Tatil dönüşü bir koşu (!) kuzeye, Finlandiya’ya gidip döndüm. Bitmek bilmeyen günlere kavuşmadan önce Münih Havaalanı’nda, yolcuların giremedikleri bölümlere girip, bagajların yolculuğunu izledim, yemeklerin hazırlandığı dev mutfaklarda yolculuğun bilinmeyen yönlerini gördüm.
Aslında iznimi hep evde geçiririm. Bahçenin gölgelik bir köşesine uzanıp, akşama kadar kitap okurum, bulutları seyrederim ve çiçeklerle uğraşırım. Ama son iznimde yine yollara düştüm. Niyetim biraz denize girmek biraz da konu torbamı doldurmaktı. Bu yüzden epey yol kat ettim (bir haftada 2650 km.). Dönüşte gezi notlarımı derleyip toparlamaya fırsat bulamadan Lufthansa’dan bir davet geldi: Münih üstünden Helsinki... Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye nedense bugüne kadar yolumu hiç düşürememiştim. Bu nedenle tüm tatil rehavetine rağmen davete ‘hayır’ diyemedim. Onun için tatil izlenimlerimi, Finlandiya yazılarından sonra sizlere aktaracağım.
Gezinin ilk durağı olan Münih’in havaalanını inşaat aşamasında gezmiştim. Her şey daha yeni yapılıyordu. Kablolar, yalıtım gereçleri, inşaat iskeleleri, korkulukları henüz yapılmamış merdivenler, sonradan geçilmesi imkansızlaşacak girişler, sadece yerleri belli olan ama duvarları olmayan bölümler... Rehberin anlattıklarını birleştirip hayali bir terminal kurduğumu hatırlıyorum. Şimdi ise her şey bitmiş, kalabalıkların gidip geldiği koca bir mekana dönüşmüştü. Hayalimde çizdiğim terminalle, gerçeğinin örtüşüp örtüşmediğini anımsayamadım.
Bizi gezdirecek rehberin gelmesini beklemek için bir bara girdik. Bu bar, birasını kendi üreten belki de ilk ve tek havaalanı barıydı. Köşedeki koca bakır imbikten iki çeşit bira damıtılıyordu. Bir tanesi beyaz biraydı diğeri ise filtre ve pastörize edilmemiş buğday birasıydı. Ben tercihimi bulanık buğday birasından yana kullandım. Bardak önüme gelince, bardaktan yükselen taze ekmek kokusu burnumdan içeri sızıp tüm tat dokularımı tahrik etti. Ekşi mayanın kokusunu oldum olası sevmişimdir. Kokunun acıktırdığı midemi ikna etmekte epey zorlandım. Eğer zil seslerini keserse, ona lezzetli yemekler göndereceğime söz verdim.
EĞLENCE DİYARI
Münih Havaalanı’na, aslında kentin küçük bir banliyösü demek de pek yanlış olmazdı. Çünkü terminalin müşterileri sadece yolcular değildi. Münihliler buraya yemek yemeye, müzik dinlemeye, alışveriş yapmaya da geliyorlardı. Çünkü burada dünyanın çeşitli tatlarını sunan restoranlar, çeşit çeşit mağazalar yer alıyor, dinleyenleri coşturan konserler düzenleniyordu. Üstelik fiyatlar kentten biraz daha ucuzdu. Lufthansa yetkilileri, kazancın yüzde 40’ının havacılık dışı işlerden elde edildiğini belirterek, klasik havaalanı işletmeciliğinin artık değiştiğini kanıtlıyorlardı.
Dolaşmaya başladık. Dolaştıkça yapım aşamasındaki terminali daha iyi hatırlıyordum. O zaman, ‘burası giriş kapısı olacak’ denen yerden, şimdi didik didik aranmadan girmek olanaksızdı. Uçakları, pisti seyretmek için terasa giden tüp yoldan geçerken buranın ilk hali aklıma geldi. Korkuluklar olmadığı için terminalin tepesinden geçen bu keçi yolunda yürümekten çekinmiştim.
Gözleri görmeyenler için özel yollar bile düşünülmüştü. Parlak granitlerin arasına döşenmiş kabartılı bir malzemeden yapılan yollar tüm terminali dolaşıyordu. ‘Beyaz Baston’ tırtıklara değdiği sürece yürüyen için bir sorun yok demekti.
