Mehmet Yaşin

Fırından yeni çıkmış böreği tıka basa tok olsam da yerim

6 Haziran 2010
Tiyatrocu Demet Akbağ’ı evinde ziyaret ettim, yemekle ilgili sırlarını kendi mutfağında dinledim. Karşınızda tam bir lezzet avcısı var ama neyse ki genetik mirası sayesinde bir manken gibi kalmayı başarıyor.

Demet Hanım klasik soru ile başlıyorum, yemekle aranız nasıl?
- Çok severim, yemesini de mutfağa girmesini de. Kardeşim Sedef kadar profesyonel olmasam da arkadaşlarım elimin lezzetli olduğunu söyler. Sevdiğim yemeği güzel yaparım. Türk mutfağına daha yakınım, belki de aileden, babaanneden gelen gelenekle diyeyim. Babaannem muhteşem bir aşçıydı, çok güzel yemek yapardı. Ailenin bütün hanımları, gelinleri onun elini almıştır. Halam, annem, amcamın karısı, herkes babaannem usulü yemek pişirir, o öğretmiştir bütün kızlarına ve gelinlerine.
Çocukluğunuzda en sevdiğiniz yemek neydi?
- Babaannemin yaptığı karnıyarık ve domatesli pilavı, anneannemin yaptığı minik minik ızgara köfteleri, yazın soslu patlıcan kızartmasını çok severdim. Hala da seviyorum. Ben bir pirinç delisiyim, pilavı çok seviyorum, her türlüsünü yerim.
Anılarınızdaki mutfakta gözünüzün önüne neler geliyor?
- Bakır tencereler geliyor gözümün önüne. Babaannem bakır tencereden başka bir şeyde yemek yapmazdı. Onların kalaylandığı dönemi hatırlıyorum. Eskiden kalaycılar geçerdi sokaktan. Bizim de bildik bir kalaycımız vardı o gelirdi. Babaannemin tencereleri, küçükten büyüğe kadar kalaylanırdı. Bakır tencerelerde pişen zeytinyağlı dolmaya, pilava doyum olmazdı. Mesela zeytinyağlı dolmayı şöyle hatırlarım; babaannem zeytinyağlı dolmanın içini yapar hafif diri bırakır, oradan kaşık kaşır biberleri doldurulur ve başka tencereye yerleştirirdi. İçin bulunduğu tencerenin dibini sıyırırdık biz. Ben onu çok severdim. Yani hafif dirimsi zeytinyağlı dolma içi için, “babaanne nolur hepsini koyma” diye yalvarırdım. “Evladım iç yetmeyecek” derdi. Biz yine de tencereden çalardık.
Yemek seçen bir çocuk muydunuz?

Yazının Devamını Oku

Batı Karadeniz’in içlerinde yaylalar baharı yaşıyor

27 Nisan 2009
Bu sefer yolculuk için Batı Karadeniz’in iç bölgelerini seçtim. İlçelerde, yaylalarda dolaşıp baharda doğanın uyanışını izledim. Kah yağmurlu, kah güneşli ama serin bir havada yaptığım bu yolculukta yöre yemeklerinin tadına bakmayı ihmal etmedim. Bu yolculuğun izlenimlerini sizlerle paylaşacağım.

Bahar gelince yerimde duramam... Aslında bu doğru bir cümle değil. “Tüm mevsimlerde yerimde duramam” demek daha doğru olurdu. Benim gibi hiç durmaksızın yollarda olanlar için her mevsimin ayrı bahanesi, ayrı güzelliği var. Neyse şimdi bahar, ona ayrıcalık tanımakta sakınca yok. Doğanın uyanışını seyretmenin ne kadar heyecan verici olduğunu biliyorsanız, baharı seviyorsunuz demektir. Tıpkı sevgilinin mahmurluğunu seyrederken heyecanlandığınız gibi bir duygu bu.
Çiçek kokan bir bahar sabahı, güneşin ilk ışıklarıyla yola çıktım. TEM’de pek otomobil yoktu. Olanlar da ok gibi yanımdan fırlayıp gözden kayboluyordu. Telaşsız bir yolculuktan sonra Gerede’ye geldim. Aracı park edip ilçenin sokaklarında dolaşırken, esnaf yeni yeni dükkan açmaya başlamıştı. Kapı önleri süpürülüyor, vitrinler gazetelerle parlatılıyor, sıcak ekmekler cam dolaplara yerleştiriliyor, dükkanların içindeki mallar, sergilenmek için kaldırımın üstüne
diziliyordu. Laf aramızda, buraya gelmeye niyetleninceye kadar, Gerede’nin geçmişi hakkında pek bilgi sahibi değildim. Kaynakları karıştırınca şaşırıp kaldım. Burası geçen yüzyıllarda, gezginlerin uğrak yeri olmuştu.
PİSKOPOSLUK MERKEZİ
Örneğin bölgeye 1800’lü yılların ortasında gelen Fransız bilim adamı Charles Texier, “Küçük Asya” adlı kitabında Gerede için şunları yazmıştı: “Eski adından bazı şeyler muhafaza etmiş olan Gerede, hiç şüphesiz, İmparator Konstantin’in verdiği bir ad sonucu olarak daha sonra Flaviopolis adını alan eski Kratia şehridir. Bizans imparatorları zamanında Gerede, bir piskoposluk merkezi ve eyaletin başlıca şehirlerinden biriydi... Modern Gerede şehri oldukça büyük bir endüstriyel ve ticari hareketlilik görüntüsü sergiler. Çok sayıdaki keçi sürüsü, kentin önemli ihraç ürünü derinin temel maddesini sağlar. Koyun dericiliği de oldukça canlıdır. Şehir bahçelerle çevrilidir...”
Gerede’ye gelen bir başka ünlü gezgin de İbni Batuta olmuştu. Gerede sultanı Şah Beğ için, çok yakışıklı, iyi huylu ama biraz cimri diyen Batuta, “Seyahatname”sinde kenti şöyle anlatmıştı: “Gerdibolu bir dağ eteğinde, güzel ve büyük bir şehirdir. Çarşı ve caddeleri geniştir. En soğuk şehirlerden birisidir. Ayrı ayrı mahallelere bölünmüş olup, her mahalle halkı kendi arasında yaşar...”
Evliya Çelebi de Gerede’ye övgüler düzdükten sonra soğuk havasından yakınmıştı. Çelebi, buranın soğuğunun, Erzurum soğuğuyla eşdeğerli olduğunu belirtmişti. Ünlü gezgin arada bir yaptığı gibi biraz abartmış mıydı, yoksa gerçeği mi söylüyordu. Bunu kestiremedim ama, Gerede’nin sokaklarında eski bilgilerin peşinde koşturup dururken üşüdüğümü hissettim. Zirveden kopup gelen soğuk sabah yeli, insanı serin serin okşadıktan sonra bir acele aşağıdaki ovaya, buğday başakları ile oynaşmaya gidiyordu.

Yazının Devamını Oku

Ani’den Çıldır’a dört mevsim Kars

6 Nisan 2009
Türkiye’nin en doğusundaki Kars’ta her mevsim bir başka güzellik sergiler. Kışın beyaz örtülere bürünen kent, baharda ve yazda çiçeklerle donanır. Kars aslında uzak gibi görünür ama uzak değildir. Çünkü uçakla Kars’a en fazla iki saatte ulaşılır. Eğer uzun bir hafta sonu için ilginç bir rota arıyorsanız, bu yazıyı dikkatle okumalısınız.

