Göller Bölgesi’nde Eğirdir’den sonra ıssız köy yollarını, tepelere tırmanan yokuşları aşıp sırasıyla Kovada, Beyşehir, Akşehir ve Eber göllerine de uğradım. Kovada haricinde diğerleri yüzlerini benden hep gizlediler, güzelliklerini ele vermediler.
Göller bölgesindeki ikinci günümde sabah erkenden yola çıktım. Eğirdir’de yeni gün henüz başlamamıştı. Issız sokakları sessizce geçtim. Kimseyi uyandırmadan gölün güneyine, Antalya’ya doğru uzanan yola saptım. Elma bahçelerinin, soğuk hava depolarının, kavakların, söğütlerin, kocamış çınarların önünden akıp gittim. Yolum dolambaçlı ve uzundu. Rotamın üstünde köyler, kasabalar, göller, dağlar, ovalar ve tarihi kalıntılar vardı. Bunların hepsini görecek, hazmedecek ve karanlık basmadan soluğu Beyşehir’de alacaktım. Böyle bir program çizmiştim kendime. Bir radyo istasyonunda bir türküyü dinlerken, güneşin Dedegöl dağlarının zirvelerinden ilk ışık oklarını savurmaya başladığını gördüm. Dağ kızarırken ben yolu yarılamıştım bile.
Eğirdir’in yavrusu Kovada Gölü’ne gidiyordum. Yavrusu diyorum çünkü dokuz kilometrekarelik bu göle sularını Eğirdir gönderiyordu. İki gölün arasında su taşıyan ırmağı, anne ile çocuk arasındaki göbek bağına benzettim. Küçük bir okun gösterdiği yerden dönüp, Kovada Gölü Milli Parkı’nın içine daldım. Biraz sonra göl maviler saçarak göründü. Önce kıyı kıyı gittim. Gölün çevresi ağaçlarla süslenmişti. Küçük koylar ağaçların köklerini okşuyor, ağaçlar da yeşil boyalarıyla göle renk katıyorlardı. Kovada bütün ağaçlara kucak açmıştı: Kızılçam, meşe, ardıç, defne, mersin, kocayemiş, zeytin, sandal, yabani gül, tesbih ağacı... Ama göl çınarları biraz kayırmış gibiydi. Mavi sularını yaşlı, genç yüzlerce çınarın gölgesine yaslamıştı.
KANYON BAHANESİ
Bir süre sonra yol gölden uzaklaşıp, bir tepeye tırmandı. Kovada’nın tümünü görebileceğim bir yerde park edip, küçük ocağımda kahve pişirdim. Günün ilk kahvesiydi bu. Bir ağaca yaslanıp, o anı belleğime nakşettim. Ne güzel bir göldü burası. Acaba kamp kurmak serbest miydi?.. Ya balık tutmak? Sazanın, levreğin oltanın ucuna takılmasını beklemek ne keyifli olurdu kim bilir?.. Ve o birbirine dal atıp, kokularını yarıştıran ağaçların arasında, ayak seslerimden ürküp kaçan tilkileri, yaban keçilerini, pır pır uçan keklikleri, çullukları seyrederek saatlerce yürümeye doyabilir miydim?
Yoluma devam ettim. Bir ıssızlığın içinde akıp gidiyordum. Virajlar beni yükseklere çıkartıyordu. Görkemli sedir ağaçlarının süslediği yükseklerden bakınca, yörenin gizlisi saklısı kalmıyordu. Tepeler, vadiler, kanyonlar zirveden bakanlara -bana- her şeylerini ayan beyan gösteriyorlardı. Antalya’ya doğru baktım ve uzaklardaki Karacaören Baraj Gölü’nü gördüm. İşte oraya gidiyordum. Gölün yakınındaki Yazılı Kanyon’da, duvarlara kazınmış yazıları görecektim. Aslında o yazılar bahaneydi. Kaçmak, gitmek, görmek, kaybolmak için bugüne kadar bulduğum yüzlerce bahaneden birisiydi.
