Gemi yolculuklarını oldum olası çok severim. Bu yolculuklarda tembellik hakkımı sonuna kadar kullanırım. Son gemi yolculuğumu dünyanın en lüks gemilerinden biriyle yaptım. Akdeniz'de o liman senin bu liman benim dolaşıp durdum.
Gemi yolculuklarını oldum olası severim. Birkaç basamak uzaklıktaki lokantalar, deniz manzaralı barlar, sırtüstü uzanıp dalgaları seyrettiğim şezlonglar, birkaç adımda kavuştuğum yatak... Gemi yolculuğu insana tembelliği sevdirir. Karadayken özlenen ama bir türlü becerilemeyen tembellik, gemide insanla sarmaş dolaş olur. Ne trafik, ne koşturmaca, ne zaman telaşı vardır. Günler sakin sakin akıp gider.
İlk uzun gemi yolculuğumu, şimdi jilet olan ünlü Ankara gemisi ile yapmıştım. İstanbul'dan kalkan gemi, Akdeniz limanlarına uğraya uğraya Barselona'ya gitmiş, oradan aynı rotayı izleyerek dönmüştü. Bu gezide o kadar çok eğlenmiştim ki, aradan bunca yıl geçmesine rağmen hálá anlatıp dururum. İkinci uzun yolculuğumu bir şileple gerçekleştirmiştim. İstanbul'dan kalkan Kayseri adlı küçük şilep, Ege'yi, Akdeniz'i, Kızıldeniz'i aşıp Somali'nin Hint Okyanusu kıyısındaki Barbera limanına yanaşmıştı.
Afrika'daki açlar için yiyecek taşıyan gemide 13-14 gün geçirmiştim. Bol bol kitap okurum düşüncesiyle yanıma neredeyse bir bavul kitap almıştım. Yanıldığımı daha ilk günden anladım. Kitap okumak için şezlonga uzandığımda, gözüm denize takılıp kalıyordu. Ne yapsam bakışlarımı denizden kurtaramıyordum. Köpüklerden şekiller üretiyor, dev köpek balıklarını, batmak üzere olan kayıkları gördüğümü sanıyordum. Bu uzun yolculukta sadece bir kitap bitirebildim...
Her şeye rağmen hoş bir yolculuktu. Sıkıldıkça geminin başı ile kıçı arasında yürüyüş yapıyor, aşçıya yardım ediyor veya geminin paslanmış bölümlerini boyuyordum. Akşamları kendime mükellef bir sofra hazırlayıp, yakamozları seyrederek gecenin keyfini çıkartıyordum.
18 KATLI BİR GEMİ
Üçüncü deniz yolculuğum ise biraz sıkıcı geçti. Ünlü ‘Queen Elizabeth 2’ transatlantiği ile, İngiltere'nin South Hampton limanı ile New York arasında gerçekleşen bu yolculuğun tadına pek varamadım. Çünkü altı gün süren yolculuğun dört günü, fırtına olduğu için geminin dışına çıkamadım. Katlar arasında dolaşıp durdum. Yolcuların yaş ortalaması 80 civarında olduğu için de dostluk kurmakta zorlandım. Ben de hıncımı restoranlardan ve barlardan çıkardım.
Son deniz yolculuğumu ise Setur firmasının davetlisi olarak, Atina'nın Pire limanı ile İspanya'nın Barselona kenti arasında gerçekleştirdim. Bindiğim gemi dünyanın en lüks yolcu gemilerinden biri olan Golden Princess idi. Tabii bu koca kütleye gemi demek doğru olursa.
Gemiye sıkı bir güvenlik soruşturmasından sonra girebildim. Hoş geldiniz kokteyli, ardından gemi hakkında bilgi verildikten sonra sekizinci kattaki kamarama çıktım. Kapıyı açıp içeri girince gördüğüm karanlık oda, hayal kırklığına uğramama neden oldu. Çünkü penceremi, koca bir tahlisiye sandalı kapatmıştı. İtirazlarım fayda etmedi. Benim kaldığım katta standart kamaralar varmış ve hepsinde aynı sorun varmış. Halbuki ben kamaramda denizi seyrederek yolculuk yapacağımın hayallerini kurmuştum.