Kars’a ne zaman gitmeli? Baharını, yazını bilmediğim için bu soruyu soranlara yanıtım hep “kış” oluyor. Ben hep karlar altındaki Kars’la tanıştım. Baharın çiçekli ovalarını, yazın yeşil dağlarını, sarı tarlalarını henüz selamlayamadım. Onun için Kars denince aklıma hep soğuk gelir, hep bir tek rengi, beyazı hatırlarım. Bir de akşam karanlığı çöküp, caddeler boşalınca, ağaç dallarına tüneyen kargaların sesleri üşüşür kulağıma. Düşündükçe ne de çok şey geliyor aklıma: Taş evleri, geniş caddeleri, kalesi, köprüsü, gravyeri, kaşarı, Çıldır’ı, Ani’si... Biraz daha düşünsem daha neler üşüşmez ki aklıma. Anımsadıkça anlatırım. Ama söylenenlere bakılırsa Kars’ın baharı da, yazı da ayrı bir güzellik sergiler. Doğası rengarenk tablolara dönüşür. Yani en doğudaki bu kentin her mevsimi güzeldir.
Kars’a uzak derlerse inanmayın. Haritalarda Türkiye’nin en doğu ucunda olduğuna da kanmayın. İstanbul’a topu
topu 110 dakika uzaklıkta. THY sizi alır,
beyaz bulutların üstünden uçurup, kentin yanı başına bırakır. Yani İstanbul’da, bir yakadan diğer yakaya geçemeyeceğiniz bir sürede, Türkiye’nin en doğusuna, Kars’a gidersiniz. Aslında Kars, Tekirdağ’dan, Bursa’dan, Yalova’dan daha yakındır. Atalarımız ne demiş: “Zamane uçakları,
yakın eder uzakları...”

SOLUK KESEN KALE YOLU

Kars’ın adını kim, neden koymuş, anlamı neymiş? Antik çağın Amasyalı coğrafyacısı Strabon’un, buradaki antik şehrin adının Chorzene olduğunu yazdığı öne sürülse de, “Coğrafya” adlı eserinde böyle bir cümleye rastlamadım. İmparator VII. Konstantinos Porphyrogennetos, Bizans idaresi üzerine yazdığı eserinde buradan Kars ismiyle söz etmiş. Ortaçağın Ermeni vakanüvisleri ise buraya Karutz demişler. Kentin adının Gürcüce, “kapı kenti” anlamına gelen “Kariskalaki”den türediğini öne süren kayıtlar da var. Varsayımların hepsi birbirinden akla yakın. Kars’ın, onuncu yüzyılın ikinci bölümünde, Kral I. Abas Bagratuni tarafından başkent yapması ve ondan sonra öneminin artmış olması ise tüm tarihçilerin birleştiği ortak nokta.

Yazının Devamını Oku

Açık denizde maviyle baş başa

2 Şubat 2009
Bu soğuk günlerde tatil seçeneklerinden biri de, sıcak denizlerde lüks yolcu gemileri ile gezinmek olabilir. Hem bu mevsimde fiyatlar daha makul seviylerdedir. Ben birkaç kez uzun gemi yolculuğu yaptım. Bu gezilerden çok keyif aldım. Hem çok eğlendim, hem de birçok ilginç coğrafyayı gördüm. Gezi planı yaparken, gemi turlarını da bir göz atmanızı öneririm.

İlk gemi yolculuğuna meşhur Ankara gemisiyle çıkmıştım. İstanbul’dan kalkmış, Pire, Napoli, Marsilya, Barcelona’ya uğrayıp, aynı yoldan geri dönmüştü. Genellikle gece yol alıp, gündüz bir limana yanaşıyordu. Eğlenceli bir grupla çıktığım bu yolculuktan epey keyif almıştım. Sadece Sardunya Adası açıklarında yakalandığımız fırtına, beni ve tüm yolcuları iki gün perişan etmişti.  

İkinci gemi yolculuğum biraz sıkıcı geçmişti. İstanbul’dan bindiğim küçük bir yük gemisiyle Afrika’da Somali’ye gitmiştim. Tek yolcu bendim, nasıl vakit geçireceğimi şaşırmıştım. Can sıkıntımı dağıtmak için tayfalarla boya bile yapmıştım. Bu gemide güneşin batmaya başladığı anı çok seviyordum. Kıç tarafa kurulan masada tek başıma içkimi yudumluyor, gökyüzünün renkten renge bürünmesini seyrediyordum. Denizin üstüne vuran son ışıklar, dalgaları şekilden şekile sokuyordu. Kimini bir köpekbalığına, kimini yüzen bir adama, kimini bir sala benzetiyordum. Eğer mehtaplı bir geceyse keyfim doruklara tırmanıyordu. Geminin arkasında uzanan simli yollara dalıp gidiyordum. Çevrede hiç ışık olmadığwı için yıldızlar gökyüzüne asılmış birer avizeye benziyordu hep.

DAİRE GİBİ KAMARA

Bir başka gemi yolculuğunda krallar gibiydim. İngiltere’nin Southampton kentinden bindiğim ünlü Queen Elizabeth-2 transatlantiğiyle New York’a gittim. Kamaram tahminimden büyüktü. İçeride iki geniş yatak, iki koltuk, bir küçük yuvarlak masa, çalışma masası, TV vardı. Ayrıca bir gardırop odası ve büyükçe bir banyo, küçük bir buzdolabının bulunduğu mini bar, kabinin diğer bölümlerini oluşturuyordu. Beş yıldızlı bir otel odasından hiç farkı yoktu, hatta fazlalıkları vardı.

Yazının Devamını Oku

Bitlis’te beş minare

17 Kasım 2008
Van Gölü’nün etrafında yaptığım gezinin geçen hafta yayınlanan ilk bölümünde, Edremit’teki asırlık su yollarını, Gevaş’taki kümbetleri, Ahdamar Adası’ndaki Kutsal Haç Kilisesi’ni, Nemrut Dağı kraterindeki gölleri, yüzyıllardan beri parıl parıl parlayan siyah lav taşlarını ve yörenin damak çatlatan yemeklerini anlatmıştım. Yolculuğa bu hafta da devam ediyorum. Tatvan’dan sonra gölü çevreleyen yoldan ayrılıp, direksiyonu Bitlis’e doğru kırdım. Niyetim kendime büryan ziyafeti çekmekti. Özel yapılmış fırınlarda pişen süt keçilerini düşündükçe ağzım sulanıyordu. Bu muhteşem yemeğe kavuşmak için acele etmedim. Önce çevredeki görüntülerin keyfini çıkarmak istiyordum. Yol üstünde kimi yıkılmış, kimi hala ayakta duran hanların önünden geçtim. Asya’ya giden veya Asya’dan gelen yüklü kervanların soluklandığı yerlerdi bunlar. Geçmişteki yolculukların ne kadar zor olduğunu düşündüm.

Bitlis, siyah bazalt taşlardan yapılmış tek katlı evleri, camileri, tepedeki Ortaçağ kalesi ile dört nehrin oluşturduğu derin vadilerde kurulmuş resim gibi bir kentti. Sırtını, yüce dağlara yaslamıştı. Antik dönemdeki adı Balaleison olan Bitlis, 641 yılında Halife Ömer komutasındaki Arap orduları tarafından işgal edilmişti. Bu, aynı zamanda Araplar’ın Bizans İmparatorluğu’na düzenlediği ilk seferdi.

