Yurtdışından bir dostum geldi İstanbul’a. Erzincanlı Ali Baba lokantasına gidip birer tabak etli kuru fasulye yedik. Norveçli dostum bu bol salçalı yemeğe bayıldı. Damağı, haşlanmış balık yemeklerine alışık bu kuzeylinin, kuru fasulyeyi sevmiş olması nedense hoşuma gitti.
Yeni yılın ilk öğle yemeğinde de masamda yine kuru fasulye vardı. Bir yazı hazırlığı için Çamlıca’ya gitmiştim. Buraya kadar gelmişken Kısıklı’daki tarihi fasulyecide kendime bir ziyafet çekmeyi planladım. Taş fırında, toprak güveçte pişirilen kuru fasulye, yeni yılda yediğim ilk tencere yemeği oldu.
Yemeği yerken aklım kuru fasulyeye takıldı. Geçmişi nereye dayanır, nerelerde yetişir, neden bu kadar sevilir? Kuru fasulye, gençlik yıllarımda bir yoksul yemeğiydi. İçine ekmek doğranır, yanında cücüklü bir soğan kırılırdı. Önden bir tabak fasulye, ardından bir tabak da pilav üstü yenirdi. İnsan ucuza tıka basa doyardı.
Bu sebze aslında sadece yoksulun değil, zenginin de sevdiği bir yemekti. Yani kuru fasulye sınıflar üstüydü. Kitaplar Atatürk’ün en sevdiği yemekler arasında sayardı bu nimeti. Babam, İsmet İnönü’nün de çok sevdiğini öne sürer, Paşa’nın fasulyenin içine bol ekmek doğradığını anlatırdı. Onunla nerede yemek yemişti bilmiyorum, belki de bizim de ekmek doğramamızı teşvik etmek için bu öyküyü uydurmuştu.
Son zamanlarda kuru fasulye sınıf atladı deseler de esnaf lokantalarında garsonlar hâlâ en çok “Bir kuru çek, salçası bol olsun” diye bağırıyorlar.
80 ÇEŞİDİ VAR
Bütün dünya mutfaklarında çeşitli kılıklarda yer alan kuru fasulyenin peşine düşünce, çok ilginç bilgilere ulaştım. Öğretim üyesi Ahmet Uhri’nin, ‘Tarım ve Beslenmenin Kültür Tarihi’ adlı kitabından epey kıymetli bilgi edindim.
Bir Paris gezisinde, Teoman Hünal’la birlikte, Ritz Oteli’nin barına gitmiştik. Amacımız Hemingway’in favori içkilerini, onun içtiği barda içmekti. Kokteyl düşkünü Hemingway’in en sevdiği içkilerin başında Martini geliyordu. Zamanın Ritz genel müdürü Ömer Acar, bar tezgâhının arkasına geçmiş, ‘Hemingway usulü’ martinilerimizi kendi hazırlamıştı. Ünlü yazar, bu içkiye ‘Montgomery’ adını vermişti. Acar, tıpkı onun yaptığı gibi shaker’ın içine bol miktarda sert buz, iki ölçek cin ve birkaç damla Noilly Prat vermut koydu. Çalkalayıp soğutulmuş bardaklara dökmüş, içine de birer tane yeşil zeytin atmıştı. Bu içkinin uzmanları, bir kadehin makul olduğunu, ikinci kadehin çok fazla, üçüncü kadehinse filmi kopartacağını söylerler. Biz o akşam, tahmin edileceği gibi filmi koparmıştık.
KARIŞTIRSAK MI, ÇALKALASAK MI?
Martininin 19’uncu yüzyıl başlarında Kaliforniya’da doğduğu iddia edilir. İlk kokteylin tarifi şöyledir: Bir ölçek cin, iki ölçek dry martini, kiraz suyu ve bir limon dilimi. Daha sonra biri çıkıp, “Bunun içine daha çok cin koyarsak, kafayı daha hızlı buluruz” deyince, gerçek martini kokteyline doğru bir adım daha atılmış olunur. Aslında martini, cinle vermutun beraberliğidir. Klasik tarifi üç ölçek cinle bir ölçek sek vermutun karışımından ibaret olsa da bu oran son yıllarda cinin lehine iyice bozuldu. Tabii martini seven herkesin, cinle vermut oranları hakkında milimetrik ölçüleri vardır. Gerçek martiniyi yapacak barmen bulmaksa neredeyse imkânsız.