Manzara dışında odamda her türlü konfor mevcuttu: Soğutma, rahat bir yatak, uydu bağlantılı televizyon, giyinme bölümü, mini bar... Pencereden tahlisiye sandalı görünmese, kendimi lüks bir otel odasında sanabilirdim. Eğer böyle bir yolculuğa niyetlenirseniz, kamaranın konumunu iyice araştırmanızı öneririm.
HAVUZDAN HAVUZA
Golden Princess, bugüne kadar bindiğim en büyük yolcu gemilerinden biriydi. 14. katta tam dört tane yüzme havuzu bulunuyordu. Rüzgarın ve güneşin durumuna göre gireceğim havuzu seçiyordum. Havuzlardan tek şikayetim, sularının çok ılık olmasıydı. Gemide neredeyse her köşede bir bar vardı. Güneşin batışına, manzaranın durumuna göre her akşam başka bir barda yerimi alıyordum.
Gemide 5-6 tane de restoran bulunuyordu. Kimi bedavaydı, kiminde ise sembolik bir ücret alınıyordu. 14. katta bulunan restoranda ise 24 saat kesintisiz servis yapılıyordu. Geminin yemeklerini pek beğendiğimi söyleyemem. Aşçılar mönülerini hazırlarken Amerikan damağını ön planda tutmuşlardı. Onun için kızartmalar, bol soslu yiyecekler, mayonezli soslar, yağlı şarküteriler ve ağır tatlılar mutfağın favorileri arasındaydı.
Güne spor salonunda başlıyordum. Yürüyüş bandında bacaklarımın pasını giderdikten sonra, biraz pedal çeviriyor, biraz da çeşitli aletler aracılığı ile kaslarıma şekil vermeye çalışıyordum. Akşam üstleri ise koşu parkurunda 10-15 tur atıp kendimi geceye hazırlıyordum. Yemekten sonra herkese göre bir eğlence vardı. Salonun birinde konser varsa diğerinde şov oluyordu. Şansını denemek isteyenler ise soluğu kumarhanede alıyor, ya kol çekiyor ya iskambillerden medet umuyor ya da ruletin etrafında kümeleniyorlardı. Bazı barların önündeki küçük pistlerde ise canlı müzik eşliğinde danslar ediliyordu.
Aslında gemide hayat akşam 18.00'den sonra başlıyordu. Çünkü gemi genellikle geceyi yolda geçiriyor, sabahın erken saatlerinde ise bir limana yanaşıyordu. Yolcular dört bir yana dağılıyor, akşama kadar kenti keşfetmeye çalışıyorlardı. Akşamüstü tekrar gemiye dönüp, havuz kıyısında, bar iskemlelerinde, şezlonglarda günün yorgunluğunu atmaya çalışıyorlardı.
LEZZETİN PEŞİNDE
Uğradığımız tüm limanlara ikinci veya üçüncü gidişimdi. Onun için diğer yolcular gibi keşfetme telaşı yaşamıyordum. Ya meydanlık bir yerde bir kahveye oturup geleni geçeni seyrediyor, ya da lezzetli yemek yenecek adreslerin peşine düşüyordum. Tabii ki anılarımı da tazeliyordum. Örneğin Napoli'ye önceki gelişimde bir kaldırım kahvesinde etrafı seyrederken, kravat satan bir seyyar satıcı dikkatimi çekmişti. Her sattığı kravattan sonra kahveye geliyor, elde ettiği hasılatla bir bardak şarap alıp, tezgahının başına dönüyordu. Garsondan bir bardak şarap istedim. Satıcının tezgahına gidip, hiçbir şey söylemeden şarabı verdim ve beğendiğim kravatı aldım. Onun şaşkın bakışları altında tekrar kahvedeki masama oturdum.
Son gidişimde kalabalık sokaklara dalıp, balıkçı tezgahlarının, rengarenk çamaşırların, ilginç portrelerin fotoğrafını çektim. Sıcak o kadar yakıcıydı ki fazla dayanamayıp gemiye döndüm. Havuzların boş olmasını fırsat bilip fazladan iki-üç kulaç attım.