Kentte ilk göze batan tarihi eser Bitlis Kalesi. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre kalenin yapılış öyküsü şöyle: "İskender, Bitlis’te nehrin suyunu içip, hastalığından kurtulur. Bunun üzerine Bidlis adındaki hizmetkarını çağırıp şöyle buyurur: Ey has kölem, hasların hası!.. Benim kesemden binlerce kese para harcayarak bana bir kale yap ki, ben Çamapur ülkesinden gelinceye kadar tamamlansın. Ben bile o kaleyi kuşatsam almakta güçlük çekeyim..."

Kaleden sonra kentin en önemli tarihi eseri olan Ulu Cami’nin ne zaman inşa edildiği ise bilinmiyor. Bitlisliler, 1150’de restore edilen bu caminin, Anadolu’daki en eski Selçuklu camilerinden biri olmasıyla övünüyorlar.

AHLAT’IN MEZAR TAŞLARI

Büryan ziyafetinden sonra gerisin geri dönüp, "Bitlis’te Beş Minare" türküsünü mırıldanarak Van Gölü’ne doğru yol almaya başladım. Ahlat’a vardığımda gün çoktan yerini geceye bırakmıştı. Gökyüzündeki yusyuvarlak ay, gölün yüzüne simler saçmıştı. Van Gölü’nün gece yüzünü ilk kez görüyordum. Davetkar bir görüntüydü bu. Otelimin balkonundan bu muhteşem tabloyu uzun uzun seyrettim./images/100/0x0/55ea2043f018fbb8f86cd1d5

Doğu’da gün erken başlıyordu. Ahlat’ın çarşısına girdiğimde, İstanbul’da henüz perdelerin açılmadığını biliyordum. Burada ise esnaf çoktan kapısının önünü süpürmüş, vitrininin camını silmiş, çayını yudumlamaya başlamıştı. Ahlat, Anadolu’ya giren bütün istilacıların paylaşamadıkları bir yerdi. Eyyubiler, Harzemşahlar, Selçuklular, Moğollar, Gürcüler, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Persler ve Osmanlılar tarafından işgal edilen Ahlat, Anadolu’nun uzak bir köşesinde unutulan bir ilçeye dönüşmüştü artık.

Çayımı içtikten sonra soluğu Ahlat mezarlığında aldım. Burası türbeleri ve mezar taşlarının çeşitliliği ile ünlü. Özellikle Selçuklular’dan kalma kümbetlerin görünümleri çok etkileyici. Mezarlıktaki kimi taşlar küçük, kimi taşlar ise 2-3 metre uzunluğunda. Hepsinin üstünde oyma yazılar, çiçek desenleri var. Üstleri bakır renkli yosunlarla kaplı bu mezar taşları çok geniş bir alana yayılmış. Taşları, sırlarıyla baş başa bırakıp yolculuğuma devam ettim.

SÜPHAN’IN ETEKLERİNDE

Yolumun üstünde Urartu’nun eski başkenti Adilcevaz vardı. Ceviz diyarı Adilcevaz, sırtını Türkiye’nin üçüncü büyük dağı Süphan’a dayamış. Yüce dağın zirvesi hala karlıydı. Bunlar geçen kıştan kalma karlardı. Daha aşağıdaki zirvelere bulutlar takılmıştı. Masallardaki dağları andıran bir görüntüsü vardı.

Evliya Çelebi’nin anlattıkları, bu yüzden, gerçekten çok bir masalı andırıyor: "Yer yüzündeki 148 büyük dağdan biri de budur. Bu dağın en yüksek tepesine her sene Türkmen, Çekvani, Zaza, Lulu, Zibari, Pesani ve Kargari Kürtleri yüzbinlerce hayvanları ile çıkıp yayla faslı yaparlar. Bu dağda otlayan hayvanların çoğu çift kuzu doğurur. Buranın tavukları günde ikişer yumurta yumurtlar. Movul Secah adındaki bir adamın karısı bu dağda bir batında kırk çocuk doğurmuştur. Bu hadise sicillere kayıt edilmiştir."

Adilcevaz’ın ünlü ceviz reçelinden bir kavanoz alıp yoluma devam ettim.

Gölün kıyısından kıvrım kıvrım kıvrılan kimsesiz yolda az gittim uz gittim, sonunda Erciş’e ulaştım. İlçenin neden gölün kıyısında değil de üç kilometre içeride kurulduğunu sordum soruşturdum. Aldığım yanıt ilginçti. Göl bundan bir asır önce aniden yükselmiş, kıyıdaki kasabayı yutuvermişti. Bu afetten kurtulanlar 1838’te Erciş’i şimdiki yerinde kurmuşlardı.

Erciş’i sevmek için, ona bir tepeden bakmak gerektiğini öğrendim. Çünkü o zaman ilçe tüm yeşilini, ağacını ortaya seriyor, pırıl pırıl parlayan çinko damlı evleriyle güzelliğini cömertçe sergiliyor.

Erciş’ten sonra yolumun üstünde Muradiye vardı. Burada Urartu Hisarı’nın harabelerini gezdim, nehrin iki yakasını birleştiren Şeytan Köprüsü’nü geçtim, şelaleyi seyrettim ve son durak Van’a doğru hareket ettim.

URARTU’NUN BAŞKENTİ

Urartu’nun başkenti olduğu yıllarda adı Tuşba olan Van’a vardığımda, güneş Süphan’ın arkasına saklanmıştı. Göl akşama hazırlanıyordu. Mavi suların üstündeki kızıl yansımalar, turuncu tonlu bulutlar, morarmaya başlayan dağlar, göl çevresinde yaşayanları yeni bir masalın içine doğru çekiyordu. Ben de bütün gece bu masalın içinde dolaşıp durdum.

Sabah erkenden soluğu Sütçü Fevzi’de aldım. Kahvaltı masasında bir kuş sütü eksikti. Bir tabaktan diğerine sıçrayarak Van’ın ünlü kahvaltısının tadını çıkardım. Sonra kentin güneyinde yükselen akropol kayasının zirvesini kaplayan kaleye gittim. Hala göz kamaştıran kaleye ilk giren yabancı, 1827 yılında Alman bilim adamı Schulz olmuştu. Schulz kaleye girebilmek için epey yüklü bir rüşvet ödemek zorunda kalmıştı. Bu rüşvet sayesinde de Van’ın bütün geçmişi gözler önüne serilmişti. Çünkü Alman bilim adamının burada kaydettiği antik Van metinleri, 1840 tarihinde yayınlanmış, 1846 yılında ise çözülebilmişti. Bu metinlere göre Van’ın, Urartu’un başkenti Tuşba olduğu ortaya çıktı. Kalenin içindeki yegane Türk yapısı ise Süleyman Han camii idi. Bu cami, Van’ı İranlılar’ın elinden alan Kanuni Sultan Süleyman için 1539’da Mimar Sinan tarafından yapılmıştı.

Kaleden sonra Van’ın cıvıl cıvıl sokaklarını gezdim, kulakları duymayan dünya güzeli kedilerini sevdim, damak çatlatan yemeklerini yiyip, gölün çevresindeki gezimi noktaladım.

LEZZET DURAKLARI

Van Gölü’nün çevresi, ilginç görüntülerin yanı sıra birbirinden lezzetli yemekleriyle de insanı kendine çekiyor. Bu gezi sırasında benim ilgimi çeken adresleri sizlerle paylaşacağım:

BİTLİS: Bu kentin en ünlü yemeği büryan kebabı. Kuyuyu andıran fırının içinde, hava almadan uzun süre pişen etin tadına doyum olmuyor. Bitlis’te bu kebabın en lezzetlisi Azmi Usta’nın yerinde hazırlanıyor.