‘Karıştırmak’ ve ‘çalkalamak’ konusunda martini severler ikiye ayrılır. Örneğin James Bond’un peşinden gidenler, martinide cin yerine votka, normal vermut yerine de Kina Lillet kullanırlar, barmeni Bond’un yaptığı gibi “Karıştırma, çalkala” diye uyarırlar ve ince bir dilim limon eklenmesini isterler. İçlerinde, benim de bulunduğum, diğer grupsa martininin asla çalkalanmayacağı, sadece karıştırılması gerektiği konusunda ısrar eder, vermut olarak Noilly Prat’tan başkasını kullanmaz, bardaklarınaysa limon dilimi yerine yeşil zeytin veya kokteyl soğanı koydurur. Martini konusundaki bir başka anlaşmazlık da kokteyldeki vermutun ne kadar olacağı konusunda. Kimi bir ölçek, kimi yarım ölçek olmasını söyler. Bazıları, buzun bir miktar vermutla çalkalanmasının yeterli olacağında ısrar eder, bazıları da içine cin konmuş martini bardağının vermut şişesinin yanından geçirilmesinin kâfi olacağını söyler. Hemfikir olunan tek noktaysa buzun çok sert olması ve çalkalanma veya karıştırma sırasında su bırakmaması .
VERMUTU KOKLATSAK MI, İÇİNE DÖKSEK Mİ?
Martini, edebiyat, sanat ve sinema dünyası olduğu kadar, siyaset dünyasının da favori içkisi. ABD’nin efsane başkanı Franklin Roosevelt tam bir martini meraklısıdır mesela. Teoman Hünal’ın içki tarihi bilgisine göre, Roosevelt, martinisini, gümüş shaker’da, iki ölçek cin, bir ölçek vermut ve bir kaşık zeytin suyuyla hazırlar, kadehin kenarını limon kabuğuyla sildikten sonra, martinini içine bir zeytin yerleştirirdi. Bu, viski içmediği zamanlarda martiniyi sek sek yudumlamayı tercih eden Churchill için pek uygun bir tarif değil. İngiliz başbakanı, “Martini yaparken, buz gibi cin doldurulmuş kadehe, kapağı açık bir vermut şişesini uzaktan koklatmak yeterli” derdi. Bu yüzden Roosevelt ona martini ikram ettiğinde, özür dileyerek tuvalete gidip, martinisini lavaboya döker, elinde boş kadeh, ağzında zeytinle salona dönüp başkana, “Çok güzeldi ama ben şimdi bir viski alayım” derdi.
Sovyet lideri Nikita Kruşçev, martiniye olan hayranlığını, “Bence bu, ABD’nin en ölümcül silahı” diyerek belirtmiştir. John F. Kennedy, misafirlerine martini ikram etmekten hoşlandığı için, martini onun döneminde de Beyaz Saray’daki önemli yerini korumayı başarmıştı. Richard Nixon ise martinisini yediye bir oranında hazırlatırdı. Barmen ona martini hazırlarken, önce buz dolu shaker’e vermut koyup çalkalar, sonra vermutu süzer ve vermutla sıvanmış buzların içine cini koyardı. Yarın yılbaşı. Dostlarınızla bu entelektüel içkiyi içmeye ne dersiniz? Unutmayın: Birinci kadeh yeterli, ikinci kadeh çok fazla, üçüncü kadehse adamı masa altına yuvarlatır.
Şaraba ilgi arttıkça, bilgi sahibi olmak isteyenlerin sayısı da fazlalaşıyor. Kurslar açılıyor, dergiler çıkıyor, kitaplar kapışılıyor. Siz de bir şarapseverseniz bu bilgiler çok işinize yarayacak. Bilgilerin birçoğunu Prof. Ertan Anlı’nın ‘Şarap Tadımı’ adlı ansiklopedisinden aldım. Bir bölümünü de kendi bilgi dağarcığımdan derledim.
