Doğadaki tablolar

Kastamonu'dan sonra birbirinden güzel ilçeleri, yaylaları gezdim. Gittiğim her yer cennetten bir köşeye benziyordu... Vadiler, dağlar yeşil örtülere bürünmüştü. Eğer doğaya düşkünlüğünüz varsa kanyonları, mağaraları, şelaleleri ve dünyanın en güzel ormanlarıyla Kastamonu sizi bekliyor.

Tepemdeki inatçı yağmur bulutuyla birlikte, iki gün boyunca Kastamonu'nun tarih kokan sokaklarında dolaşıp durdum. Camilere, külliyelere, medreselere, hanlara, hamamlara, mağazalara, yollara bakarken içiçe geçmiş birkaç Kastamonu olduğunu fark ettim. Biri Candaroğulları'nın Kastamonu'suydu. Bir diğeri Osmanlılara aitti. Daha yenisinde Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş izleri vardı. En üst katmanda ise bugün yer alıyordu. Bütün dönemler birbirini sarmalamış, kolkola girmiş, bir bütün olup Kastamonu'yu yaratmıştı. Kentin tablosunda bir dönemden eksik kalan görüntüyü, bir sonraki dönem tamamlamıştı...

Çevre gezisine, Daday yolu üstündeki Kasaba Köyü'nden başladım. Kayıtlara bakılırsa köyün eski adı ‘Ilısu’ idi. Tarihi XIV.yüzyıla kadar uzanıyordu. Köyün o zamanki nüfusu 25 bin civarındaydı. Bu kadar kalabalık bir yere köy demek doğru olmayacağı için, kasaba olarak anılmaya başlandı. Gel zaman git zaman gerçek ismi unutuldu ve Ilısu'nun adı Kasaba Köyü oldu. Köyde şimdi, 30 hanede 400 kişi yaşıyor.

Uyku tutmadığı için erkenden kalkıp yola koyulmuştum. Bu yüzden sabahın köründe köye vardım. Evler uzun kavakların, ulu çınarların gölgesine sığınmıştı. İlk bakışta geçmişteki görkemi hakkında ipuçlarını görmek olasıydı. Buraya, 1366 yılında yapılan ve Türkiye'deki dört ahşap camiden biri olan, Candaroğlu Mahmut Bey Camii'ni görmeye gelmiştim. Daha doğrusu, Kastamonu'da Liva Paşa Konağı'nda gördüğüm sanat şaheseri kapı, beni buraya sürüklemişti. Nakkaş Mahmut oğlu Abdullah tarafından yapılan oyma kapı, önce çalınmış, sonra bulunup konakta koruma altına alınmıştı. Bir zamanlar hükümdarların Cuma namazlarını kıldıkları bu caminin, kapısı kadar taban ve tavanındaki ahşap işçiliği, kök boyadan yapılan süslemelerinin de birer şaheser olduğunu duymuştum.

KASABA'DAKİ ŞAHESER

Caminin kapısına geldiğimde, horozlar köyü uyandırmaya çalışıyorlardı. Kapıda sallanan asma kilidi görünce, onca yolu boşuna geldiğimi düşünerek bozuldum. Caminin çevresinde gezinirken, ineğini otlağa götüren bir kadına rastladım. O, anahtarın imamda olduğunu, imamın derenin kıyısındaki beyaz evde oturduğunu söyledi. Bir koşu eve gittim. Çekine çekine kapıya vurup imamı uyandırdım.

Caminin içi karanlık ve buz gibiydi. Önce bir şey göremedim. Ama gözüm karanlığa alışınca, gördüklerim karşısında ağzım adeta açık kaldı. Oymalarla süslü tavan, bindirme tekniği ile tek bir çivi dahi kullanılmadan yapılan döşemeler, kırmızının tonları, altın sarısı, çivit, gök mavisi renklerle yapılmış süslemelere hayran ve şaşkın bakakaldım. Bir ahşap yapı, tam 637 yıldan beri kırılıp, dökülmeden böylesine yepyeni nasıl ayakta kalabilmişti?.. Dıştan sade ve sağlam, içten zarif ve süslü bir yapı olan Candaroğlu Mahmut Bey Camii, döneminin en iyi örneklerinden biriydi.