AHLAT: Lezzetli patatesleriyle ünlü Ahlat’ın mutfağı çok zengin, ama bu lezzetli yemekleri bulabileceğiniz adreslerin sayısı pek fazla değil. Van Gölü Restoran ilçenin en güvenilir lezzet duraklarından biri. Burada kavurma yemenizi öneririm.

ERCİŞ: Otantik Ev Yemekleri lokantasında yöre yemeklerinden örnekler bulabilirsiniz. Bana sorarsanız yahni köftesini öneririm. Erciş’e kadar gitmişken Mutlaka Ali Usta’ya gidip ünlü kuru fasulyenin tadına bakmak gerekir.

VAN: Van denince akla hemen kahvaltı gelir. Sütçü Fevzi kentin en bilinen kahvaltı salonu. Kazım Karabekir Caddesi’ndeki Aşiyan Ev Yemekleri lokantasında ise yöre yemeklerinin tadına bakabilirsiniz. Size burada Kürt köftesini öneririm. Milli Egemenlik Caddesi’ndeki Omca lokantasında da Van’ın ünlü yemeği keledoşla tanışabilirsiniz.

Yazının Devamını Oku

Akdeniz’in huzurlu sığınakları

3 Kasım 2008
Batı Akdeniz’de yaptığım güz yolculuğunun ilk bölümünü geçen hafta anlatmıştım. Sessiz, sakin, lezzetli ve huzur dolu bir yolculuktu. Yolculuğumun ikinci bölümü ise Demre’de başladı, kıyı kıyı gidip, Marmaris Kumlubük’te sona erdi. Güz tatillerini severim. Her şey sakindir. Yollar, deniz kıyıları, lokantalar, sahiller... Deniz kolalı çarşaf gibi dümdüzdür. Yazın cıvıltısı, yerini sessizliğe terk etmiştir. Ama bu sessizlik hüzün içermez. Huzurlu bir sessizliktir. Her şey yaz yorgunudur sanki. Güz tatillerinde insan kendi iç sesiyle baş başa kalır çoğunlukla.

Güneydeki son gezintimi anlatan yazımın ilk bölümünde biraz Antalya’dan, ıssız yollardan, lezzet duraklarından, Kaş’taki ziyafetten, Noel Baba’nın kentinden, Myra’dan, cenneti andıran Kapıtaş Plajı’ndan bahsetmiş, son durakları ise bu yazıya bırakmıştım. O zaman kaldığımız yerden güz yolculuğuna devam edelim.

Demre’den Fethiye’ye giden yolun neredeyse başlangıcında, "Üçağız"ı gösteren ok işaretinden dar bir yola saptım. İki otomobilin yan yana geçemeyeceği bir yoldu burası. Bu mevsimde pek araç olmaz diye seviniyordum ki, biraz ilerideki turist otobüsü kervanını görünce tüm neşem kaçtı. Çaresiz peşlerine takıldım. Aslında bir yere yetişmiyordum. Denizle kucaklaşmam, beş on dakika gecikecekti alt tarafı.

Virajlardan birini dönüp, son tepeye gelince, klasik Akdeniz tablosunu karşımda buldum. Üçağız’a arkasını dönmüş Simena ve tam karşısında, kanatlarını açıp gökyüzünde süzülen bir martı görünümündeki Kekova adası tablonun ana görüntüleriydi. Adaların arasında süzülen tekneler de resmin tamamlayıcıları. Kekova adasını bulan arkeolog Beaufort, bu muhteşem görüntüyü şöyle ifade etmişti: "Sanırım öldüm ve cennete geldim!"

GEÇMİŞ VE BUGÜN

Üçağız köyünün sahilini biraz önce önümden giden otobüsler doldurmuştu. Otobüslerden inen turistler, sıralar halinde kendilerini bekleyen teknelere biniyordu. Satıcılar ise ellerindeki incik, boncuk, kartpostal gibi hediyelik eşyaları satma telaşına düşmüşlerdi. Kalabalığın arasından sıyrılıp, beni Simena Adası’ndaki Kaleköy’e götürecek küçük tekneye yerleştim. Artık tüm telaşı arkamda bırakmıştım. Teknenin ardından, lacivert denizin üstüne çizilen beyaz köpüklere bakıp, boş hayallere dalabilirdim.

Yakınından geçtiğimiz küçük kayalıklarda, Lykia topluluğundan kalma yıkıntılara baktıkça, antik dönem insanlarının bugünün insanlarından daha uygar yaşam şartlarına sahip olduklarını görüyordum. Aynı koylarda, tepelerde yer alan derme çatma köy evlerini, hemen bitişikteki antik dönem evleriyle karşılaştırdığımda, estetik kaygıların ilerleyen zaman içinde nasıl yok olduğunu ayan beyan görebiliyordum. Bana göre Teke Yarımadası’ndaki ilkçağ Lykia’sı, 21. yüzyıl Türkiye’sinden daha medeniydi.

Kayalık bir burnu dönünce Kaleköy göründü. Köyün tepesinde, surları hálá sağlam bir ortaçağ kalesi göze çarpıyordu. Köy antik dönem yapılarıyla iç içe geçmişti adeta. Denizin içinde, kıyıda, tepelerde birçok lahit göze çarpıyordu. Kalacağım Kale pansiyon tam denizin kıyısındaydı. Zaten tüm köyde dört pansiyon vardı. Ağaçların arasındaki odama yerleştim. Sonra kendimi çarşaf gibi suların kucağına bıraktım. Güz tatilimin muhteşem olacağını düşündükçe sevinçten içim kabarıyordu.

LABİRENT SOKAKLAR

Sonra bir acele köyü tanıma gezisine çıktım. Daracık yolları bulmak oldukça zordu. Bahçelerden, evlerin avlusundan geçen, çoğu zaman tırmanan, antik taşlarla döşenmiş, labirent görüntülü geçitlerdi bunlar. Kıyı keşfini bitirince kaleye doğru tırmandım. Merdivenli yokuşun iki yanında hediyelik eşya satan dükkanlar sıralanmıştı. Satılan eşyaların çoğu Hint malıydı. Simena, Lykia, Kaleköy ve Hindistan arasında bir bağ kuramadım.
/images/100/0x0/55ea867bf018fbb8f885ac5c
Akrapol tepesindeki kaleye geldiğimde nefes nefese kalmıştım. Bizans dönemi mazgallı duvarlardan aşağıya baktığımda, gördüğüm manzara tüm yorgunluğumu unutturdu. Burası bence Anadolu’nun en güzel manzaralı tarihi kalıntısıydı. Kalenin ortasında yekpare bir kayaya oyularak yapılmış bir tiyatro vardı. Belki de dünyanın en küçük antik tiyatrosuydu. Yedi sıradan oluşan oturma sıraları sanırım en fazla 200 kişi alırdı. Acaba tüm Simena’nın nüfusu bu kadar mıydı?

İlk gün bitmeden ben keşif gezimi tamamlamıştım. Bundan sonraki günlerde telaş etmeden tatilimi sürdürebilirdim. Yanımda bol kitap vardı. Müzik çalarım sevdiğim parçalarla doluydu. Deniz çarşaf gibiydi ve taze balıklar beni bekliyordu. Yani muhteşem bir tatil için her şey mevcuttu.

