Yaşayan tablo Eğirdir

Geçen hafta başladığım ‘Göller Bölgesi’ gezim bu hafta da sürüyor. Yedi Renkli Göl adı da verilen Eğirdir Gölü, çevresindeki dağlar, meyve bahçeleri, suyun içinden yükselen ağaçları, sarı sazlıkları ile her koyunda ayrı bir güzellik sergiliyordu. Eğirdir, güzelliği kadar tarihi ile de ünlüydü.

Yıllardan beri yollardaydım ama nedense ‘Göller Bölgesi’ne hiç uğramamıştım. ‘Yedi Renkli’ Eğirdir Gölü’nün kıyısından ilçeye doğru giderken öylesine güzel manzaralarla karşılaşıyordum ki, tüm yorgunluğum dağlara doğru uçup gidiyordu. Her tondan mavi, çiçek açmış elma ağaçları, sarı katır tırnakları, rüzgara boyun eğmiş narin gelincikler, yarı beline kadar suya batıp yansımalarını seyreden ağaçlar, ıslık çalan sazlıklar... Cennetten görüntülerdi sanki. Burası yıllardan beri bildiğim ama görmediğim bir coğrafya parçasıydı. İleride Eğirdir’in kiremitli çatıları, Barla Dağı’nın berrak ve ışıltılı karları, küme küme gökyüzünde gezinen bulutlar önümdeki tabloyu süsleyen diğer figürlerdi.

Eğirdir hep gezginlerin yolu üstünde olmuştu. Birçok ünlü kişi bir şekilde buraya uğramış, eserlerinde bura hakkında övücü cümleler kurmuşlardı. Bunlardan biri olan Alman Friedrich Sarre, ‘Küçük Asya Seyahati’ adlı kitabında Eğirdir’le ilk karşılaşmasını şöyle anlatmıştı: ‘Gölün pırıltılı yüzeyi ayna gibi önümüzdeydi. Sağdaki yalçın dağdan fırlayan kaya çıkıntısı gölün suyuna dalıyor, küçük şehrin süslü evleri bu kaya parçasını kaplıyor ve suları, kuleleri ve yıkıntılarıyla Alaaddin Kalesi, kayanın tepesini taçlandırıyordu. Daha uzakta, gölün yüzeyinde o iki ada görünüyordu. Küçük olanı sık ormanla örtülüydü ve diğerinin üzerindeki iç içe geçmiş Rum evlerinin damlarının arasından Türk camiinin yüksek minaresi fırlıyordu. Birkaç beyaz yelken, bütün Küçükasya’da bir benzeri olmayan ve şimdiye kadar pek bilinmeyen bu harika manzaraya can katıyordu...’

GEZGİNİN KORKUSU

Yazarla aynı açıdan baktığımda, yılların taşıdığı değişimi görebiliyordum. Örneğin Eğirdir’in artık iki adası yoktu. Ormanla kaplı olan Can Adası ile nüfusunun tamamı Rumlardan oluşan Yeşil Ada, gölün suları çekildikten sonra ince bir yolla karaya bağlanmışlardı. Eski kenti yeni siteler kucaklamıştı. Tarih, bu taş yığınının arasında sıkışıp kalmıştı. Sarre, yazısında Eğirdir’in görenlere bu kadar zevk vermesini, kentin anayollara uzak olmasına bağlamıştı. Alman gezgin endişesini şöyle açıklamıştı: ‘Bu dağ gölü ulaşıma açıldığı zaman, mesela İzmir’den Dinar’a giden demiryolu birkaç yıl içinde buraya kadar gelirse ve buharlı gemiler gezginleri adalara taşırsa, o zaman bu yörenin ve halkının başka hiçbir yerde göremeyeceğimiz saflıktaki gerçek Doğulu karakteri adım adım gerileyecek. O zaman kurnaz bir Rum bir otel açacak ve hiçbir yabancı gerçek Türk misafirperverliğinin tadına varamayacak...’