Göle yaklaşınca Çandırlı’ları kıskandım. Kasaba bir cennetin kıyısında, ağaçların gölgesinde tüm çirkinliklerden saklanmıştı. Yazılı Kanyon’un girişinde bir çadır kentle karşılaştım. Dağcılık Federasyonu burada kamp kurmuştu. Bekçinin gösterdiği yöne doğru tırmandım. Soluğum kesildikçe bir kayanın üstüne oturup, kanyonun tabanından gürül gürül, pırıl pırıl akan dereyi seyrettim. Biraz daha ilerleyince her kayanın üstünde bir gence rastladım. Öğrenciler başlarında hocaları, bellerinde ipleri ile kanyonun aşılmazlığına meydan okuyorlardı.
ISSIZ KÖY YOLLARI
Bir misyonerin duvara kazıdığı yazıları, sunak yerlerini görüp yamaçtan aşağıya indim. Derenin billur gibi soğuk suyuyla terlerimden arındım. Yörenin tertemiz havası ile de ciğerlerimi yıkayıp yeniden ıssız köy yollarına döndüm. Gezilerimde mümkün olduğunca ana yollara çıkmamaya çalışıyor, haritada kılcal damar gibi görünen ara yolları tercih ediyordum. Bu yolları normal haritalarda görmek olanaksızdır. Atlas Dergisi’nin hazırladığı bölge haritalarını kullandığım için, gideceğim yerleri bulmakta zorlanmıyordum. Gerisin geri Kovada’ya doğru döndüm. Sütçüler, Ayvalı, Aksu, Yenişarbademli üstünden Gölyaka’da Beyşehir Gölü’ne kavuştum.
Kapladığı 800 kilometrekare ile Türkiye’nin üçüncü büyük gölü olan Beyşehir, komşusu Eğirdir gibi mavinin tonlarını yansıtıyordu. Arabamın sesi, sazlıkların arasına çekilmiş bir kayıktaki balıkçıyı uyandırdı. Çevreyi sormak için sigarasından bir iki nefes çekmesini bekledim. Ona göre balık eskisi gibi bol değildi. Böyle giderse ağları toplayıp, tekrar toprağa dönecekmiş. ‘Rastgele’ deyip, Beyşehir’e doğru yoluma devam ettim.
Beyşehir Gölü, Eğirdir gibi yüzünü göstermekte pek cömert değildi. Yolun kıyılarına yaklaşmasına pek izin vermiyor, sarı sazlıkların arkasına saklanıyordu. Önce kayalık ve taşlık arazilerin arasından geçtim. Ağaçlarla kayaların birbirleriyle sarmaş dolaş dost olmalarını izledim. Elma ağaçlarının neden bu gölün kıyılarını süslemediklerini düşündüm. Beyşehir’e genişçe bir bulvardan geçerek girdim. Karşıma mütevazı bir ilçe yerine koca bir kent çıkıverince şaşırıp kaldım.
BEYŞEHİR’İN GEÇMİŞİ
Tarihçilere kulak verdiğimde, ilçenin geçmişinin çok eskilere dayandığını öğrendim. İlkçağ’da bölge Pisidya adıyla anılıyordu. Beyşehir’in bilinen ilk adı Karallia idi. Bizanslılar gelince bu ad Skleros olarak değiştirildi. Daha sonra harap olan şehir Viranşehir adıyla anılmaya başlandı. Eşrefoğulları’nın hakim olduğu dönemde Viranşehir Süleymanşehir’e dönüştü. Beyliğin merkezi olduktan sonra da Beyşehir adını aldı ve bugünlere geldi.
Akşama daha vakit vardı. Önce gölü tanımak istedim. Ama dediğim gibi göl kendini ele vermek niyetinde değildi. Birkaç köy haricinde kıyısına yaklaşılmıyordu. Tarlalar, bataklıklar meraklılara izin vermiyordu. Önce Akburun köyünde şansımı denedim. Ama göle yaklaşamadım. Sonra Kuşluca’ya saptım. Orada da başarılı olamadım. Daha sonra tarlaların arasından giden bir yolu izleyip, gölün mavisine kavuştum. Sabahtan beri yollardaydım ve yorulmuştum. İskemlemi ve ocağımı çıkardım. Suların şıpırtısına kulak verip, kahvemi yudumladım.