Sabahları horoz sesi ve teknelerin pancar motorunun pat patlarıyla uyanıyor, bir saat yüzüyordum. Arada bir biraz ötemden kafalarını çıkartan deniz kaplumbağaları beni seyrediyordu. Kahvaltıdan sonra gölgelik bir yerde kitabımı okuyordum. Arada bir mutfağa girip Demreli aşçıya yardım ediyor, bazen pansiyonun sahibi, aynı zamanda köyün muhtarı olan Salih’le yaklaşan krizi yorumluyor, restoranın gölgeliğinde toplanmış köylü kadınlarla sohbet ediyor, arada bir de kayığa atlayıp, Simena ile Kekova arasında sırtı yapıyordum. Ama palamutlar benim oltama hiç yüz vermiyorlardı.

SARDALYELERİN DANSI

Pancar motorlu tekneler, Kaleköy’ün her şeyiydi. Sabah çöpler onlarla toplanıyor, çocuklar okula bu teknelerle gidiyor, satıcılar mallarını bunlarla getiriyorlardı. Her sabah kıyıda köy halkı teknelerin başında toplanıyor, kimi sebze alıyor, kimi balık için pazarlık yapıyordu.

Akşamları ise tek eğlencem denize bakmaktı. İskelenin ışığına toplanan yüzlerce sardalye yavrusunun, bir o yana bir bu yana doğru yüzerek çeşitli şekiller oluşturmasını seyretmeyi çok seviyordum. O an beynim tüm düşüncelerden soyunuyordu. Bazen elektrikler kesiliyor, gökyüzündeki bütün yıldızlar göz kırpmaya başlıyordu. Evrende bu kadar çok yıldız olduğunu bu karanlık gecelerde fark edip şaşırıyordum.

Güzel anlar çabuk tükeniyordu. Dört gün sonra beni Üçağız’a götürecek tekneye bindiğimde Kaleköy’e doyamadığımı fark ettim. Ve bu kalabalıklardan uzak köyü kaçış noktaları listemin baş köşesine yazdım.

DİANYSOS Kartal yuvası

Tatilimin ikinci ve son bölümünü, Marmaris Turunç köyünün hemen yanı başındaki Kumlubük’te, gençlik arkadaşım Ahmet Şenol’un Dianysos adlı tatil köyünde geçirecektim. Bu tatil köyü çılgın bir projeydi. Dağın ortasına kayalar oyularak evler yapılmıştı. Zeytin, limon, portakal, ıhlamur, iğde, sandal, kızılçam ağaçlarının arasına saklanmış bu evler, aşağıdan bakıldığında pek fark edilmiyordu. Ama kartal yuvasını andıran bu evlerden lacivert Akdeniz tüm güzelliği ile görünüyordu. Müşterilerin çoğunluğu İngilizlerdi.

Ahmet bana deniz kıyısındaki kendi plaj evini ayırmıştı. Küçücük taş ev tam bir sığınaktı benim için. Sabah erkenden kalkıyor, yüzümü denizde yıkıyor, uzun uzun yüzüyor, güneş yükselmeye başlayınca da asmaların örttüğü çardağın gölgesinde kitabıma dalıp gidiyordum. Yemeğimi kıyıdaki Dianysos Beach Club’ta yiyordum. Buranın şefi olan Didem Şenol, Türkiye’nin nadir kadın şeflerinden biriydi. Yurtdışında okumuş, Mehmet Gürs gibi ustalardan feyz almıştı. Onu muhteşem yemeklerinden daha çok yiyebilmek için yüzme süremi artırıyordum.

Ahmet Şenol, İngilizlerle uğraşmadığı zamanlarda, beni alıp ya dağın zirvesinde orman yürüyüşüne götürüyor ya da katamaranı ile yelken açıyordu. O yelkeni idare ederken ben kıçta oturup oltayı salıyor, kısmetimi bekliyordum. Saatlerce rüzgarın sesinden başka bir ses duymadan denizin üstünde kayıp gidiyorduk. Tembelliğin doruklarına tırmanmıştım artık. Bunun yılın son tembelliği olduğunu bildiğim için her anın tadını çıkarmak istiyordum.

Tatilin son günü güneş bulutların arkasına saklandı, meydanı rüzgara ve yağmura bıraktı. Gri bulutlar sonbaharı yüklenip gelmişlerdi. Son gece yattığım yerden bulutların kavgasının izledim. Birbirleriyle çarpışıyorlar, yeryüzüne şimşeklerini fırlatıyorlar, gümbür gümbür sesleriyle yeri göğü inletiyorlar, karanlığı yırtıp, dağları aydınlatıyorlardı. Muhteşem bir savaştı. Yağlı kırmızı, kıvılcımlı mor bir geceydi. Yağmur öylesine müthiş yağıyordu ki, topraktan su dumanları yükseliyordu. Öfkeli bulutlar birbirlerini ite ite Rodos üstüne doğru gidince ben de gözlerimi kapattım.

Bu muhteşem görüntülerle Akdeniz’deki güz gezintime noktayı koydum. Artık kışa hazırım.
Yazının Devamını Oku

Bir zamanlar Bodrum

28 Eylül 2008
Amacım Bodrum’un dünü ile bugününü karşılaştırıp, "hangisi güzel?" sorusunu sormak değil. Buranın her dönemde başka bir güzelliği olduğunu biliyorum. Bir de herkesin gönlünü çelecek kadar değişik şeyler sunduğunu da. Benim amacım, aşık olduğum Bodrum’un bir zamanlar nasıl bir yer olduğunu, neler yaşandığını anlatmak.

Yazıya bir soru ile başlamalıyım: "Bodrum nasıl Bodrum oldu?" Benim yanıtım; Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir), ilk baskısı 1961 yılında çıkan "Mavi Sürgün" adlı kitabından sonra Bodrum keşfedildi, sonra birçok aşka yataklık etti, /images/100/0x0/55eb2ec8f018fbb8f8b0b3d3anılarda, romanlarda yer aldı, gönüllü sürgün yeri oldu, sırt çantalı yerli turistlerin tatil üssüne döndü, yazılıp çizildikçe moda oldu, büyüdü, kimsesiz koylarına lüks tekneler demir attı, tepelerine kadar evle doldu, kalabalıklar hücum etti ve sonunda cılkı çıktı...

Tabii ki Bodrum’un gelişimi böylesine üç beş satırla anlatılamaz. Anlatmaya kuruluş tarihi olan M.Ö birinci yıldan, Pelopennesos’taki Troizen’den gelen Dorlar’ın istilasından, yani antik Halikarnassos’tan başlarsak sayfadan taşıp gideriz. Onun için Bodrum’un geçmişini, Halikarnas Balıkçısı’nın "Mavi Sürgün" kitabının yayımlandığı güne dayandırmakta yarar görüyorum. Bu kitapta, 1925 yılında yazdığı bir yazı yüzünden İstiklal Mahkemesi tarafından önce idama mahkûm olan, sonra Bodrum’a sürülen Balıkçı’nın anıları anlatılır.

O zamanlar Bodrum bir bilinmez yerdir. Yolu, yordamı yoktur. Oraya ulaşmak her babayiğidin harcı değildir. Halikarnas Balıkçısı yolun bir bölümünü şöyle anlatır: "Yol dolana dolana, sık büklümlerle tepeye çıkıyor, öyle ki otobüsün kendi kuyruğunu ısırmaya çalıştığı sanılır. Şaka değil, yirmi kilometrede üç yüz altmış küsur viraj. Viraj sıklığından otobüs minare merdiveni tırmanıyormuş gibi. Bütün bu yirmi kilometrede iki tane küçük köy var..."