Sarre’ın korkusu gerçekleşmiş, gölün çevresi asfalt yollarla çevrelenmiş, İzmir’den kalkan tren Dinar’ı aşıp ilçeye ulaşmış, modern ulaşım araçları uzakları yakın etmişti ama, Eğirdir güzelliğinden ve konukseverliğinden pek bir şey kaybetmemişti. Arabayı meydanda bir yere park ettim. Dışarı çıktığımda gölün üstünden kopup gelen güneyli bir rüzgar terli bedenimi ürpertti. Önce, bugün çarşı olarak kullanılan Selçuklu medresesinin avlusuna girip çevreyi seyrettim. Daha sonra Hamitoğlu Emiri Dündar Bey’in yaptırdığı diğer medreseye geçtim. Merkezde uğradığım diğer bir tarihi eser ise 15. yüzyılın başlarında yaptırılan Hızır Bey Camii oldu.

KASABANIN PAZARI

Kaynaklara göre Eğirdir’in antik dönemdeki adı Limnai idi. Bizans döneminde ise Prostanna olarak anıldı. Kent 13. yüzyılın başlarında Selçukluların, 1412’den sonra da Hamitoğlu Beyliği’nin yönetimine geçti. Beyliğin kurucusu Felekeddin Dündar, kentin Bizans’tan kalan adını beğenmedi ve kendisini hatırlatacak şekilde Felekabad olarak değiştirdi.

1219 yılında I. Alaeddin Keykubad tarafından yaptırılan ve şimdi harabe halinde bir duvarı kalan kalenin kapısından girince kendimi pazar yerinde buldum. Meydan Yeşilada’ya giden yola kadar pazarcılar tarafından işgal edilmişti. Yiyecekten daha çok kap kacak, giyecek, ev ve mutfak eşyaları sergileniyordu. Şehir işi peynirler, zeytinler, bakliyatlar, katı, sıvı yağlar müşteri çeken tezgahların başında geliyordu. Gölün çevresi o gün Eğirdir’e akmıştı.

Aslında Eğirdir pazarı oldum olası ünlüydü. 1890 tarihli bir kitapta bu pazar şöyle anlatılmıştı: ‘Bu memlekette haftada bir defa olmak üzere muhteşem bir pazar kurulur. Şehir halkı ziraatle uğraşmaz. Genellikle sanatkardır. Kasabanın yiyecek ihtiyacı kayıklarla çevre köylerden gelir. Çevreden gelen köylüler Eğirdir pazarına yağ, yoğurt, yumurta, bal, tavuk, un ve davar getirirler. Bunun karşılığında her türlü kereste, alaca bez, ayakkabı ve sanayi ürünleri alırlar...’

Pazarı baştan sona gezdim ama ilgimi çekecek yerel bir şeye rastlayamadım. Kalabalığı geride bırakıp, adalara doğru yürüdüm. Önce park haline getirilmiş Can Adası’na vardım. Katip Çelebi’nin Gülistan adını taktığı adada geçmişte pek yerleşim olmamıştı. Bazı Batılı gezginler, üzüm bağlarıyla kaplı bu minik adada, bir zamanlar zengin Osmanlı paşalarının evlerinin bulunduğunu, bu evlerde alemler düzenlediğini öne sürüyorlardı.

ESKİ KİLİSE

Can Ada’dan sonra ise daha büyük olan Yeşilada’ya vardım. Sahildeki balık restoranlarına, pansiyonlara, kıyı kahvelerine bakılırsa burası Eğirdir’in eğlence üssü olmuştu. Kapılarını henüz açmamış bir kahvenin örtüsüz bir masasına oturup, dört bir yandaki görüntüyü sindirmeye çalıştım.

Alman gezgin Sarre, adanın yüz yıl öncesini şöyle anlatmıştı: ‘Adada evler daracık sokaklarla birbirinden ayrılıyor ve bu ev deryasında bitkilere ve ağaçlara ayrılacak yer bulunmuyor. Adanın sayıları bin kadar olan yerlileri Yunan kökenli ve Ortodoks. Az sayıda da Türk var. Rumlar Türk nüfusun arasında anadillerini unutmuşlar ve sadece Türkçe konuşuyorlar. Balıkçılıkla geçiniyorlar ama kimileri de karada şarapçılık yapıyor...’

