Güneyin yalnız güzelleri

Uzun tatilin bir bölümünü yollarda geçirdim. Bodrum çevresinde yalnızlığın tadını çıkartan koylarda dolaştım durdum. Çökertme’de kaçakçı Halil’i andım, Ören’de çanak çömlek var mı diye bakındım, Akbük’te ise koyun güzelliği karşısında dondum kaldım. Bu hafta yaz güzellerinin kış yalnızlığını anlatacağım.

Kuş Gribi’nden sonra avcılığı iyiden iyiye unutan arkadaşım Zeki Alkoçlar, tatil arifelerinde beni aramayı alışkanlık haline getirdi. Uzun bayram tatili öncesinde de alışkanlığını bozmadı ve telefonla aradı: "Karda kışta orada ne işin var. Buralar hálá bahar. Atla gel, Bodrum’dan kaçalım!.." Başkaları Bodrum’a "vur patlasın çal oynasın" diye davet eder, benim arkadaşım ise "kaçmak" için çağırıyordu. Daveti ikiletmedim, Bodrum’dan kaçmak için Bodrum’a gittim.

İstanbul’u terk ettiğimde, hava siyahı bol bir griye boyanmıştı ve kar yağmurla sarmaş dolaş olmuş kenti ıslatıyordu. Bodrum’a indiğimde ise ışıl ışıl bir güneş vardı. Gölgeler üşütse de havayı bahar kokusu kaplamıştı. Hele saka kuşlarının cıvıltıları insanı ocak ayından alıp, nisanın ortasına fırlatıveriyordu. Kos Adası’nın (İstanköy) üstündeki bulutlar, beyaz kümeler halindeydi. Bu, havanın iyi olacağına işaretti. Eğer bulutlar siyah olursa, Bodrum’un üstüne ıslak ve soğuk bir gün kapaklanacak demekti. Bunu, buralı bir denizci öğretmişti bana.

Zeki ile kalenin dibindeki "Denizciler Kahvesi"ne oturup kaçış planları yaptık. İlk olarak Datça’ya gitmeyi konuştuk. O cennet koylar kış ortasında kim bilir ne güzel olurdu!.. Kahve pek kalabalık olmadığı için istemeyerek konuşmalarımıza kulak veren kahveci, kış aylarında yarımadaya motor kalkmadığını söyledi. Zeki, "O zaman karadan mavi yolculuk yapalım" dedi. İtiraz etmedim. Issız Bodrum’a, Bodrum’dan kaçmak için gelmemiş miydim zaten. Nereye kaçacağım pek önemli değildi. Maksat gitmek olsun da...

KIŞ GÜRÜLTÜLERİ

Ertesi sabah güneş Bitez koyunu turuncu ışıklarıyla okşarken biz yola koyulduk. Bu mevsimde Bodrum, iş makinelerinin gürültüsüne boğuluyordu. Kimi toprağı kazıyor, kimi taşları kırıyor, işçiler bağırıyor, kompresörler var güçleriyle homurduyor, çevre sabahın ilk ışıklarından, gecenin ilerleyen saatlerine kadar şantiye gürültüsüyle çınlıyordu. Çünkü bölgede inşaata sadece kış aylarında izin veriliyordu. Herkes mayıs başına kadar binaların kabasını bitirme çabasındaydı.

O sabah bayram paydosu vardı ve Bitez koyunda (yalısında) sadece kuşların sesleri duyuluyordu. Namazdan çıkan sessiz kalabalık, bayramlaşa bayramlaşa evlerine doğru gidiyorlardı.

Torba sapağının tam karşısındaki Mumcular sapağından içeri girip, yolculuğumuzu başlattık. Önce Garaova denen Bodrum’un sebze bahçesi olan ovayı geçtik. Mumcularda oyalanmadan, Yukarı Mazı köyünün dar sokaklarına girdik. Buranın kök boyacılığı ünlüymüş. Bu yüzden tüm düz çatılar ve balkonlar, kurumaya bırakılmış ipliklerle renklenmişti. Kurban kavurması kokan evleri geride bırakıp, döne döne Çökertme Koyu’na indik.

Güzel bir koydu. Kış ıssızlığının tadını çıkartıyordu sanki. Kayıklar ters çevrilmiş, otellerin, restoranların kapısına kilit vurulmuştu. Kimsesizlikten sıkılan bir köpek bizi görünce kuyruk sallaya sallaya koşturdu. Bacaklarıma süründü. Koca koyda, dalgalarla oynaşan çakıl taşlarının tıkırtısından başka ses duyulmuyordu. Birden yaz akşamları aklıma düştü. Denize komşu olan masalarda, "Çökertmeden çıktım da Halilim/ Aman başım selamet/ Bitez’de yalısına varmadan Halilim/ Aman koptu kıyamet..." türküsünün hep bir ağızdan söylendiğini duyar gibi oldum!..

Bir taşın üstüne oturup, denizde taş kaydırırken türkünün kahramanı Halil’i düşündüm. Bu koyun çocuğuydu. Yiğitliği dillere destan olmuş, mert, iri kıyım, eli yüzü düzgün bir delikanlıydı. O devirler yokluk yıllarıydı. Halil geçimini sağlayabilmek için arkadaşı İbrahim Çavuş ile birlikte karşıdaki Kos adasına tütün kaçırıyor, karşılığında aldıklarını Bodrum’da satıp ekmeğini kazanıyordu. Halil’in Bitez yalısında bir de sevgilisi vardı. Çakır Gülsüm adındaki kızın güzelliği tüm yarımadada biliniyordu. Halk arasında "Kalleş Kaymakam" diye anılan Bodrum Kaymakamı, kızı Halil’e yar etmemek için Bitez yalısına tuzak kurdurdu ve Kos’tan dönen Halil ile İbrahim Çavuş’u adamlarına öldürttü. Türkünün hikayesi böyle ama benim aktardığım kadar "yavan" değil. Hikayede aşk, yiğitlik, macera, kalleşlik her şey var. Ama yer kısıtlı olduğu için hikayeyi özetlemek zorunda kaldım.