TABANA KUVVET

Bu dolambaçlı yol Bodrum’a kadar gitse ona da şükür. Milas’ta yol biter, ondan sonrasını at sırtında veya yaya olarak gitmek gerekir. Balıkçı bu durumu şöyle anlatır: "Bodrum yollarında Büyük İskender’in savaş arabalarından, yani 2300 küsur yıldan beri tekerlek dönmemişti..." Balıkçı at üstünde gitmeye alışık olmadığı için, jandarmaların ve Bodrum’un postacısı Mustafa’nın, "yol çok uzun" uyarılarına aldırmadan yürümeye başlar. Uzun bir süre sonra dar patika, körfezin dibindeki Güvercinlik’e ulaşır. Bu kısmı bırakalım Balıkçı anlatsın yine: "Burası yalı, kıyısında ağaç diye yeşil duman kümeleri. Bu kümelerin ortasında fıskiyeler halinde kanat şakırtıları savruluyor göklere, sonra düşüyor. Hep güvercin. Açıkta da Arşipel’in, maviler ve ışıklar çıldırışı..."

Ekip, akşama doğru Torba denen küçük köye (!) ulaşır, yokuşu tırmanırlar ve tepeye varınca, Balıkçı derin bir nefes alır ve ilk izlenimlerini şöyle mırıldanır: "Eh nihayet yokuşun tepesine gelmiştik. Yolcular, neredeyse Bodrum görünecek dediler. Yüreğim çarpıyor. Kaç aydır buraya gelmeye uğraşıyorum yahu!.. Tepedeki bir dönemeci dönünce, şırrrak, guuurr diye Arşipel’in koyu çividisi ölçülmez açıklıklara kadar yayılıverdi..."

HER GECE BODRUM

Bu kitabı okuduktan sonra herkes, o son dönemeçten görülen Bodrum’u merak etmeye başlar. Çantasını kapan, sevgilisini koluna takan soluğu Bodrum’da alır. Hele Selim İleri’nin "Her Gece Bodrum" adlı romanından sonra bu küçük kasaba iyiden iyiye kültleşir. Adından da anlaşılacağı gibi Bodrum’da geçen romanda, ince duygular, içlenmeler, karşılıksız sevdalar ustalıkla anlatılır. Çoğu kişinin başucu kitabı olur. Kitabı okuyup ışığı kapatanlar, rüyalarında Bodrum’u görmeye başlarlar. Onun için de ilk fırsatta Bodrum’un yolunu tutarlar.

Kitapta 70’li yılların Bodrum’u şöyle anlatılır: "Çarşıda karmakarışıktı dükkanlar. Şilebezinden süslü giysiler satan butiklerin yanında bakkallar, tostçular, köfteciler, bakır eşyayla tıkabasa dolu dükkanlar vardı...". O zamanlar birçok şey modadır Bodrum’da: Mutlaka şilebezi gömlek giyilir, gün batarken kıyıdaki meyhanelerde ahtapot salatasıyla rakı içilir, devrimci türküler hep bir ağızdan söylenir, daracık sokaklarda, yalınayak, omuz omuza, sarmaş dolaş, sabahlara kadar uykusuz dolaşılır...

BENZER AKŞAMLAR

O zamanlar Bodrum çok güzeldir ve benim ilk tanıştığım da bu Bodrum’dur. Ben, benim kuşağımdan birçok kişi gibi, o günlerden birçok anıyı yüklenip bugünlere getirdim. Benim zamanımda, akşam üstleri Barlar Sokağı’nın girişindeki Veli Bar’da toplanılırdı. Herkes herkesi orada bulurdu. İki-üç tek atılır, akşam programı yapılırdı. Tam o saatlerde, Bardakçı Koyu’ndan dönen Bodrum’un "Paşası" Zeki Müren, birkaç metre ilerideki kahvede yerini alır, gelen geçenin selamına karşılık verirdi.

Aslında program hep aynı olurdu: Meyhaneler sokağına gidip (çoğunlukla Orhan’a) bir masaya oturulur, yenir içilir, şarkılar, türküler söylenir, sonra peltek konuşmalarla pansiyonlara doğru sürüklenilirdi. Bu meyhanelerde birçok yeni aşk da filizlenirdi. Onlar ya Mehmet’in caz barında Tuna Ötenel’i dinleyerek, ya Hadigari’de sarmaş dolaş dans ederek, ya da Mavi’de gitar dinleyerek mumu söndürürlerdi.

Tüm bu insanlar ertesi sabah, şiş gözlerle, kalenin karşısındaki Salih’in kahvesine gelip kahvelerini içerlerdi. Uzun süre kimse kimseyle konuşmazdı. Çünkü afyonları henüz patlamamış olurdu. Hepsinin suratından lanet akardı. Öğleye doğru bu suskunluk, yerini neşeli atışmalara terk ederdi. Sonra kahveden kalkılıp ya motorla Bardakçı Koyu’na ya da derme çatma arazi cipleriyle Türkbükü’ne gidilirdi. Türkbükü o zamanlar sessiz sakin, kendi halinde cennet bir koydu. Nedense Torba’ya sapan pek olmazdı.

Sahilde, bir şemsiyenin gölgesine uzanılıp, dalga seslerini dinleyerek uykuya dalınırdı. Bu, "geceye hazırlık uykusuydu". Sonra denize girilip, birkaç kulaç atılır, "vakti keraat" gelince tekrar Bodrum’a dönülürdü. Tekrar Veli Bar, tekrar meyhaneler sokağı, tekrar caz bar, tekrar Hadigari, tekrar Mavi... O gece ve sonraki geceler hep birbirine benzerdi. Bodrum’da hayat hep gece yaşanırdı.

SICAK VE KARMAŞA

Tüm bunları neden anımsadığımı soracak olursanız! Arada bir Bodrum’a giderim. Ama içine değil de, Bitez koyuna demir atarım. Daha doğrusu avcı emeklisi arkadaşım Zeki Alkoçlar’ın, "Kartal Yuvası" evine saklanırım. Her seferinde geçmişten bir-iki görüntü yakalayabilir miyim umuduyla Bodrum sokaklarında yürürüm. Ama bildiğim hiçbir şeye rastlayamam. Son gidişimde de aynısı oldu. Sıcak bir akşam üstü yine Bodrum’a indim. Niyetim, yıllar öncesinde olduğu gibi bir bar iskemlesine tüneyip, bir iki duble içmekti. Beni önce, insanı bıktıran, beynine işleyen ıslak bir sıcak karşıladı. Sonra sivrisinekler gibi vızır vızır dolaşan motosikletlerin sesleri kulağımı tırmaladı. Park yeri bulamadıkları için yolda bekleşen, klakson çalarak yol isteyen arabaların gürültüsünden beynim zonkladı. Egzoz kokusu genzimi yaktı. Kaldırımlarda serseri mayın gibi bir aşağı bir yukarı dolaşan kalabalıkla çarpışmaktan omuzlarım morardı.

O an geçmişi aramaktan vazgeçip, gerisin geri Bitez’in sessizliğine sığındım. Zeki’nin bahçesine oturup, yukarıda yazdığım dönemleri hatırladım. O benim Bodrum’umdu, bu da bugünün. O gün mü güzeldi, bugün mü? Bu sorunun yanıtını istemiyorum. Kimi böylesine kalabalık Bodrum’u sever, kimi de bir zamanların sessiz ve serseri Bodrum’unu. "Herkesin Bodrum’u kendine" deyip hayallerime geri döndüm.

