Gerçekten bir masal diyarını anımsatan bu kentin geçmişi, tarihi eserleri, dar sokakları kadar lezzetli yemekleri de insanın aklını başından alır. Bu hafta sizi Mardin’de keyifli bir yolculuğa çıkaracağım.
Mardin’i masal anlatır gibi anlatmak lazım. Çünkü bir yanında safran kokulu manastır Deyrülzafaran, diğer yanında zarif minaresiyle Ulu Cami, önünde ise ay ışığında denize dönüşen Mezopotamya Ovası, Mardin’i bir masal kentine çevirir. Bu masal kentinde taşlar şiir söyler. Çünkü taştan yapılmış eski evler, aralarına sokulan çirkin komşularına
rağmen hálá bir şiir kadar güzel. Bu kentte dinler kardeştir: Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, güneşe tapan Şemsiler asırlar boyu sarmaş dolaş yaşamıştır. Bu kentte diller akrabadır: Türkçe, Süryanice, Kürtçe, Arapça, İbranice, Ermenice birbirine kelime vermiş, birbirinden kelime almıştır.
Yaşı 5 bin yılı aşmıştır Mardin’in. Onun için adının nasıl konulduğu unutulmuştur. Kimileri kentin adını, Nusaybin civarında yaşayan Mardani adlı bir Arap kabilesinden aldığını söylerler. Kimileri ise bu adın, Süryani dilinde "Kaleler Kenti" anlamındaki Marde’den geldiğini öne sürer.
Dünü ve bugünü anlatan kitaplar, bir zamanlar meşelerin gölgelediği yollardan kervanların gelip geçtiğini, geceleri denize benzeyen ovasında buğday, arpa, darı, mercimek ekildiğini, bağlarından lezzetli şarapların damladığını, Nusaybin’in pirinç ambarı olduğunu, zeytinlerin kokusunun ta Suriye’den duyulduğunu, eriğinin lezzetinin tüm ülkede dillere destan olduğunu, balının tadının damakları çatlattığını, leblebisinin, küçük kirazının her yerde arandığını anlatırlar. Bunlar geçmişin övünmeleri. Şimdilerde ne zeytin, ne bal, ne pirinç kalmış. O güzelim leblebiye kimse sahip çıkmamış, tadı damaklarda kalan kirazlar da artık tezgáhlarda görünmez olmuş.
BULUT RENGİNDE KALE
Kentin tepesindeki kale bir tacı andırır. Evliya Çelebi’ye göre bu kaleyi tarif etmekte lisan kısa kalır, kalemler kırılır. Evliya böyle söyler ama yine de bir iki laf etmekten geri kalmaz. Mesela kalenin çölde göğe baş uzatmış, bulut rengini anlatır. Gerisini de şöyle getirir: "Bu kale o kadar yüksektir ki, en tepesinde olan burç duvarları Samanyolu gibi mavi bulutlara erişir." Bu kale için her türlü abartmalı benzetme yapılabilir, çünkü Mardin daha önce söylediğim gibi bir masal kentidir.
Bu masal diyarının sokakları da gerçek dünyanın sokaklarına hiç benzemez. Çünkü yarısı gölgeli, rüzgárlı, daracık sokaklardır. Mardinli Latif Öztürkatalay bu sokakları şöyle anlatır: "Sokaklarımızın hemen tamamı dardır. Ama dar olanın daha darı da vardır. Geniş sokaklar Iskak, dar olanlar Zabok’tur. Dar sokakların en cücesi Şehidiye Mahallesi’ndedir. Adı Zabok-il hırak yani Paçavralı Sokak’tır. Bu sokaktan bir merkebin geçmesi mümkün değildir. Ancak 60-70 kilo ağırlığında insanlar tek sıra halinde geçerler." Bir duvarın yamacında unutulmuş cumbalar ise bu sokakların süsüdür.
12. yüzyıldan kalma bir Artukoğlu yapısı olan ve minaresi sonsuzluğa bakan Ulu Cami’nin dört kapısı var. Biri buğdayın bereketine, biri pirincin sabrına açılır. Biri tevekkülün kapısıdır, diğeri ise cömertliğin. Bu masal şehrin her köşesinde bir eser yükselir: Deyrülzafaran Manastırı, Zinciriye, Kasımiye, Şah Sultan Hatun, Şehidiye medreseleri, Firdevs Kasrı, Mor Mahail Kilisesi, Revaklı Çarşı... Hepsinin ayrı bir öyküsü vardır. Öyküleri peş peşe anlatılmaya kalksak, kitaplara sığdıramayız.
Gece olunca masala bir de deniz girer. Çünkü Mezopotamya Ovası güneş çekilince karanlık bir denize benzer. Kızıltepe’nin, Nusaybin’in, Suriye’nin, irili ufaklı köylerin ışıkları da ada gibi görünür. Bir de Mardin gecelerinde, gökyüzünün bütün yıldızları parıldar. Onlarda her türlü masalı bulmak mümkündür. Mardin’in masalı çok anlatılmıştır ama bir türlü bitmez. Tam bitti derken bir köşeden bir yenisi çıkagelir. Onun için bu yazıyı Mardin’in masalının girizgáhı kabul edin.
