Demet Hanım klasik soru ile başlıyorum, yemekle aranız nasıl?
- Çok severim, yemesini de mutfağa girmesini de. Kardeşim Sedef kadar profesyonel olmasam da arkadaşlarım elimin lezzetli olduğunu söyler. Sevdiğim yemeği güzel yaparım. Türk mutfağına daha yakınım, belki de aileden, babaanneden gelen gelenekle diyeyim. Babaannem muhteşem bir aşçıydı, çok güzel yemek yapardı. Ailenin bütün hanımları, gelinleri onun elini almıştır. Halam, annem, amcamın karısı, herkes babaannem usulü yemek pişirir, o öğretmiştir bütün kızlarına ve gelinlerine.
Çocukluğunuzda en sevdiğiniz yemek neydi?
- Babaannemin yaptığı karnıyarık ve domatesli pilavı, anneannemin yaptığı minik minik ızgara köfteleri, yazın soslu patlıcan kızartmasını çok severdim. Hala da seviyorum. Ben bir pirinç delisiyim, pilavı çok seviyorum, her türlüsünü yerim.
Anılarınızdaki mutfakta gözünüzün önüne neler geliyor?
- Bakır tencereler geliyor gözümün önüne. Babaannem bakır tencereden başka bir şeyde yemek yapmazdı. Onların kalaylandığı dönemi hatırlıyorum. Eskiden kalaycılar geçerdi sokaktan. Bizim de bildik bir kalaycımız vardı o gelirdi. Babaannemin tencereleri, küçükten büyüğe kadar kalaylanırdı. Bakır tencerelerde pişen zeytinyağlı dolmaya, pilava doyum olmazdı. Mesela zeytinyağlı dolmayı şöyle hatırlarım; babaannem zeytinyağlı dolmanın içini yapar hafif diri bırakır, oradan kaşık kaşır biberleri doldurulur ve başka tencereye yerleştirirdi. İçin bulunduğu tencerenin dibini sıyırırdık biz. Ben onu çok severdim. Yani hafif dirimsi zeytinyağlı dolma içi için, “babaanne nolur hepsini koyma” diye yalvarırdım. “Evladım iç yetmeyecek” derdi. Biz yine de tencereden çalardık.
Yemek seçen bir çocuk muydunuz?
Bahar gelince yerimde duramam... Aslında bu doğru bir cümle değil. “Tüm mevsimlerde yerimde duramam” demek daha doğru olurdu. Benim gibi hiç durmaksızın yollarda olanlar için her mevsimin ayrı bahanesi, ayrı güzelliği var. Neyse şimdi bahar, ona ayrıcalık tanımakta sakınca yok. Doğanın uyanışını seyretmenin ne kadar heyecan verici olduğunu biliyorsanız, baharı seviyorsunuz demektir. Tıpkı sevgilinin mahmurluğunu seyrederken heyecanlandığınız gibi bir duygu bu.
Çiçek kokan bir bahar sabahı, güneşin ilk ışıklarıyla yola çıktım. TEM’de pek otomobil yoktu. Olanlar da ok gibi yanımdan fırlayıp gözden kayboluyordu. Telaşsız bir yolculuktan sonra Gerede’ye geldim. Aracı park edip ilçenin sokaklarında dolaşırken, esnaf yeni yeni dükkan açmaya başlamıştı. Kapı önleri süpürülüyor, vitrinler gazetelerle parlatılıyor, sıcak ekmekler cam dolaplara yerleştiriliyor, dükkanların içindeki mallar, sergilenmek için kaldırımın üstüne
diziliyordu. Laf aramızda, buraya gelmeye niyetleninceye kadar, Gerede’nin geçmişi hakkında pek bilgi sahibi değildim. Kaynakları karıştırınca şaşırıp kaldım. Burası geçen yüzyıllarda, gezginlerin uğrak yeri olmuştu.
PİSKOPOSLUK MERKEZİ
Örneğin bölgeye 1800’lü yılların ortasında gelen Fransız bilim adamı Charles Texier, “Küçük Asya” adlı kitabında Gerede için şunları yazmıştı: “Eski adından bazı şeyler muhafaza etmiş olan Gerede, hiç şüphesiz, İmparator Konstantin’in verdiği bir ad sonucu olarak daha sonra Flaviopolis adını alan eski Kratia şehridir. Bizans imparatorları zamanında Gerede, bir piskoposluk merkezi ve eyaletin başlıca şehirlerinden biriydi... Modern Gerede şehri oldukça büyük bir endüstriyel ve ticari hareketlilik görüntüsü sergiler. Çok sayıdaki keçi sürüsü, kentin önemli ihraç ürünü derinin temel maddesini sağlar. Koyun dericiliği de oldukça canlıdır. Şehir bahçelerle çevrilidir...”
Gerede’ye gelen bir başka ünlü gezgin de İbni Batuta olmuştu. Gerede sultanı Şah Beğ için, çok yakışıklı, iyi huylu ama biraz cimri diyen Batuta, “Seyahatname”sinde kenti şöyle anlatmıştı: “Gerdibolu bir dağ eteğinde, güzel ve büyük bir şehirdir. Çarşı ve caddeleri geniştir. En soğuk şehirlerden birisidir. Ayrı ayrı mahallelere bölünmüş olup, her mahalle halkı kendi arasında yaşar...”