Camiyi ziyaret ettikten sonra tekrar Kastamonu'ya dönüp, Devrekani'ye giden yola saptım. Bir süre sonra bir sisin içine girdim. Sisten çıktığımda, tepemdeki bulutun beni terk ettiğini gördüm. İki günden beri yağan yağmur nihayet durmuş, güneş yüzünü göstermişti. Güneşle birlikte görüntüler de canlandı. Dere tepe tekrar yeşilin tonlarına boyandı. Etrafı baharın kokusu sardı. Candaroğlu İsmail Bey'in yaz aylarını geçirdiği Devrekani'nin höyüklerine, harabelerine bir göz atıp, bereketli tarlaların, kızılçamla süslenmiş tepelerin arasından Taşköprü'ye doğru direksiyon kırdım. Haritada görünmeyen bu yolu bana, Devrekanili taksi şoförleri tarif etmişti.

MANZARA HIRSIZI

İnişli çıkışlı, virajlı yol büyüleyici görüntülerin içinden geçiyordu. Sık sık durup, fotoğraf makinemle bu tabloları doğadan çalıyordum. Azılı bir manzara hırsızı gibiydim. Sisler, bulutlar, ağaçlar, çimenler, çiçekler, kuş sesleri, küçük şelaleler, pırıl pırıl dereler... Durup, dinleyip, görüp Taşköprü'ye vardım. Aslında buraya ulaşmakta sabırsızlanıyordum. Çünkü Kastamonuluların iddiasına göre, Türkiye'de en lezzetli kuyu kebabı (veya büryan) burada yapılıyordu. Ve kuzuların kuyulara sarkıtılmasının tam zamanıydı.

1200 yılında yapılan ve ilçeye adını veren tarihî köprüyü aşıp, meydandaki ‘Ateşoğlu’ kebapçısının önünde durdum. Köpüklü yayık ayranı eşliğinde, kuyudan yeni çıkmış kuzunun bir bölümünü afiyetle yedim. Yerken kuzu etinin yağlı olduğunu, kolesterolümün artacağını, damarlarımın tıkanacağını falan düşünmedim. ‘Keyifle yenen yemeğin vücuda zarar vermeyeceği’ tezinden hareket ederek, kuyu kebabının tadını çıkardım. Kastamonu'daki yeme-içme konusunu bir sonraki yazıda işleyeceğim için, kebap hakkındaki detayları yazmadım.

Ben Gökırmak'ın kıyısındaki Taşköprü'yü, sarmısağı sayesinde tanımıştım. Türkiye'nin sarmısak ihtiyacının yüzde 19'unun buradan karşılandığını, burada üretilen sarmısağın kalite bakımından dünya birincisi olduğunu, uğruna festivaller düzenlenen bu ‘Beyaz Altın’ın tam 70 derde deva olduğunu biliyordum. Bu yüzden de evime, uzun yıllardan beri Taşköprü sarmısağından başka sarmısak sokmuyordum.

HUZURUN SESİ

Gökırmak kıyısındaki çay bahçesinde, yerel gazeteci Mehmet Salih Kartal'ın anlattıklarını dinledim. Arabama binerken, Taşköprü'nün sarmısağının ve kuyu kebabının yanı sıra ormanlarının, yaylalarının ne kadar güzel olduğunu, keşkeğinin, atarısının, terekmeğinin, ekşili bulgurun tadına doyulamayacağını öğrendim. Mehmet beni, 5-8 Eylül'de yapılacak ‘Sarmısak Festivali’ne davet etti. Tereddütsüz kabul ettim. O gidişimde tüm bu güzellikleri doya doya yaşamaya karar verdim.

Taşköprü'den dönerken, gün yerini akşama bırakıyordu. Yavaş yavaş çekilen güneşle birlikte, bacalardan beyaz dumanlar yükselmeye başladı. Mayıs başı olmasına rağmen soğuk buralarda hálá kırılmamıştı. Arabamın penceresini aralayıp, çevreyi sarmalayan odun kokusunu derin derin soludum. Etrafta sessiz bir huzur vardı. Nereden geldiğini çıkaramadığım çıngırak sesleri, köylerde gün bitiminin habercisiydi. Issız yollar iyice kimsesizleşti. Kastamonu'ya vardığımda bir gün daha sona ermişti.