¬ Tadım, Fransızca degüstasyon, İngilizcedeyse ‘tasting’ sözcükleriyle ifade edilir. Şarap tadımını anlatmak için Fransızcada ‘degustation du vin’, İngilizcede ise ‘wine tasting’ ifadeleri kullanılır.
¬ Şarap tadım kültürünün ilk geliştiği ülke Fransa’dır.
¬ Şarabın sistemli tadımı ilk olarak, Fransız mutfak sanatları uzmanı Philippe Bel’in 1312 yılında, ‘Courtiers-Gourmets-Picqueurs de Vins’ adıyla Paris’te kurduğu bir gastronomi ve şarap birliğinde yapılmıştır. Bu birlik bugün bile varlığını sürdürmektedir.
¬ Ortaçağda krallara zehirleme yoluyla yapılan suikast girişimleri oldukça yaygındı. Onun için Fransa Kralı XIV. Louis, yiyeceği yemekleri daha önce bir başkasına tattırıyordu. Zamanla bu kişiler kralı zehirlenmekten koruyan kişiler değil de krala lezzetli yemek sunan kişiler haline geldiler, ülkenin dört bir yanındaki iyi şarapları da kral için seçmeye başladılar. Kral da bu kişileri şövalye unvanıyla onurlandırdı. Böylelikle ‘Les Chevaliers de Tastevin-Şarap Tası Şövalyeleri’ adı altında yeni bir soylu sınıf oluştu. Zevk düşkünü soylular bu birliğe üye olabilmek için servet döktüler.
¬ Koku, uçucu bileşenlerin doğrudan doğruya burun yoluyla algılanmasıdır. Tat ise uçucu olmayan bileşenlerin dil, damak yoluyla algılanmasıdır. Buna göre aroma, her iki fonksiyonu birlikte içeren bir kavramdır.
¬ Yaş ilerledikçe koku ve tatma yeteneği zayıflar. Bebeklerde 8 ile 12 bin, yetişkinlerde 4 ile 10 bin, yaşlılardaysa 2 ile 3 bin arası tat alıcı vardır.
Ligurya, İtalya’nın kuzeyinde, Fransa sınırında, Alp Dağları ile deniz arasında sıkışmış dağlık bir bölge. İtalya’nın en güzel kasabaları ve köyleri bu kıyıda sıralanıyor. Bunlardan bir tanesi de Portofino. Bu dünya güzeli kasabaya yıllar önce gitmiştim. Yıllar önce yolculuğa Milano’dan başlamış, İtalya Alpleri’ni aşıp. Bir süre sonra, yolun yüksekçe bir yerinden Cenova’yı görmüştüm. İtalya’nın bu en eski kenti, uzaktan gözüme hiç de hoş görünmemişti.
Bir taş yığını gibiydi.
Cenova’dan sonra 50 kilometre daha gidince, deniz kıyısında San Margherita kasabasına gelmiştim. Geceleyeceğim bu köy, yeşil tepelerle turkuvaz renkli Akdeniz’in arasına sıkışıp kalmıştı. Tepelerdeki köşkleri, palmiyeli yolları, rengârenk çiçekli parkları, mavi, yeşil, sarı, vişnekurusu badanalı evleri görünce,
“İşte cennet” demiştim. Deniz manzaralı odama girdiğimde
güneş batmaya yüz tutmuştu.
PORTOFINO SAHİLİNDE YÜRÜMEK
Ertesi sabah erkenden Portofino’ya doğru yola çıkmıştım. Motorla gitmek yerine, kumsalı izleyen beş kilometrelik yolu yürümeyi tercih etmiştim. Bir tarafı deniz, bir tarafı yeşillik tepe bir yol. “I found my love in Portofino” dizesini mırıldanmadan
İstanbul’un bar tarihçesine bir göz atmadan önce, Muzaffer Esen’in 1946’da İstanbul Ansiklopedisi’ne yazdıklarına bir göz atalım: “Bar adı altında ilk müessese, 1918 mütarekesinin imzasından ve İstanbul’un İtilaf Devletleri silahlı kuvvetlerinin işgalinden sonra açıldı. İstanbul’un ilk barlarını Rusya’dan kaçıp gelen ve komünist olmayan Rus aydınları ve sanatkarları açtı...”
