Yüzen kent Stockholm

Bu kez kuzeydeki soğuk cennet İsveç’in başkentinde karanlık günlerin içinde dolaştım. Kenti tanıdıkça, gönüllü sürgünlerin neden bu kenti seçtiklerini daha iyi kavradım. Erken batan güneşe, bıçak gibi kesen soğuk rüzgara rağmen bu kenti çok sevdim.

Aslında her yolculuğun bir bahanesi vardır demiştim. Son yolculuğumda da ‘Kutup Işıkları’nı bahane ettim. Yıllar önce İzlanda’nın karanlık gökyüzünde görmüştüm onları. Koyulu açıklı yeşil buluta benziyorlardı. Bitmek bilmeyen kış gecelerine hoşluk katabilmek için, kuzeydeki soğuk ülkelere bir armağandı sanki bu bulutlar. Bu renkli ve şaşırtıcı gökyüzü olayını seyretmek için bu kez, İsveç’in başkenti Stockholm’ü seçmiştim. Kalacağım Hilton Oteli’nin müdürü Mats Liste ile yaptığım telefon görüşmesinde, biraz moralim bozulsa da rotamı değiştirmedim. Liste, ‘Kutup ışıklarının garantisi yok. Görünmeyebilir. Ama mutlaka görmek istiyorsan daha kuzeye Kiruna’ya gitmen gerek. Tabii gökyüzünün bulutsuz olması koşuluyla...’ demişti. Daha kuzeyi nedense gözüm yememişti. Benim için Stockholm yeteri kadar kuzeydeydi. Zaten Kutup Işıkları, yola çıkmak için bir bahane değil miydi?..

Soğuk ve gri bir aralık sabahı, İstanbul’dan uçağa binip, daha soğuk, daha karlı, daha karanlık bir kente doğru uçmaya başladım. Pilotun anonsundan öğrendiğime göre, uçuş 3 saat 20 dakika sürecekti. Önce gazetelere bir göz attım, sonra Stockholm hakkında aklımda kalan kırıntıları toparlamaya çalıştım. Bu kent gönüllü sürgünlerin gözde adreslerinden biriydi. Kimler kendini bu kentin soğuk kollarına emanet etmemişti ki: Yazar Demir Özlü, tiyatro sanatçısı Tuncel Kurtiz, Zülfü Livaneli, gazeteci Şahin Alpay, Yavuz Baydar, fotoğraf sanatçısı Lütfü Özkök, kameraman Güneş Karabuda, yazar Mehmet Uzun, kraliyet fotoğrafçısı Ertan Güner, heykeltıraş İlhan Koman. Benim bilmediğim daha nice isimlerle liste uzayıp gidiyordu...

ASIRLAR ÖNCESİNDE

Stockholm bundan yüz hatta yüz elli yıl öncesinde bile Türk gezginlerin ilgisini çekmişti. Örneğin bu coğrafyaya ilk olarak giden Ahmed Midhat Efendi, 1889 tarihli ‘Avrupa’da Bir Cevelan’da İsveç’ten uzun uzun söz etmişti. Yazar kitabında Stockholm’ü Venedik’e benzetmişti. Burada tiyatro sanatının hayli ilerlemiş olduğunu, gayet büyük bir opera ile dram ve komedi tiyatrolarının bulunduğunu, bunların yanı sıra Beyoğlu’nun kafe-şantanları gibi birkaç küçük tiyatro olduğunu, sayısız kitapla dolu olan kütüphanenin ise hayranlık uyandırdığını ballandıra ballandıra anlatmıştı. Yazılanları okuduğumda Ahmed Midhat Efendi’nin 120 yıl öncesini değil de bugünü anlattığını sanmıştım.

Stockholm’de iki yıl kalan (1908-1910) Selim Sırrı ise ‘Bizce Meçhul Hayatlar: İsveç’te Gördüklerim’ adlı eserinin hemen başında izlenimlerini şöyle anlatıyordu: ‘Billur gibi parıldayan suları, açık yeşil çimenleri, gayet yüksek çamları, muntazam binaları, temiz caddeleri, hülasa anlatmakla bitmek tükenmek bilmeyen her türlü güzellikleri ile Melar Gölü’nün Baltık Denizi’ne mülaki olduğu noktada müstesna bir itinayı mahsus ile bina edilen Stockholm şehrini görenler, bu büyük milletin nasıl müstesna bir hilkatte yaratılmış olduklarını takdir etmekte güçlük çekmezler...’

1912 yılında İsveç’e giden Celal Nuri ise ‘Şimal Hatıraları’nda, kentin İstanbul’a benzeşen yönlerine değiniyordu: ‘Stockholm şimdiye kadar gördüğümüz memleketlerin en latifidir. Elli adet Boğaziçi tasavvur ediniz. Bunların içine bine yakın Büyükada, Heybeliada, Kınalıada koyunuz. Latif fakat koyu renkte bir deniz. Zarif ormanlar, simsiyah kayalar. Pek şairane yapılmış köşkler, villalar, sayfiyeler, oteller, kahvehaneler... Stockholm şu andaki medeniyetin en yüksek numunesini teşkil eder...’

Üç gezginin yazdıklarına bakılırsa, Stockholm güzelliği ve medeniyeti ile şimdi olduğu gibi yüzyıl öncesinde de görenleri kıskandırıyordu.

STOCKHOLM YOLUNDA

Uçak alçalmaya başlayınca Stockholm ayan beyan göründü. Kentin çevresindeki ormanlık alan beyaz bir örtüyle kaplıydı. Vakit henüz öğleyi biraz geçmişti ama, ışıklar akşamüstü tonlarına bürünmüştü bile. Kentte binalar sararmış, gölgeler uzamış, tan yeri şimdiden kızarmaya başlamıştı.

