası İrlanda Pub'larının hayranıydım. Dünyanın neresine gidersem gideyim, mutlaka bir İrlanda pub'ı bulur, tezgahına yaslanıp, siyah bira eşliğinde günün yorgunluğunu temizlemeye çalışırdım. Gördüm ki, pub’lar geçmişte olduğu gibi bugün de ülkenin vazgeçilmez sığınağıydı. Okuduklarıma göre eski dönemlerde pub'larda tek başına içenler için deri perdeli küçük bölmeler vardı. İçki içen kişi, viskisiyle ve acısıyla, inancıyla ve inançsızlığıyla baş başa kalabilmek için kendini buraya kapatırdı.
Tahmin edileceği gibi, Dublin'de kaldığım süre içinde gecelerimin çoğunu, Temple ve Merrion Row sokaklarındaki pub'larda geçirdim. Kırmızı yüzlü kalabalıklara omuz verip, anlamadığım sohbetlerine kulak kabarttım. En çok Merrion Row'daki O'Donaghue's adlı pub'ta, bir yandan kalabalıkları yarıp dayanacak bir köşe bulmaya çalıştım, bir yandan da müşterilerin oluşturduğu orkestranın, bardak seslerine karışan ezgilerini dinlemeye çalıştım. Bu bara amatör müzisyenler çalgılarını alıp geliyor, pencere kenarındaki yuvarlak bir masaya oturuyorlardı. Tek başına veya ikili üçlü gruplar halinde İrlanda ezgileri çalan bu müzisyenler, müşterilerin ısmarladığı içkilerle yetiniyorlardı.
YANITSIZ SORU
Gündüzleri St. Stephen's Green parkında dolaşıyor, kestane ağaçlarının gölgesinde dinlendikten sonra, Liffey Nehri'ne doğru uzanan Grafton Caddesi'ne gidip, şık mağazaların vitrinlerini seyrederek, Trinity Kolej'e doğru yürüyordum. Bu gezilerimde hep aynı sorunun yanıtını arıyordum: Dünyanın en ünlü yazın adamları neden Dublin'den çıkmıştı?..
Çağdaş edebiyatın en önemli yazarı James Joyce, düz yazı ve şiir ustası Oscar Wilde, tüm yaşamını edebiyata ve şiire adayan Yeats, Drakula'yı yaratan Bram Stoker, şair, yazar, besteci ve kahraman Thomas Moore, Godot'nun yaratıcısı Samuel Becket, isyankar yazar Brendan Behan, Nobelli aforizma ustası Bernard Shaw, tüm dünyayı Güliver'in peşine takan Jonathan Swift, kitapları Türkiye'de de kapış kapış satılan Maeve Binchy ve Glenn Meade... Hepsi Dublinli'ydi... Bu kentin bir sırrı olmalıydı ve ben bu sırrın peşine düşmüştüm.. Bu hafta yerim doldu. Dublin'in sırrını aramaya, Tullamore Dew viskisinin, köpüklü kahve görünümündeki Guiness Birası'nın tadını ve yemeklerini anlatmaya haftaya devam edeceğim..