YAKIN GEÇMİŞİN BARLARI
Bir bara alışan, kolay kolay başka bara gitmez. Bar müdavimleri ilginçtir. Barda hep aynı iskemlede oturmak, aynı yerde ayakta durmak, aynı masa etrafında toplanmak gibi enteresan talepleri vardır. Bar müşterisi profili, üç aşağı beş yukarı birbirine benzer. Akşamüstü 6 gibi bardaki yerlerini alırlar. Asla gecikmezler. İçki içme adabını iyi bilir, yanında meze yemezler. Belki biraz leblebi, belki birkaç buzlu badem, belki de kaşık ayvası... En sevdikleri meze sohbettir. Geceyi fazla uzatmazlar.
Gümüşsuyu’ndan aşağı inerken, Alman Konsolosluğu’na gelmeden önce, barı dillere destan Park Otel vardı. 1950’lerde siyasetçilerin gözde mekanıydı. Örneğin, Adnan Menderes sıklıkla boy gösterirdi. Daha sonraki yıllarda işadamları, Orhan Boran gibi ünlü simalar, Doğan Nadi, Bedii Faik gibi ünlü gazetecilerin de uğrak yeri haline geldi. Park Otel kapandıktan sonra Bebek Otel, bu meşhur barın tezgahını alıp kendi barına koydu. Otel tadilattan geçtikten sonra tarihi bar tezgahı kaldırıldı ve kayıplara karıştı.
Diğer önemli bir bar da, Atlas Pasajı’nın girişindeki Kulis. Daha önce Kervansaray Pavyon’da teşrifatçılık yapan Jorj’un işlettiği barın müşterileri sinemacılar, yönetmenler, tiyatrocular ve sanatçı dostlarıydı. Sinemalarda gala geceleri düzenlenirdi, gala sonrası Kulis’te eğlenilirdi.
SWISS PUB VE BEN
Döneme imza atan barlardan biri de Divan Bar’dır. Elmadağ’daki Divan Oteli’nin içinde yer alan barın en devamlı müşterileri Erol Simavi, Baki Süha ve eşi Afife Edipoğlu, Orhan Boran ve Mücap Ofluoğlu’ydu.
Çocukluğunuzda şişman birisiyle alay ederken, “şişko patates” diye bağırdığınız oldu mu? Ya da kof bir adamı anlatırken, “patates çuvalı gibi” tanımlamasını kullandınız mı hiç? Aşağıladığımız, suçladığımız patatesin aslında, dünya tarihini değiştiren bir sebze olduğu hiç aklınıza geldi mi? Bu söylem benim değil. Ünlü tarihçi William H. McNeil, 1999’da yazdığı, ‘Patates Dünya Tarihini Nasıl Değiştirdi?’ başlıklı makalesinde bunu öne sürdü. McNeil, Amerika kıtasından gelen patatesin, 1770’li yıllarda kıtlık ve açlık çeken Kuzey Avrupa’yı yok olmaktan kurtardığını, zenginleştirdiğini ve bugünkü devletlerin kurulmasına ön ayak olduğunu iddia etti.
Bunu şöyle de söyleyebiliriz: “Patates Amerika kıtasından gelmeseydi, Avrupa bugünki gibi olmayacaktı.” Tahıla nazaran dört kat daha fazla karbonhidrat içerdiği için Avrupa’da hızlı nüfus artışına, kıtanın sanayileşmesine ve bugünkü uygarlığın oluşmasına katkıda bulundu. Patates bu kadar masum mu? Değil elbette. Bu bitki bir kıtayı kurtardığı gibi, bir ülkeyi de perişan etti. Yani doyurduğu gibi açlıktan öldürdü de! Aslında bu katliam patatesin suçu değil, suçlu, ‘Phytophthora infestans’” adlı bir mantarın. Katliamın öyküsü şöyle: ‘İrlanda Açlığı’ adını alan, İrlanda patatesinin zehirlenmesi sonucu meydana gelen büyük felaket 1845-1851 arasında gerçekleşti. 1841’de İrlanda’nın nüfusu sekiz milyon civarındaydı. En aşağı yarısının temel gıdası patatesti. Bunun böyle olmasının nedeni, İrlanda’nın o sıralarda İngiltere’nin bir parçası olmasına rağmen tam bir sömürge gibi yönetilmesiydi. 1845’te Amerika’dan gelen zehirli bir mikroskobik mantar, patates ürünün üçte birini mahvetti. Kıtlık 1847’de zirveye ulaştı çünkü aç kalan halk tohumlukları da yemişti. Kıtlık öylesine acımasızdı ki 1847’de, İrlanda nüfusunun yüzde 18.5’i yok oldu. Modern tarihçiler, İrlanda’da bu kıtlıkta 2.5 milyon insanın öldüğünü söylüyor.