Çökertme’yi Halil’in ruhuna emanet edip yolculuğa devam ettik. Yol mavili yeşilli Gökova Körfezi’nin kıyısından kıvrıla kıvrıla gidiyordu. Karşıda rakı mavisi pusun arkasından Datça uzanıyordu. Yarımada’nın dağları denizle yarışırcasına laciverde boyanmıştı. Halbuki ben, güneş batarken bu lacivert dağların mora döndüğünü yıllardan beri biliyordum.

Önce göğe değen beyaz dumanlı baca göründü. Virajı dönünce de, koca Kemerköy Termik Santralı tüm çirkinliğini gözler önüne serdi. O dönem yönetiminin köylüyle, çevreyle, doğayla inatlaşmasının eseriydi bu. Cennet Gökova’nın bağrında bir şark çıbanı gibi duruyordu. Hiç oyalanmadan santralın önünden geçtik gittik, Ören’e geldik.

Ören’in antik çağdaki adı Keramos’tu. Helen dilinde kilden yapılan çömlek, çanak, kiremit gibi nesnelere Keramos deniyordu. Bu ada rağmen kentte seramikçilikle ilgili herhangi bir buluntuya rastlanmamıştı. Bilge Umar "Karia" adlı kitabında, yöre halkının Gereme diye andığı Keramos’un hangi yüzyılda kurulduğunun bilinmediğini belirtiyordu. Buluntular kentin M.Ö 5. yüzyılda Atina önderliğindeki Delos Birliği’ne vergi ödediğini gösteriyordu.

Geçmişi bir yana bırakıp bugünkü Ören’in dar sokaklarından sahile indik. Bir balıkçı paraketaya yem takıyordu. Oltaya hangi balıklar takılıyor diye sordum, görmüş geçirmiş balıkçı neredeyse tüm Akdeniz balıklarını sıraladı. Bereketli sularmış, balıkçıları eli boş döndürmezmiş. "Rastgele" deyip uzun sahil şeridinde açlığımızı dindirecek bir lokantayı boşuna aradık. Pastaneler, restoranlar, kahveler kapıyı bacayı kilitlemiş, tası tarağı toplayıp yaz başında dönmek üzere gitmişlerdi. Çaresiz, Ören’in çıkışında bulduğumuz bir pideciyle yetindik. Halbuki yolda kaya barbunlarının, tereyağında pişmiş dil balıklarının (simdi tam zamanı), deniz çipuralarının, zeytinyağında kaybolmuş ahtapot bacaklarının hayalini kurup, ağzımızı sulandırmıştık.

Ören’den sonra tepelere tırmandık, köylerden geçtik, ovaları aştık, bir tepenin zirvesinde Akbük Koyu’nu gördük. Görüntü gerçek değil bir tabloydu sanki. Çam ormanlarından çıkan dere, gümüşi parıltılar saçarak denize kavuşuyordu. Koyda deniz tam anlamıyla çarşaf gibiydi. Kimsesiz sahildeki iskelelere balıkçı kayıkları bağlanmıştı. Ormanın arasından, büküle büküle koya kavuşan toprak yoldan bir heyecan inmeye başladık. Etrafta kimsecikler yoktu. Sadece sıra sıra dizilmiş kovanlarına, yorulmak bilmeden bal taşıyan arıların vızıltısı duyuluyordu. Bir de tepemizde dönüp duran, sabırlı çaylağın arada bir çırptığı kanatlarının sesi.

GÜZELLER GÜZELİ AKBÜK

Gökova Körfezi, yerli dilde bük denen büyüklü küçüklü koyları ile tekne yolculuklarının vazgeçilmez adresiydi. Tepeleri örten yeşillikler, denizin hemen kıyısından başlayarak tepelere tırmanan çamların ve günlük ağaçlarının süslediği bu cennet koylar, tüm dünya gezginlerini kendisine aşık etmişti. Akbük bu koyların en güzellerinden biriydi. Kıyısına indiğimizde, su ayna gibi üstündeki her şeyi yansıtıyordu. Kayıkların altında bir kayık daha vardı sanki. İskeleler suyun altında ve üstünde uzayıp gidiyordu. Dipteki taşları teker teker saymak mümkündü.

Bu güzelim koyda yapılaşma yasak olduğu için kıyıya çekilen kırık dökük karavanlar, onların etrafındaki döküntüler, özensiz tahta kulübeler Akbük’e yakışmıyordu. İskeledeki ağ yığınının üstüne oturup, uzun bir süre denizin sesini dinledim, reçine kokusunu ciğerlerime doldurdum. Koy, çok davetkar ve konukseverdi ama hava kararmaya yüz tutmuştu. Tüm yolu geri dönecek, Çökertmeli Halil gibi Bitez yalısında güne noktayı koyacaktım.

Bodrum’dan kaçışın diğer öyküleri, efsaneleri, lezzetleri haftaya kaldı.
Yazarın Tüm Yazıları