Evliya Çelebi de Gerede’ye övgüler düzdükten sonra soğuk havasından yakınmıştı. Çelebi, buranın soğuğunun, Erzurum soğuğuyla eşdeğerli olduğunu belirtmişti. Ünlü gezgin arada bir yaptığı gibi biraz abartmış mıydı, yoksa gerçeği mi söylüyordu. Bunu kestiremedim ama, Gerede’nin sokaklarında eski bilgilerin peşinde koşturup dururken üşüdüğümü hissettim. Zirveden kopup gelen soğuk sabah yeli, insanı serin serin okşadıktan sonra bir acele aşağıdaki ovaya, buğday başakları ile oynaşmaya gidiyordu.
Kars’a ne zaman gitmeli? Baharını, yazını bilmediğim için bu soruyu soranlara yanıtım hep “kış” oluyor. Ben hep karlar altındaki Kars’la tanıştım. Baharın çiçekli ovalarını, yazın yeşil dağlarını, sarı tarlalarını henüz selamlayamadım. Onun için Kars denince aklıma hep soğuk gelir, hep bir tek rengi, beyazı hatırlarım. Bir de akşam karanlığı çöküp, caddeler boşalınca, ağaç dallarına tüneyen kargaların sesleri üşüşür kulağıma. Düşündükçe ne de çok şey geliyor aklıma: Taş evleri, geniş caddeleri, kalesi, köprüsü, gravyeri, kaşarı, Çıldır’ı, Ani’si... Biraz daha düşünsem daha neler üşüşmez ki aklıma. Anımsadıkça anlatırım. Ama söylenenlere bakılırsa Kars’ın baharı da, yazı da ayrı bir güzellik sergiler. Doğası rengarenk tablolara dönüşür. Yani en doğudaki bu kentin her mevsimi güzeldir.
Kars’a uzak derlerse inanmayın. Haritalarda Türkiye’nin en doğu ucunda olduğuna da kanmayın. İstanbul’a topu
topu 110 dakika uzaklıkta. THY sizi alır,
beyaz bulutların üstünden uçurup, kentin yanı başına bırakır. Yani İstanbul’da, bir yakadan diğer yakaya geçemeyeceğiniz bir sürede, Türkiye’nin en doğusuna, Kars’a gidersiniz. Aslında Kars, Tekirdağ’dan, Bursa’dan, Yalova’dan daha yakındır. Atalarımız ne demiş: “Zamane uçakları,
yakın eder uzakları...”
SOLUK KESEN KALE YOLU
Kars’ın adını kim, neden koymuş, anlamı neymiş? Antik çağın Amasyalı coğrafyacısı Strabon’un, buradaki antik şehrin adının Chorzene olduğunu yazdığı öne sürülse de, “Coğrafya” adlı eserinde böyle bir cümleye rastlamadım. İmparator VII. Konstantinos Porphyrogennetos, Bizans idaresi üzerine yazdığı eserinde buradan Kars ismiyle söz etmiş. Ortaçağın Ermeni vakanüvisleri ise buraya Karutz demişler. Kentin adının Gürcüce, “kapı kenti” anlamına gelen “Kariskalaki”den türediğini öne süren kayıtlar da var. Varsayımların hepsi birbirinden akla yakın. Kars’ın, onuncu yüzyılın ikinci bölümünde, Kral I. Abas Bagratuni tarafından başkent yapması ve ondan sonra öneminin artmış olması ise tüm tarihçilerin birleştiği ortak nokta.
İlk gemi yolculuğuna meşhur Ankara gemisiyle çıkmıştım. İstanbul’dan kalkmış, Pire, Napoli, Marsilya, Barcelona’ya uğrayıp, aynı yoldan geri dönmüştü. Genellikle gece yol alıp, gündüz bir limana yanaşıyordu. Eğlenceli bir grupla çıktığım bu yolculuktan epey keyif almıştım. Sadece Sardunya Adası açıklarında yakalandığımız fırtına, beni ve tüm yolcuları iki gün perişan etmişti.
İkinci gemi yolculuğum biraz sıkıcı geçmişti. İstanbul’dan bindiğim küçük bir yük gemisiyle Afrika’da Somali’ye gitmiştim. Tek yolcu bendim, nasıl vakit geçireceğimi şaşırmıştım. Can sıkıntımı dağıtmak için tayfalarla boya bile yapmıştım. Bu gemide güneşin batmaya başladığı anı çok seviyordum. Kıç tarafa kurulan masada tek başıma içkimi yudumluyor, gökyüzünün renkten renge bürünmesini seyrediyordum. Denizin üstüne vuran son ışıklar, dalgaları şekilden şekile sokuyordu. Kimini bir köpekbalığına, kimini yüzen bir adama, kimini bir sala benzetiyordum. Eğer mehtaplı bir geceyse keyfim doruklara tırmanıyordu. Geminin arkasında uzanan simli yollara dalıp gidiyordum. Çevrede hiç ışık olmadığwı için yıldızlar gökyüzüne asılmış birer avizeye benziyordu hep.
DAİRE GİBİ KAMARA
Bir başka gemi yolculuğunda krallar gibiydim. İngiltere’nin Southampton kentinden bindiğim ünlü Queen Elizabeth-2 transatlantiğiyle New York’a gittim. Kamaram tahminimden büyüktü. İçeride iki geniş yatak, iki koltuk, bir küçük yuvarlak masa, çalışma masası, TV vardı. Ayrıca bir gardırop odası ve büyükçe bir banyo, küçük bir buzdolabının bulunduğu mini bar, kabinin diğer bölümlerini oluşturuyordu. Beş yıldızlı bir otel odasından hiç farkı yoktu, hatta fazlalıkları vardı.