Pasaportu, gümrüğü bir acele geçtim, dışarı çıkmadan önce döviz bürosuna gidip biraz para değiştirdim (1 Euro: 9.40 Kron). Dış hat seferlerinin yapıldığı Arlanda havaalanı kentten tam 45 kilometre uzaklıktaydı. Danışmadaki sarışının söylediğine göre, hızlı tren veya taksi ile gidersem 70-80 Euro ödemek zorunda kalacaktım. En iyisi otobüstü. Onun uyarısı üzerine 85 kron ödeyip bir bilet aldım ve cam kenarındaki bir koltuğa oturdum

Güneş kar mı topluyordu, yoksa birkaç saatliğine de olsa kenti ısıtmak niyetinde miydi? Kuzey güneşini tanımadığım için ne yapmak istediğini kestiremedim. Benim dileğim, dönünceye kadar kısa günlerin güneşli olması yolundaydı. Önce uçsuz bucaksız ormanların arasından geçtik. Mavi gökyüzünde yumak yumak bulutlar uçuşuyordu. Kuzeyde bulutların daha beyaz ve yere daha yakın olduğunu önceki gezilerimden biliyordum. Ormanlardan sonra sanayi bölgeleri göründü. İlan panolarındaki birçok isim tanıdıktı: Saab, Volvo, Ikea, Ericson, Telia Sonera, ABB... Kuzeyli İsveç, dünyanın bildiği dev markalara sahip olmakla övünüyordu.

40 dakikalık yolculuktan sonra merkez terminalde indim. İner inmez de Stockholm’ün bıçak gibi keskin ayazıyla kucaklaştım. Nereden geldiği belli olmayan rüzgar, gölgeliklerde yakaladıklarını tir tir titretiyordu. Vakit geçirmeden sıradaki taksiye binip, Salusen Hilton’un adresini verdim.

ERKEN KARANLIK

Odamın penceresinden Gamla Stan (eski kent) ve Stockholm’ün simgesi sayılan Belediye Sarayı görünüyordu. Kentle ilk kez yüz yüze geliyordum. Küf rengi yeşil çatılar, yüksek gotik kulelerle Stockholm suların üstünde yüzen bir kente benziyordu. İlk bakışta bir Venedik havası vardı. Saat 14.30’du ve gölgeler şimdiden uzamıştı. Güneş batımından biraz önceki sarılı, turunculu renkler kentin üstüne çökmüştü. Ben evleri seyretmeye dalmışken karanlık koşar adım geliyordu. Bir acele giyinip, kendimi sokağa attım.

Önce köprüyü geçip, Stockholm’ün en eski yerleşim yeri olan Gamla Stan’a gittim. Kent 1252 yılında bu büyükçe adada kurulmuştu. 15. ve 16. asırdan kalma binaların arasındaki sokaklarda yürümeye başladığımda karanlık aniden çökmüş, öğleden sonra 15.00’te akşam olmuştu. Karanlıkla birlikte zaman kavramını yitirdim. Adanın daracık sokaklarında, bir vitrinden diğer vitrine sürüklenerek dolaşmaya başladım. Karanlıkla birlikte şiddetini artıran soğuğa karşı yün beremi kulaklarımın altına kadar indirdim, yün atkımı birkaç kez boynuma doladım, yün eldivenlerimi paltomun cebine soktum ama yine de üşüdüm.

Bu sokaklardaki tüm binalar eskilikleriyle övünüyorlardı. Birçok kapının üstünde 1600’lü, 1700’lü yapım tarihleri yer alıyordu. Bir eczane 1656, bir lokanta 1722, bir pastane ise 1785 yılından beri aynı yerde hizmet verdiklerini belirten tabelaları, dükkanlarının en görünen yerlerine asmışlardı. Noel üstü olduğu için tüm vitrinler rengarenkti. Her 15-20 dakikada bir ısınmak için bir dükkana giriyor, şöyle bir dolaşıp, soğuğun hışmından korunduktan sonra tekrar sokaklara çıkıyordum.

Küçük otellerin, lokantaların, kahvelerin, caz kulüplerinin bulunduğu bu adada daha çok yazarlar, sanatçılar ve politikacılar oturuyordu. Evlerin pencerelerindeki piramit şeklindeki mumluklarda yedi mum yanıyordu. Her dar yol sıcak şarap kokan bir meydancığa açılıyordu. Meydanlardaki küçük kulübelerde ise salamdan sucuğa, peynirden hediyelik eşyaya kadar çeşitli mallar sergileniyordu. Bilmeden girip çıktığım, iki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar olan sokaklar, beni kralın kışlık sarayının önüne çıkardı. Soğuktan ve yorgunluktan, 608 odalı koca sarayın sadece bir yüzüne bakabildim. Diğer yüzleri ertesi güne erteledim.

Her seferinde gece yarısı sokaklarda yürüdüğümü sanıyor, ama saatime baktığımda henüz akşamüstü olduğunu görüyordum. Yorulmuştum ama bu kadar erken saatte de otele dönmeyi kendime yediremiyordum. Ayaklarımın isyanına ve soğuğun keskin tokatlarına dayanamayıp, kentin en eski kahvesi Sundberg Konditori’ye oturdum. Gözlüğümün buğulanan camlarını sildikten sonra, orta masada etrafı fincanlarla çevrili semaver benzeri kaptan kahvemi doldurup, akşam yemeği için akıl defterimi karıştırmaya başladım.

Yemekler, sokaklar, caz ve güzel kadınlar haftaya kaldı.

YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN
Yazarın Tüm Yazıları