LEZZET DURAKLARI

Bodrum’da her damağa her keseye göre bir lezzet durağı bulmak mümkün. Aslında Bodrum konukları sabah ve öğle öğünlerini geçiştirip, yeme haklarını akşam yemeğinde kullanıyorlar. Tabii bu öğünde öne çıkan yemek balık oluyor. Hele bir de restoran deniz kıyısındaysa ve güneşin batışı görülüyorsa, keyif doruklara çıkıyor. Size bu hafta Bodrum Yarımadası’nda benim favorilerimi anlatacağım. Umarım siz de beğenirsiniz:

YUNUSLAR FIRINI: Cumhuriyet Caddesi’ndeki bu fırının poğaçaları çok lezzetli. İster kepekli, ister mısır unlu poğaçalarla sabah kahvaltısı etmek, güne iyi bir başlangıç yapmak demek. Sadece poğaçalar değil, simitler, Boşnak böreği, galetalar da çok lezzetli.

MİAM: Türkbükü’nde denizin hemen kıyısında, büyükçe bir dut ağacının gölgesindeki bu restoranın mönüsü oldukça zengin. Mezeler deniz mahsulleri ağırlıklı. Ara sıcaklardan kalamar köftesi ile ahtapot kolu ızgarası damak çatlatan, özel salataları da karın doyurucu cinsten. Erken giderseniz restoranın barında oturup, akşamın yavaş yavaş çöküşünü izleyebilirsiniz.

ÇİMENTEPE: Yemeğinizi yerken 360 derecelik bir açıyla tüm Yalıkavak’ı görebileceğiniz bir restoran. Hele güneş batarken gökyüzünde oluşan renkler insana yemeği unutturuyor. Mezeler hep çok lezzetli hep çeşitli. Gambilya favasını mutlaka tadın.

SEMPATİ: Eğer balıkla aranız iyi değilse ve canınız hamur işi yemek istiyorsa, Turgutreis’teki Sempati tam aradığınız adres. Köylü kadınların yaptığı mantı, çiğ börek, gözleme, tatlı katmer insanın ağzını sulandırıyor.

SUZAN TEYZENİN YERİ: Turgutreis’te, belediyenin hemen arkasındaki bu küçük lokanta ev yemeklerini özleyenler için doğru adres. 70 yaşını çoktan aşmış Suzan Teyze, bıkmadan usanmadan yemek yapıyor. Patatesli İzmir köfte, karnıyarık, pilav, taze fasulye, bamya... Hepsi birbirinden lezzetli. Ama kabak çiçeği dolmasının yeri başka.

KAVAK KÖFTE: Yalıkavak’taki bu köftecide yiyebilmek için biraz erken gitmek lazım. Çünkü Yarımada’nın dört bir yanından gelen köfte severler masaları bir anda dolduruyorlar.

KÖRFEZ RESTORAN: Kadıkalesi’ndeki bu restoranda yenilen balığın tadı uzun süre unutulmuyor. Şıpır dalga sesi, karşıda küçük adalar, gerilerde Kos ve akşam güneşi tüm bu manzarayı boyayarak batıyor. Ali Bey bu işi eli tabak tutmaya başladığından beri yapıyor. Size önerim balık çorbası ve ahtapotlu bulgur pilavı.
Yazının Devamını Oku

Boğaziçi’nde bir kuş yuvası

21 Eylül 2008
Herkesin bildiği ama pek az kişinin gezdiği Aşiyan Müzesi’nde Tevfik Fikret’in anıları sessizce sergileniyor. Türkiye’nin bu en büyük şairi buraya sığınıp, Boğaziçi rüyasını seyrederek sevgilerini, endişelerini, öfkelerini mısralara döktü. Bu yaz sonu nedense aklıma Tevfik Fikret düştü. Okuduğum bir yazıda, bu yıl büyük şairin aramızdan ayrılmasının üstünden tam 93 yıl geçtiğini öğrendim. Fikret bundan 93 yıl önce 19 Ağustos 1915 sabahı, yatak odasındaki cam fanuslu saat 02.20’yi gösterirken "Artık yıkılıyorum... Yavrum..Yavrum.." diyerek ölmüştü. Türk aydınlanmasının en büyük ışığı Tevfik Fikret, bu ışık ile Atatürk’ün yolunu da aydınlatmıştı. Atatürk her fırsatta, "Ben inkılap ruhunu ondan aldım" diyerek onu yüceltmişti. Atatürk’ün şu sözleri, Fikret’e olan hayranlığının en büyük kanıtıydı: "O, karanlıklar içinde bir nur gören ve bizleri o nura doğru yönlendirmeye çalışan bir insandı. Biz henüz ona yetişemedik. Onu tanıyamadığım, sohbetinden yararlanamadığım için kendimi bahtsız sayarım. Ama bütün şiirlerini okudum. Çoğunu da ezbere bilirim. O, hem büyük bir şair hem büyük insandı."

Tevfik Fikret’in yaşamının dokuz yılını geçirdiği ve mezarının bulunduğu Aşiyan Müzesi’ni, İstanbul’da kaç kişi gezmiştir? Bu sayının pek fazla olduğunu sanmıyorum. Belki de mezarlığın yanından kıvrım kıvrım tırmanan dik yokuş gözleri korkutmuş olabilir. Kim bilir? Bana soracak olursanız, ilk gidişimde gördüklerimi hatırlamıyorum. Üniversiteye başladığım yıllarda, şimdiki parkın olduğu yerde bir kahve vardı. Kızlı-erkekli oraya ders çalışmaya giderdik. Ders tabii ki bahaneydi. O muhteşem Boğaz manzarası, dersten çok aşkı çağrıştırırdı. Cilveleşmekten kitapları açmaya fırsat bulamazdık. İşte o yıllarda yokuşu tırmanıp, Aşiyan Müzesi’ni gezmiştim. Aklım bir karış havada olduğu için hiçbir şey ilgimi çekmemişti. Tabii o muhteşem Boğaz manzarasının dışında. Öylesine büyüleyici manzaraydı ki, yıllarca "orada otursam ben de şair olurdum" teranesini tekrarlamaktan vazgeçmedim.

FİKRET’İN ESERİ

Yokuşun büyük bir bölümünü araba ile çıkmama rağmen, bahçeye geldiğimde yine nefes nefese kalmıştım. Bütün yokuşu çıksaydım halim nice olurdu acaba? Bahçe dut, çam, selvi, akasya ağaçları ile gölgelenmişti. Denize bakan bölüme üç tane bank konmuştu. İlki Ümit Yaşar Oğuzcan’ın, ortadaki Yahya Kemal Beyatlı’nın, sonuncusu da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın adını taşıyordu. Üç bankta da üç şairin İstanbul’u öven mısraları yer almıştı. Bir tanesine oturup soluğumu toparlamaya çalıştım. Aşağıda masmavi Boğaz akıp gidiyordu. Gemiler, kayıklar, vapurlar, sürat motorları, bir aşağı bir yukarı süzülen beyaz martılar. Büyüleyici bir manzaraydı. İnsanı şair olmaya zorluyordu sanki.

