İstanbul’la birkaç gün hasret giderdikten sonra yine yollara düştüm. Dere tepe düz gidip, göller bölgesinde tabloyu andıran manzaraların arasında dolaştım durdum.
Ben tatilde oradan oraya zıplamayı, yol yapmayı, köşe bucak dolaşmayı çok seviyorum. Size de böylesine bir tatili öneririm.
Geçen haftalarda iç Ege’nin dağında ovasında dolaşıp durmuş, baharın coşkusunu izlemiştim. Sürekli yollarda olmaktan yorulmuştum. İstanbul’a dönüşümde Boğaz’ı süsleyen koruları seyrettim, Beyoğlu’nda kalabalıklarla birlikte yürüdüm, kitaplarla uğraştım, sinemaya gittim, davetlerde boy gösterdim. Yani İstanbul’un doyumsuz güzelliği ve karmaşası ile hasret giderdikten sonra tekrar yollara düştüm. Bu sefer rotamı daha önce hiç gitmediğim ‘Göller Bölgesi’ne doğru çevirmiştim.
Tem’i Adapazarı kavşağından terk edip, Geyve vadisine doğru döndüm. Vadinin iki yanında yükselen tepeler, iyiden iyiye yeşile boyanmıştı. Solumda her zamanki azametiyle akan Sakarya Nehri’nde Karadeniz’e kavuşma telaşı vardı. Vadiden çıktıktan sonra, Ali Fuat Paşa’dan itibaren çiçekleri artık meyveye dönen ağaçlar her tarafı sardı. Pamukova, Osmaneli, Bilecik’e kadar manzara değişmedi: Sıra sıra elma, kiraz, şeftali, armut... Toprak, iç Ege’de olduğu gibi burada da bereket saçıyordu.
Evden çok erken çıkmıştım. Sabahın bu saatinde yola, ara ara sis oturuyordu. Ağaçlar masallarda anlatıldığı gibi bulutların üstünden yükseliyordu. Yol birden kayboluyor, biraz sonra yeniden görünüyordu. Sabah güneşinin parlattığı sis, şifondan yapılmış bir hayal perdesini andırıyordu. Perdeye dala çıka Bozüyük, Kütahya derken Afyon’u buldum. Yılların İkbal tesislerinde yemek molası verdim. Restoran her zaman olduğu gibi yine doluydu. Ismarladığım yemek önüme buz gibi geldi. Garsonu uyardım, tabağı alıp mikro dalga fırına sokup çıkardı. Bu sefer yemeğin yarısı ısınmış yarısı soğuk kalmıştı. Geldiğime geleceğime pişman oldum. Hem lezzetler bozulmuş, hem servis eski ciddiyetini kaybetmişti. ‘Nasılsa gelirler’ zihniyeti burayı da teslim almıştı. Uzun zamandan beri en favori yol lokantam olan İkbal’den, bu kez hayal kırıklığı ile ayrıldım.
Afyon’dan Şuhut yoluna saptım. 25 kilometrelik bir yoldu. Ovayı sarmalayan Kumalar Dağı’nın zirvesindeki karlar güneşe hálá direniyorlardı. Güzel ve düzgün bir yoldu.
ŞUHUT’UN LÜKS MERMERLERİ
Şuhut, antik çağda mermer ocaklarıyla ünlenmiş bir yerleşim yeriydi. Strabon ‘Coğrafya’ kitabına burayla ilgili şu notları düşmüştü: ‘Synnada (Şuhut) yaklaşık 11 kilometre uzunluğunda ve zeytin ağaçları dikilmiş bir ovanın sonundadır. Bu ovanın öte tarafında mermer ocakları vardır. Başlangıçta bu ocaklardan orta derece büyüklükte mermerler çıkartılırdı. Fakat şimdi Roma lüksü, buradan tek parça sütunlar alıyor; kaymak taşı denilen en güzel renkli bu mermerler bin bir güçlükle deniz kıyısına taşınır oradan Roma’ya gönderilirdi.’
Gerçekten de o dönemde, Roma’nın zengin evlerinde Şuhut mermeri kullanmak modaydı. Antik dönem şairleri şiirlerinde, bu mermerin lüksün ve zenginliğin sembolü olduğunu vurguluyorlardı. Tepe yamaçlarında, tek tük de olsa mermer ocaklarına hálá rastlanıyordu. Ama bu mermerler eski ününü yitirmişlerdi.
Şuhut’tan sonra, yolun uzandığı ovayı kavak ağaçları ile budandığı yerden ok gibi yeni sürgünler fırlatmış söğüt ağaçları aldı. Karadilli köyünden sonra Konya istikametine doğru döndüm. İp gibi uzanan yoldan bir kilometre kadar gidip Isparta’yı gösteren oku izledim.
Yol tabelasına bakılırsa Eğirdir Gölü 72 kilometre uzaklıktaydı. Biraz daha ilerleyince kendimi vişne ormanının içinde buldum. Yeni yeni kırmızıya boyanmış vişneler, dalları basmıştı. Dağın yamacındaki Karacaören Köyü, vişnelerinin lezzetiyle gurur duyuyordu.
Döne dolaşa 1400 metre yükseklikteki Bozdurmuş Beli’ne kadar tırmandım. Yol bu noktadan sonra, çıktığı gibi kıvrıla kıvrıla aşağıya inmeye başladı. Önce Barla Dağı’nın karlı zirveleri göründü. Dağın yamaçları çam ormanları, etekleri de beyaz çiçekli elma ağaçlarıyla süslenmişti. Dağ burnunu göle doğru uzatmıştı.