Yemek öncesi dere kıyısında, bir aşağı bir yukarı yürüyüp, Kastamonu ile vedalaştım. Akşam yemeğimi, kimsesiz ve sessiz sokakları, henüz kurumamış ıslak damları seyrederek, aheste aheste yedim. Sokaklar boşalmış, karşı yamaçtaki evlerin perdeleri çekilmişti. Taşra kentlerinde akşamlar sessiz, sakin, telaşsız ve yapayalnız oluyordu.

AZDAVAY'IN ETLİ EKMEĞİ

Ertesi gün dönüş başladı. İstanbul'a varmak için bir acelem yoktu. Onun için yolu uzattım. Önce Daday'a uğradım. Daday Çayı'nın kenarındaki düz alanlığa kurulmuş olan ilçeyi, çevredeki ormanların kucakladığını gördüm. Bu yüzden de adının, orman yetiştirmeye elverişli toprak anlamındaki ‘Dadybra’dan geldiğine dair söylenceyi akla yatkın buldum.

Yollara erken düştüğüm için gittiğim yerlerde, gördüğüm eserlerin ne olduğunu soracak kişi bulmakta bazen zorlanırım. Daday'da da böyle oldu. Önünden geçtiğim muhteşem konağın kime ait olduğunu merak ettim. İlk rastladığım köylü bilmediğini söyledi. Önünü kestiğim traktör sürücüsünün de haberi yoktu. Üçüncüsünde şansım yaver gitti. Doğma büyüme Dadaylı olan Hüseyin Bey, önünde durduğum evin Köpekçioğlu konağı olduğunu, ‘Şapka ve Kıyafet İnkılabı’ dolayısıyla Kastamonu'ya gelen ve 30 Ağustos 1925'te Daday'ı da ziyaret eden Atatürk'ün, bu konakta misafir edildiğini anlattı.

Daday'ı geride bırakıp, ormanlık bir yoldan, kıvrıla kıvrıla ilerledim. Bir derenin menderesinde, kavak ağaçlarının arasından Azdavay'ı gördüm. Görüntünün bir tablodan farkı yoktu. Birisi, bir resim yapmış, getirip oraya asmıştı sanki. Fotoğraf makineme sarıldım, bu görünütüyü de çalıp diğerlerinin yanına koydum. Niyetim Azdavay'da etli ekmek yemekti. Bu işten anlayanlar, ‘Kuyu kebabını Taşköprü'de, etli ekmeği Azdavay'da yiyeceksin’ diye sıkı sıkıya tembihlemişlerdi... Maalesef ki etli ekmeği yemek kısmet olmadı. Kime sorduysam fırının yanmadığını söyledi. Aslında fırın falan bahaneydi. Burada herkes etli ekmeğini evde kendisi pişiriyordu. Bu iş için bahçelere özel ekmek fırınları yapılmıştı. Yapacak bir şey yoktu. Yutkuna yutkuna Azdavay'ı terk edip, Pınarbaşı’na doğru yoluma devam ettim.

DOĞA ŞAHESERLERİ

Pınarbaşı'nın doğa sporlarıyla uğraşanlar için, adeta bir cennet olduğunu önceden biliyordum. Atlas Dergisi döneminde bir kaç kez gelmiştim. Geçit vermeyen Valla Kanyonu, dünyanın dördüncü büyük mağarası 10 milyon yıllık Ilgarini, cennetten bir parça olan Ilıca Şelalesi ve diğer güzelliklere hayran olmuş, bir çanta dolusu fotoğraf çekip dönmüştüm. Kastamonu sadece yaylalar kenti değildi. Cide'de başta cennet Gideros Koyu olmak üzere, Karadeniz'e kucak açmış sahillerinde yaz gezginlerinin de gönlünü çalıyordu.

Sözün özüne gelirsem; Kastamonu ve çevresi gerçekten görülmeye, yaşanmaya değer yerler. Bunaltıcı yaz sıcaklarında kaçacak bir adres istiyorsanız, buyurun Kastamonu'ya. Yaylalar püfür püfür rüzgarıyla sizleri bekliyor. Yörenin ‘damak çatlatan’ yemeklerinden ise haftaya bahsedeceğim.
Yazarın Tüm Yazıları