Denizden 1116 metre yükseklikteki Beyşehir Gölü, çukurunda biriktirdiği 6 milyon metreküp su ile Türkiye’nin en büyük tatlı su gölüydü. Genişliği 10 ile 25, uzunluğu 42 kilometre olan göl kucağında irili ufaklı tam 33 adayı barındırıyordu. Beyşehir’de güneşin batışının muhteşem olduğunu duymuştum. Önde mavi göl arkada Anamas Dağı ile birlikte kırmızılı, turunculu bir gökyüzü seyredenleri mest edermiş. Bir acele ilçeye geri döndüm. Niyetim göl kıyısında bir lokantaya oturup, güneşi batırmaktı. Bu arzumu gerçekleştiremedim. Çünkü Beyşehir’de kafama uygun bir kıyı lokantası bulamadım. Güneşi bir kadeh şarap eşliğinde batırmak istiyordum. Beyşehir’de ise -artık tüm Anadolu’da olduğu gibi- içki veren yer bulmakta zorlandım. Yemeğimi, sigara dumanlarından oluşmuş sis perdesinin altında, karanlık bir lokanta köşesinde yedim. Geceyi ‘Öğretmen Evi’nde geçirdim. Ucuz, manzaralı, temiz pak bir tesisti.
YALVAÇ’TA ANTİK KENT
Sabah erkenden yola çıktım. Hızla kentin en önemli tarihi eserlerinden biri olan Eşrefoğlu Camii’ne gittim. XIII. yüzyıldan kalma bir yapıydı. Friedrich Sarre’nin kitabından öğrendiğime göre, tavanı tutan 48 ahşap sütun Anamas Dağı’nın değerli sedir ağaçlarından yapılmıştı. Yazar bu cami için, ‘orta Anadolu’da gördüğüm en ilginç ortaçağ eserlerinden biri’ diyordu. Camiyi gezdikten sonra Beyşehir’den ayrıldım. Önce Şarkikaraağaç’ta fırından yeni çıkmış poğaça ile kahvaltıyı hallettim. Oradan bir koşu Yalvaç’a vardım. Niyetim Kral I. Antiokhos’un (MÖ 280-261) kurduğu antik kentin kalıntılarını görmekti. Kazı yeri ilçeden bir kilometre kadar içeride, Sultan Dağı’nın uzantılarının birinin üstündeydi. Bir bölümü gün yüzüne çıkarılmış olan bu kent, 731 yılında Araplar tarafından tahrip edilene kadar önemli bir merkez olma özelliğini korumuştu. Osmanlı döneminde ise antik kentin yıkıntılarının yanında Yalvaç kasabası gelişmişti. Kentin hemen yanı başındaki su kemerleri o dönemin görkemini gözler önüne seriyordu.
Yalvaç’tan Akşehir’e geçtim. Nasreddin Hoca’nın türbesini ziyaret edip, bir süre ilçenin geçmişini yansıtan arka sokaklarda, cumbalı evlerin gölgesinde dolaştım. Sonra Hoca’nın maya çaldığı Akşehir Gölü’ne doğru yollandım. Bu göl de Beyşehir gibi yüzünü göstermeyen bir göldü. Sorkun, Yeniköy, Gölçayır, Kavakçiftliği... Köylere girip çıkıyor ama bataklığı aşıp göle ulaşamıyordum. Gölü kendi halinde bırakıp bu kez biraz daha kuzeydeki Eber’in yoluna saptım. Köyün içinden geçip, arabayı bataklığın ucunda durdurdum. Göle uzaktan el salladım. Sazlıklara bir kayık yaslanmıştı. Çürümüş tahtalarına bakılırsa, balıkçılıktan yıllar önce emekli olmuştu. Kayığın üstünde bir ördek vardı. Makinemi kaldırınca korktu, göle doğru uçtu. O kaçtıktan sonra çevrede başka canlı kalmadı. Eber de kendini göstermedi. Israrcı olmadım. Gerisin geri anayola çıkıp, İstanbul’a doğru gaza bastım. Bir rotayı daha tüketmenin huzurunu, vücudumun her hücresinde hissediyordum.