Kahveden kalkıp, dar sokakları arşınladım. Kilitli kapısının üstünde ‘Ayastafanos Kilisesi’ yazılı binanın içine pencerenin tozlu camlarından baktım. Dört duvardan başka bir şey görmedim. Aslında burada bir zamanlar iki tane kilise olduğunu okumuştum. Aziz Stefanos’a adanan ve ortaçağ yapısı olduğu belirtilen bu kilisenin yerinde yeller esiyordu. Kaynaklar bu kilisenin kütüphanesinin çok kıymetli eserlerle dolu olduğunu belirtiyordu. Şimdi kapısında kilit sallanan ikinci kilise ise XIV. yüzyılında yapılmıştı ve mimari açıdan pek bir değer taşımıyordu.

Adadan ayrılmadan önce restoranları ‘teftiş’ ettim. Akşam için bir tanesini gözüme kestirip, kalacağım otele doğru hareket ettim. Eğer gidecek olursanız Eğirdir’de kalacak yer sorunu yaşamazsınız. Kentin merkezinde birkaç tane eli yüzü düzgün otel var. Ayrıca birçok pansiyon da, uygun fiyata temiz konaklama olanağı sunuyorlar. Ben tercihimi, merkeze biraz uzak olan Nafiz Yürekli Anadolu Turizm Meslek Lisesi’nin uygulama otelinden yana kullandım. Öğrencilerin itina ile hazırladığı göle nazır odamda, yemek saatine kadar yorgunluğumdan soyundum.

GÖLÜN BALIKLARI

Akşam güneş batımına yakın bir acele tekrar Yeşilada’ya gidip, deniz kıyısındaki restorana oturdum. Garsonla kısa bir sohbet ettikten sonra Eğirdir’e özgü yemek arama çabasından vazgeçtim. Burada doğal olarak balık en gözde yemekti. Gölde balık çeşidi pek yoktu: Sazan, levrek, kadife, sudak ve bir zamanlar da kerevit. Bir zamanlar Eğirdir’in önemli gelir kaynağı olan kerevit son yıllarda kayıplara karışmıştı.

Eğirdir’de doğup, sonra ünlü bir gezgin olan Süleyman Şükrü Karçınzade, 1900’lerin başında yazdığı bir makalede, göldeki balıkların değerlendirilmemesi konusunu şöyle eleştirmişti: ‘Civarımızda bulunan İzmir’de, yabancıların getirdiği sıradan balıkların kilosu 5 kuruştan aşağı düşmezken, burada balık avcılığı ile uğraşanlar dışarıya satmayı düşünemeyip, birkaç okkasını bir meteliğe satmak için müşteri bulamazlar, balıkları kokuturlar. Eğirdir buz ve balık memleketi olduğu halde, buradan Burdur’a bile balık sevkiyatı yapılamaz. Halbuki bu balıklar dünyanın en leziz balıklarıdır...’

Restoranda mezelere yüz vermedim. Önce bir sazan tava istedim. Çamur-yosun kokusu ağır bastığı için yiyemedim. Ama ardından gelen levrek tavanın tadına doyamadım. Kılçıklarından arındırılmış levrek filetoları, önce unlanıyor, sonra unlu yumurtalı başka bir karışıma bulandıktan sonra kızgın tavaya atılıyordu. Aslında buna ‘levrek böreği’ demek daha doğru olurdu. Balığın yanına bir de çoban salata söyledim. Yemekler geldiğinde güneş karşı tepenin arkasından son ışıklarını gölün üstüne gönderiyordu.

Ertesi gün önümde uzun bir yolculuk vardı. Onun için geceyi fazla uzatmadım. Zaten Eğirdir’de ışıklar birer ikişer sönmeye başlamıştı. Kovada, Beyşehir, Akşehir, Eber gölleri haftaya kaldı.
Yazarın Tüm Yazıları