Gemide en çok hoşuma limandan ayrılış anı gidiyordu. Kente genellikle güneş batarken veda ediliyordu. İşte o an limanı en iyi gören köşeye gidip, kıyıda birikenlere el sallıyordum. Onlar da karşılık veriyorlardı. Bir daha ne zaman buluşacağımızı bilmeden, sanki birbirimizi tanıyormuş gibi vedalaşıyorduk. Kaptan da üç uzun düdükle tüm kente gemidekiler adına veda ediyordu.
TAŞ YIĞINI MONTE CARLO
İtalya'nın Livarno limanı da duraklardan biriydi. Buradan otobüsle bir buçuk saat ötedeki Floransa'ya geçtim. Aslında dört ay önce oradaydım. Onun için heykelleri, sarayları, kiliseleri gezme konusunda telaşlanmadım. Tadı damağımda kalan yemeklerin peşinde koştum. Örneğin Cantinetta'nın muhteşem pizzalarının tekrar tadına baktım. İl Latini'de domates soslu ravyoli, tavşan bacağı ve tatlı şaraba batırarak yenen fıstıklı bisküvilerle damağıma bayram yaptırdım. Önceki gelişimde iliklerimin donduğu Floransa'da, bu kez sıcaktan neredeyse buharlaşacaktım.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, herkesten uzakta, deniz gören bir köşede şezlonga uzanıp yakamozları, yıldızları seyretmeye doyamıyordum. 18. katta olduğum için dalga seslerini hayal meyal duyuyor, uzaklardan görünen ışıklara bakıp nerede olduğumuzu kestirmeye çalışıyordum. Gökyüzündeki pırıltılar arasında uzaylı hayaller kurarken, bazen uyuya kalıyordum.
Gemi Livarno'dan sonra Monte Carlo'ya yanaştı. Çok katlı apartmanlar tepelerden sahile kadar her yeri kaplamıştı. Ağaç dikecek yer kalmadığı için çoğu evin teras katı bahçeye dönüştürülmüştü. Yüzme havuzları bile yersizlikten apartmanların en üst katına yapılmıştı. Kente (veya prensliğe) üçüncü gelişimdi. Keşfedilecek bir şey olmadığını bile bile karaya çıktım. Döne döne tırmanan yoldan sarayın bulunduğu epeye çıktım. Kentin kuşbakışı görünüşünü bir kez daha fotoğrafladım. Dünyanın en büyük su altı müzesinde balıkları yine merakla seyrettim.
Ağaçlık yoldan tekrar aşağıya inip, kendimi gemiye attım. Ne kumarhanede şansımı denemek, ne Alain Ducasse'ta yeni mönünün tadına bakmak, ne Cafe de Paris'te bir espresso içmek istedim. Geminin kimsesizliğinin keyfini çıkarmayı yeğledim. Havuzların en büyüğünün kıyısına kamp kurup, sırtımı kente döndüm. Bakışlarımın Akdeniz'in lacivert sularıyla oynaşmasına izin verdim.
ÇILGIN MİMARIN KENTİ
Son durakta Barselona vardı. Rıhtıma çıkar çıkmaz bir taksiye binip Gaudi'yi ziyarete gittim. Bence başka dünyalardan gelmiş olan bu dahi mimarın eserleri karşısında duyduğum heyecanın hiç eksilmediğini gördüm. Casa Mila'nın, Güell Parkı'nın, Sagrada Familla kilisesinin hayret verici çizgileri karşısında yine şaşırıp kaldım.
Öğle yemeğini limana giden yol üstündeki balık pazarında yedim. Balık tablaları, manav dükkanları arasındaki küçük lokantanın tezgahında yer bulabilmek için epey beklemek zorunda kaldım. Soğuk beyaz şarap eşliğinde ikinci porsiyon sardalye ızgarayı yerken, ‘iyi ki beklemişim’ diyerek kendimi tebrik ettim. Yolculuğum burada noktalandı. Barselona'dan uçakla İstanbul'a döndüm. Akdeniz'de yaptığım bu liman liman yolculuğun tadı damağımda kaldı. Hele bir de kamaramdan deniz görünseydi, o zaman ‘ballı badem’ olurdu.