Evin hemen yanında iki büyük çam ağacı yükseliyordu. Bu ağaçları Fikret ile eşinin diktiği söyleniyordu. Bahçenin arkasındaki havuzun kenarlarını süsleyen kayaların birinde, şairin kendi eli ile yazıp bir taşçıya oydurduğu mısralar durmaktaydı. Yakup Kadri’nin "kuş kafesine" benzettiği evin mimarı da, dekoratörü de, bahçe düzenleyicisi de, ruhu da hep Tevfik Fikret’ti.

Boğaz sırtlarındaki üç katlı mütevazı bu ev, "geniş pencerelerinin açılmış kanarya rengi kapakları, hisarlar tarafındaki esmer duvarı, bütün cephesini kavrayan balkonuyla" Ruşen Eşref Bey’in ruhuna ulviyet vermişti.

Selim İleri, bundan 20 yıl önce hazırladığı bir yazı dizisinde Aşiyan’ı şöyle tanımlamıştı: "Aşiyan’daki köşke giren kişi, çağından, ülkesinden, gününün koşullarından bir an için soyutlanmaktadır. Siyasal seçimini kimseye anlatamamış, belki de kendisi de açık seçik kavrayamamış Fikret, köşke sığınmış; tül perdeler, kuştüyü yastıklar, birbirine sokulmuş, kucak açmış koltuklar ve sedirler ortasında gelgeç bir dinginlik bulmaktadır. Tavandan cami kandili gibi avizeler sarkıyor, pencereden dışarısı bir Boğaziçi rüyası olarak akıp gidiyor."

KUŞ YUVASININ İÇİ

Böylesine güzel bir dış görünüşü olan "kuş yuvasının" acaba içi nasıldı? Büyük şair, nasıl bir ortamda mısralarını ardı ardına sıralamıştı? Zili çaldım. Genç bir görevli kapıyı açtı. Tahmin ettiğim gibi kimsecikler yoktu. Kendimi erken gelmiş bir misafire benzettim. Sanki salonun bir köşesinde oturup, Fikret’in eve dönmesini bekleyecektim. Loş ışığın aydınlattığı salonu seyrederken, 1919 yılından beri evin içinde fazla bir değişikliğin olmadığını fark ettim. Ruşen Eşref bu tarihte Aşiyan’ı ziyaret etmiş ve izlenimlerini şöyle anlatmıştı: "Rengarenk camları gotik mabetleri hatırlatır. Sade, çiçek gırlantlı duvarları, hafif inhinalı tavanı, kadim Yunan evlerini andırır.. Cilalı tahtalara serilmiş zarif seccadeler hayalinizi Buhara’ya, İran’a kaçırır. Duvarlar tablolarla örtülmüştür. Münasip yerlere nefis ciltler, içlerinde her gün taze çiçekler yaşayan Sevr vazoları konulmuştur. Öteye beriye heykeller, çevreler serpiştirilmiştir". Aradan bunca yıl geçmesine rağmen görüntü aşağı yukarı böyleydi.

Aşiyen Müzesi’nin giriş katındaki salon Abdülhak Hamid’e ayrılmıştı. Peşimden tüm sessizliği ile gelen görevli, bu kattaki tüm eşyaların, şairin son eşi Lüsyen Hanım tarafından verildiğini söyledi. Duvarlarda çeşitli fotoğraflar ve resimler yer alıyordu. Bu resimlerden bazıları Abdülmecid’in fırçasından çıkmıştı. Fotoğraflar içinde en göze batanlardan bir tanesi de, ölümüyle Hamid’e "Makber" şiirini yazdıran Fatma Hanım’ın portresiydi. Bu "ince ve harikulade dilber genç kadın", kelimenin tam anlamıyla Hamid’in aklını başından almıştı. Salonun ortasındaki vitrinde şairin eserlerinin orijinalleri sergileniyordu.

Vitrin’in sağ tarafında ise Hamid’in giysileri yer alıyordu. Lacivert bir elbise, üst cebinde beyaz bir mendil, alt cepte beyaz eldivenler ve fes. Elbise bir çift rugan ayakkabı, şemsiye ve baston ile tamamlanıyordu.

SİS TABLOSU

Üst kat ise tamamen Fikret’e ayrılmıştı. Salon bir sergi havasındaydı. Duvarlarda asılı tabloların çoğu şair tarafından yapılmıştı. En ortada ise yine Abdülmecid’in fırçasından büyük bir sis tablosu yer alıyordu. Prens resmi, şairin meşhur "Sis" şiirinden esinlenerek yapmış ve tablosunu, "Muhibi azizim Tevfik Fikret Bey’e" cümlesini yazarak imzalamıştı. Tabloda, koyu bir sis perdesinin altında sakin bir deniz, sisi yırtmaya çalışan belirsiz bir güneş, durgun sularda uçuşan yansımalar, bir balıkçı kayığı, kayığın önünde elini gözlerine siper ederek ileriyi görmeye çalışan bir adam ve sisin arkasında hayal meyal bir İstanbul silueti görünüyordu.

Salonun sağındaki çıkıntıda ise şairin büyük yazı masası ve rahat koltuğu yer alıyordu. Ardımdan bir hayalet gibi dolaşan görevli bu bölümün önünde, kısık bir sesle, "Tevfik Fikret o muhteşem şiirlerini işte bu masanın üstünde yazmış" dedi. Sanki şair bitişikteki yatak odasında, başında siyah kadife takkesi, sırtında kahverengi gömleği ile pencerenin karşısında hem içli hem de öfkeli bir şekilde oturuyor, görevli de onu rahatsız etmekten korkuyordu. Ben de aynı tedirginlik içinde, duyulur duyulmaz bir sesle teşekkür ettim.

Yatak odasının gıcırdayan kapısını açınca ilk gözüme çarpan eşyalar, solda bir komodin ile büyükçe bir karyola oldu. Görevli bu karyolanın orijinal olmadığını, dekoru tamamlamak için buraya konduğunu belirtti. Karyolanın baş ucunda asılı olan fotoğrafta ise şair ölüm döşeğinde görülüyordu. Ölümünden bir hafta önce şairi ziyarete giden Ruşen Eşref, yatakta yatan Fikret’ten şu acı sözleri işitecekti: "Ölümün artık yaklaştığını hissediyorum. Buna çok memnunum. Zira bu hayat bana pek ağır geliyor. Hastalığımı da geçer, iyi olurum diye baktırmıyorum. Ölümün lezzetini katre katre tadıyorum. Bu benim için bir teselli oluyor."

MUHTEŞEM MANZARA

Fotoğrafın hemen üstünde, Fikret ölüm döşeğindeyken Ressam Mihri Hanım tarafından alınmış maskın bir kopyası asılıydı. Karşı duvara yaslanmış vitrinde ise şairin kalemleri, kalemtıraşı, kaşıkları, cetvelleri, fırçaları sergileniyordu. Gezmeyi bitirdikten sonra, Tevfik Fikret’in sık sık karşısına oturup düşüncelere daldığı pencerenin tülünü araladım. Gerçekten de muhteşem bir manzara karşımda duruyordu: Anadolu Hisarı, Göksu Deresi’nin girişi, Küçüksu Kasrı, yalılar, Kandilli Korusu, Adile Sultan Yalısı... Bu manzarayı görünce gençlik yıllarındaki o teranem aklıma geldi: "Burada otursam ben de şair olurdum!.." Tülü kapatırken Fikret’in sesini duyar gibi oldum: "Aşiyan benim değil, sizin. Orasını unutmayın!.." İstanbul’un en güzel yerindeki bu unutulmuş müzeyi ziyaret edip, Fikret’in vasiyetine sahip çıkın lütfen.
Yazının Devamını Oku