Türkiye’nin dördüncü büyük gölü olan Eğirdir, iki çanaktan oluşuyordu. Kuzeydeki küçük çanağın adı Hoyran Gölü’ydü. Deniz seviyesinden 916 metre yükseklikte olan göl, tam 468 kilometrekarelik bir alana yayılıyordu. Kuzeyden güneye uzunluğu 50 kilometreydi.
MAVİNİN TONLARI
Kıyıdaki ilk köyde (Akkeçili) mola verdim. Göle tepeden bakan bir ağacın gölgesine sığınıp, sızlayan omuzlarımı dinlendirdim. Aşağıda, yarı beline kadar suya gömülmüş ağaçlar ve kamışlar görüntülerini göle yansıtmışlardı. Sazlıklara yaslanmış kayıklar ise sessiz bir sabırla av yasağının bitmesini bekliyorlardı. Bir iki kurbağa vıraklaması, kuşların cıvıltısı ve kamışların hışırtısı... Duyulan sesler bunlardan ibaretti.
Gölden kopup gelen serin bir rüzgar bütün vücudumu okşadı, sarmaladı. Direksiyon sallamaktan katılaşmış kaslarımı gevşetti. Rüzgar vücudumla oynaşırken, ben de bakışlarımı gölün üstünde gezindirdim. Eğirdir dendiği gibi ‘Yedi Renkli’ bir göldü. Renklerin arasında Turkuvaz en geniş yeri kendisine ayırmıştı. Ondan arta kalan yerler de cam göbeğine, boncuk mavisine, sarılı maviye, laciverte, açık maviye, gece mavisine, morlu maviye boyanmıştı. Beyaz bulutlarla, yeşil ağaçların yansıması da renk cümbüşüne renk katıyordu.
Oturdukça gevşedim. Gevşedikçe kalkmak istemedim. Ama yolcu yolunda gerekti. Tekrar direksiyona geçip, Eğirdir kasabasına doğru kıyı kıyı ilerledim. Her taraf elma ağaçları ile kaplıydı. Yörenin bağları bahçeleri çok eski dönemlerde de dillere destandı. Buraya 1890 yılında bir yolculuk yapan Alman gezgin ve bilim adamı Friedrich Sarre gördüklerini şöyle anlatmıştı: ‘Gölün güneyindeki arazide üzüm bağlarının ve meyve ağaçlarının verimliliği bizi şaşırtmıştı. Ama şehrin kuzeyinde ve gölün kıyısındaki meyve ağaçlarını görünce daha bir şaşkına döndük. Burada erik, elma, kayısı ve incir olağanüstü bir bollukta yetişiyor ve anlaşılan ağaçlara çok özenle bakılıyor...’
LEZZETLİ ŞARAPLAR
Katip Çelebi ise bağların güzelliğini öve öve bitirememiş, yörede 36 cins üzüm yetiştiğini bildirmişti. Bu bağlardan gölün kıyısında oturan Rumlar nefis şaraplar üretiyorlardı. O zamanın kayıtlarında bu şaraplar için, ‘ender bulunan buruk ve biberli bir tada, baharat kokusuna sahip’ tanımlaması yapılıyordu. Meyve ağaçları yerli yerinde duruyordu ama bağlar artık yoktu. Tabii ki Eğirdir’de şarap da yapılmıyordu. Çünkü onu yapacak Rumlar, çok önceden buralardan göç edip gitmişlerdi.
Buradaki Müslüman ahalinin bağlarla olan ilişkisini de, Eğirdir doğumlu olan gezgin Süleyman Şükrü Karçınzade, ‘Seyahat-ül Kübra’ adlı eserinde şöyle anlatmıştı: ‘Halk resmi bir ilanla eylül ayının 10’unda bağlara göçüp pekmez, pestil, bandırma işini yaptıktan sonra yine resmi bir ilanla ekim ayının 7’sinde şehre geri dönerler. Resmen ilan edilmeden bağa göçmek veya bağdan dönmek kesinlikle yasaktır. Bu tarihler arasında şehirde bekçilerden başka kimse kalmaz...’
Kah gölün kıyısından, kah biraz yükseğinden giden yol bir türlü bitmek bilmiyordu. Dağların, ovanın yeşili ile gölün mavisi sık sık birbirine kavuşuyor, sarmaş dolaş oluyor, sonra bir başka koyda yeniden birlikte olabilmek için ayrılıyorlardı. Her virajdan sonra gölün bir başka yüzüyle karşılaşıyor, onun fotoğrafını çekmek için duruyordum. Bir de karşıdan karşıya geçmeye çabalayan kaplumbağalar sık sık durmama neden oluyordu. Arabadan inip onları yolun ortasından alıyor, kıyıdaki otların arasına bırakıyordum.
Sonunda bir virajdan sonra Eğirdir İlçesi’ni gördüm. Evler kıyıya bir duvar gibi inen Eğridir Sivrisi’nin eteğine serpiştirilmişti. Dağın yamacına yazılmış yazı çok uzaklardan bile okunuyordu: ‘Komandoyuz, güçlüyüz, cesuruz, hazırız...’ Bu sloganları bir de Türk bayrağı süslüyordu.