KENTİN TADI TUZU
Bu girizgáhtan sonra, Mardin’in tadını tuzunu anlatmaya gönül rahatlığıyla başlayabilirim. Mardin yemekleri de şehir kadar masalımsı. Çünkü böylesine lezzetli yemek ancak masallarda yenir. Bundan yıllarca önce geldiğimde bu yemekleri yeme şansına varmıştım. O zamanlar Birinci Cadde üstündeki "Turistik Restoran", kentin eli yüzü düzgün tek lokantasıydı. Ama bu masal kadar lezzetli yemeklerin çok azını bulmak mümkündü.
Tattıklarımı Mardinli anneler, teyzeler, halalar, ablalar yapmışlar, özel bir odada hazırladıkları yer sofrasında önüme koymuşlardı. Neler neler yememiştim ki! Önce yarma buğday ve koyun yoğurdu ile yapılan nane soslu soğuk soslu lebeniye çorbasına kaşık sallamıştım. Sonra sumak suyunda pişen yaprak sarmalarını teker teker bitirmiştim. Patlıcanlı pilavı yemeye doyamadığımı hatırlıyorum. İkbeybet denilen haşlama içli köftenin, Irok denen kızarmışının lezzetine şaşırıp kalmıştım. Kibe denen içi pilavla dolu işkembe dolmasına hayır diyememiştim. Kaburga dolmasından bir parça alıp yemek faslını kapatacaktım ki, şekerli cevizi yufkaya sarıp üstüne şerbet dökülerek yapılan kahiye her şeyi altüst etmişti.
Bu yemeklerin üstünden tam on yıl geçti ama hálá tatları damağımda. Yemekleri yapanların ellerine sağlık olsun. Son gidişimde bana 10 yıl önce bu yemekleri tattıran Ebru Baybara Demir’in açtığı "Cercis Murat Konağı"na (482-213 68 41) uğradım. Ebru, burada hayallerini gerçekleştirmiş, masallara layık yemeklerin kokusunu tüm Mardin semalarına yaymıştı. Ovayı gören bir masaya oturdum, nar salatasını, nohut köftesini, ekşili erik yahnisini, ayvalı kavurmayı, etli patlıcan dolmasını, yani birinci gelişimde tatmadığım ne varsa çatalımın ucuna taktım. Patlıcanlı pilavla hasret giderdim. Güneşin son ışıklarıyla birlikte denize dönüşmeye başlayan ovayı seyrederek, damağıma sıvanan tatların keyfini çıkardım.
Bir öğle yemeğinde de, Birinci Cadde üstündeki kentin en eski kebapçısı Rıdo’ya (482- 212 17 44) gittim. 1917’den beri bacasından kebap kokulu dumanları gökyüzüne salan Rıdo’da, pidenin üstüne acılı şiş köfteler çektirdim. Midyat’ta telkari ustalarını seyretmekten yorulunca, soluğu Saray Lokantası’nda (482- 462 34 36) aldım. Buz gibi köpüklü ayrana Sembusek denen kapalı lahmacunu katık ettim. Ama aklım Beyazsu Nehri’nden çıkan yağlı alabalıklarda kaldı. Biber salçasıyla terbiye edilmiş bu balıkların, ızgara üstündeki cızırtısını uzun uzun dinledim.
Masal şehir Mardin’in ne sokakları, ne taş evleri, ne hamalları, ne eşekleri, ne çarşısı pazarı, ne tarihi eserleri, ne de yemekleri sadece yazıyla tasvir edilebilir. Çünkü kelimeler, sesi ve kokuyu anlatamaz. Masalı tam anlayabilmek için şehri dinlemek, dar sokaklarını, çarşılarını koklamak yani Mardin’e gitmek gerekir. Yolunuz açık olsun.
Bunları yapmadan dönmeyinÜnlü leblebisinden, çeşit çeşit sabunlarından, bakır kapkacağından, her derde deva baharatlarından, ustaların göz nuru telkari takılardan, lezzetli Süryani şarabından, taze peynirinden hem kendinize hem eşinize dostunuza almadan dönmeyin.
12. yüzyılda yapılan Ulu Cami’yi, Artuklular’dan kalma Zinciriye Medresesi’ni, Latifiye ve Şehidiye camilerini, Deyrülzafaran Manastırı’nı, Kasımiye Medresesi’ni, Kırklar Kilisesi’ni, Mor Mahail Kilisesi’ni, Dara harabelerini, Nusaybin’i ve Mor Yakup Kilisesi’ni, Zeynel Abidin Camii’ni ve Külliyesi’ni, müze kent Midyat’ı, buranın ortaçağı andıran eski sokaklarını ve Deyr-ül Umur Manastırı’nı, sular altında kalacak Hasankeyf’i görmeden dönmeyin.