Ben havaalanlarının hep görünmeyen yüzlerini merak ederim. Bunlardan birisi de bagajların yüklenmesidir. Yer numaramı alırken teslim ettiğim bavulum, uçağı nasıl buluyordu? Ya içinde bomba varsa ne yapıyorlardı? Bir uçaktan diğer uçağa nasıl aktarılıyordu? Uçağı kaçırırsa nereye gidiyordu?
Bagaj bölümüne indiğimde, kendimi raylardan yapılmış bir yol ağının ortasında buldum. Bavullar tekerlekli rayların üstünde hızla çeşitli yönlere doğru dağılıyorlardı. Bazen tünellere giriyor, bazen bir ışık kümesinin içinden geçiyorlardı. Tüneller, kontrol istasyonlarıydı. Burada patlayıcıya karşı hassaslaştırılmış aletler bavulun içini didik didik ediyorlardı. Şüpheli bir şey varsa bavul ikinci bir tünelde daha hassas aletlerin kontrolüne sokuluyor, şüpheli görüntü hala duruyorsa bu sefer bavul uzmanlar tarafından aranıyordu. Bu uzmanlar, şifreli ve şifresiz tüm kilitleri açabiliyordu. Eğer bavul temiz çıkarsa, içine bavulun açıldığını belirtilen bir yazı konuyor, tekrar kilitlendikten sonra uçağa yolcu ediliyordu.
HAVAALANI MUTFAĞI
Yeşil ışıklar saçan gözler ise bavulun sapına yapıştırılan kağıttaki bar kotları okuyorlardı. 360 derecelik bir görme alanına sahip olan bu gözler, bavulun hangi uçağa gideceğini, kime ait olduğunu saptayıp bilgisayara aktarıyordu. Siz uçağa binmeden bavulunuz yüklenmiyordu. Binlerce bavul sadece bir iki kişinin yardımıyla bu karmaşık trafiğin içinde yolunu buluyordu.
Diğer merak ettiğim bir yer de uçak yemeklerinin hazırlandığı yerdi. Oraya girerken hiçbir salgın hastalığım olmadığını beyan edip kağıdı imzaladım. Sonra beyaz bir önlük giydim. Saçlarımı ve sakallarımı özel bonelerle kapattım. Sky Chefs’in kapısından içeri girdiğimde, kendimi bir koşuşturmanın içinde buldum. Bir yanda uçaklardan gelen yemek artıkları temizleniyor, bir yandan hosteslerin servis için kullandığı küçük arabalar dev bulaşık makinelerinde yıkanıyordu. Kullanılsın, kullanılmasın müşterinin tepsiye bıraktığı her şey çöpe atılıyordu. Bir başka yerde dev tencerelerde, fırınlarda çeşitli yemekler pişiyor, birileri küçük tabaklara salataları hazırlıyor, birileri salam, peynir doğruyor, birileri de sandviçleri hazırlıyorlardı. Bir kişi ekmek dilimlerine durmadan tereyağı sürüyor, yanındaki bunun üstüne peynir -veya salam- koyuyor, bir diğeri de diğer dilimi üstlerine kapatıyordu. Mesai süresince hep aynı işi yapıyorlardı. Hem de pür dikkat. Çünkü önlerinden geçen sürekli bant, bir saniyelik dikkatsizlikte karmakarışık olabilirdi. Bir diğeri ise leke olup olmadığını kontrol etmek için sürekli fincanların içine bakmakla görevliydi. Hiçbiri konuşmuyordu ve hepsi robotlara benziyordu. Benim yapamayacağım çok zor bir işti.
Müslüman ve Musevi yolcular için ise yemekler özel bölümlerde yapılıyordu. İçki, yemek, meyve suyu, çerez ile doldurulan servis arabaları, hemen soğutulmuş odalara konuyordu. 1500 kişinin çalıştığı dev mutfakta gördüklerim beni şaşkına çevirmişti. Her şey tertemizdi ama ya lezzet!.. Zaten uçaklar insanları lezzet noktalarına götürmekle görevliydi, yoksa lezzet sunmakla değil.
HELSİNKİ YOLUNDA
Tanıma turlarını bitirdikten sonra, Helsinki uçağını beklemek için üst kattaki barlardan birine oturdum. Aşağıda bir koşuşturma vardı: Alış veriş yapanlar, boş boş dolaşanlar, bir şeyler yiyip içenler, okuyanlar, uyuyanlar, düşünenler... Yüzlerinde ayrılmanın hüznünü veya kavuşmanın heyecanını taşıyanlar koridorlarda akıp gidiyorlardı. Tüm havaalanlarının ortak gürültüleri burada da vardı: Çeşit çeşit çalan cep telefonları, ayrı ayrı dillerin kelimelerinden oluşan anlamsız uğultular ve yolcuları uçaklara davet eden anonsların çınlamaları, çekilen çantaların ve bavulların tekerlek sesleri...
Geleni geçeni seyrederken dalıp gitmiştim. Uçağımın anons edildiğini duyunca silkinip, kendimi toparladım. Şimdi de gecelerin çok kısa olduğu bir başka kente, Helsinki’ye gidiyordum. Uçak havalanınca daha önceden hazırladığım Finlandiya dosyasına göz attım. Türk gezginler kuzey ülkelerine nedense pek rağbet etmemişti. Finlandiya’ya giden ilk gezgin Ahmet Midhat’tı ama o eserinde bu ülkeden bahsetmemişti. XX.yüzyılın başlarında bu ülkeye giden Celal Nuri ise ‘Şimal Hatıraları’nda şunları yazmıştı: ‘Hoş, latif, zarif bir memleket. Meydanlar, sokaklar limanlar o kadar temiz ki insan kendisini bir salonda zannediyor. Asayiş ber-kemal. Hırsızlık yok. Fuhşiyat bile çok değil. Hastalık da pek o kadar mebzul değilmiş. Bu garip diyarda bin kadar göl, bir o kadar da ada var. Taşlığı pek çok. Ormanları, suları az değil...’ Celal Nuri, Helsinki hakkındaki izlenimlerini ise şöyle anlatmıştı: ‘Finlandiya’nın başkenti Helsingfurs (Helsinki), insana rahatlık huzur ve bahtiyarlık veren bir kenttir. Bu şehirde bahçeler ferahfeza, manzara pek dil-nişindir. Limanın içinde ve dışında bir çok adacıklar, şehrin içinde küçük küçük göller mevcuttur. Helsingfurs hem manzara bakımından hem de halkın eğitim seviyesinin yüksekliği bakımından kıymetli bir yerdir. Medeniyetin ve maarifin hemen her türlü olumlu izine burada rastlamak mümkündür...’
Bunlar yüzyıl öncenin tanımlamalarıydı. Biraz sonra Helsinki’nin bugününü görüp, geçmişle karşılaştıracaktım. Uçak piste indiğinde saat 22.00’yi gösteriyordu ama hava hálá aydınlıktı.
Bugünün Helsinki’si haftaya kaldı.
En uzun günler
Bu aylarda kuzey ülkeleri hep aydınlık olur. Kutup’a yaklaştıkça güneş hiç batmaz, 24 saat gökyüzüne asılıp kalır. Biraz daha güneyde ise gece sadece birkaç saat alaca karanlık olur, sonra güneş tekrar doğar. En uzun günlere doğru bu dördüncü yolculuğumdu. İlk yolculuğumda İngiltere’nin kuzeyindeki Orkney Adası’na gitmiştim. Hava sabaha karşı 03.00’te biraz kararmış, gökyüzü ebruliye boyanmıştı. Güneş batmamıştı da sanki önüne bir bulut gelmişti. Limanda, morun tonlarına boyanmış suları yara yara giden ördekleri uzun uzun seyretmiştim. Uyumak için otelime giderken gün yeniden aydınlanmıştı. Alaska’da da güneş hiç batmamıştı. İlk günler, gece yarısı güneşini seyretmekten uyumayı unutuyordum. Sonraki günlerde aydınlık gecelerde uyumaya alışmıştım. Üçüncü yolculuğumu ise geçen yıl aynı günlerde, Norveç’in en kuzeyindeki Tromso kentine yapmıştım. Orada ise güneş gökyüzünden hiç ayrılmamıştı. Hayatımda ilk kez gece yarısı sığınacak bir gölge aramıştım.