İrlanda’da patates her şeye rağmen bugün de saygı duyulan bir sebze. Kırsal kesimde birbirine kadeh kaldıran üreticiler hâlâ şöyle dilekte bulunurlar: “Sana sağlık ve uzun bir yaşam, kira vermediğin bir patates tarlası ve her yıl bir çocuk dilerim.”
ALMANLAR’IN GADDARLIĞI
Patatesin Avrupa’ya yayılışı, Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) sırasında gerçekleşti. Almanya’ya giden İspanyol askerler, yanlarında at yemi olarak patates götürmüşlerdi. O sıralarda yoksulluktan sürünen Alman köylüler, İspanyollar’dan kâh aşırarak kâh dilenerek ilk kez patatesi tatma fırsatı buldular. Ama, nasıl yiyeceklerini bilmedikleri için, soymadan çiğ çiğ mideye indirdilerler. Bu da şiddetli hazım rahatsızlıklarına neden oldu. Bunun üzerine, patatesin hastalık kaynağı olduğuna hükmedildi. Hatta, veba, kolera, humma, cüzzam gibi ölümcül bulaşıcı hastalıklara da yol açtığı söylentileri yayıldı.
Almanlar ‘kartoffel’ diye adlandırdıkları ve hastalık kaynağı olarak fişledikleri patatesi, yemeyip sadece hayvan yemi olarak kullandılar. Ama, savaş esirlerine vermekte de sakınca görmediler. Almanlar’ın bu gaddarca tutumu olmasaydı, belki de patates hep hayvan yemi olarak kalacaktı. Tanrıya şükürler olsun ki, patates insanlara kaldı.
Yedi Yıl Savaşları sırasında Almanlar’a esir düşen Antoine-Augustin Parmentier adlı bir Fransız eczacı, esir kampında sırf patates yiyerek hayatta kalmayı başardı. 1763’te esaretten kurtulup ülkesine dönünce, ömrünün geri kalan kısmını, hayatını kurtaran patatesi tanıtmaya ve aklamaya adadı.
Konuya şu soruyu sorarak girebiliriz: Rakıya kebap eşlik eder mi? Yanıt:”Hayır.” Ya balığa ne dersiniz? Onun da yanıtı aynı. Rakı masasında ne kebap ne de balık yenir. Neden mi? Çünkü rakı aheste aheste içilir. Her yudumun tadı çıkartılır. Bu işlerin erbabı olan Aydın Boysan rakı içmeyi şöyle tanımlar: “Semaverin üstünde demlenen çay gibi, meyhanede ağır ağır, sindire sindire demlenilir.”
Adabıyla içenler, ilk dubleyi 45 dakikada, ikincisini bir saatte tüketirler. Kimi, bu sürede birkaç leblebi, birkaç ‘çatal ucu’ peynir, bir dilim lakerda yer. Ahmet Rasim, “Bir lüfer balığının yanağıyla yüz dirhem rakı içilir” diyerek, rakının yemek içkisi olmadığını, çatal ucuyla idare etmek gerektiğini çok güzel anlatmıştır. Bir kebapçıya gittiniz. Eğer önden gelenler sizi kesmediyse bir de Adana ısmarladınız. Kebap, yağları cızırdayarak önünüze geldi. Bir yudum rakı, bir çatal kebap... Sonra rakının en önemli eşlikçisi olan sohbete giriştiniz. Vakti geldi. İkinci yudum, ikinci çatal kebap... Üçüncü yudumdan sonra kebabın yağı donmaya başlar. Siz kadehin yarısına gelmeden, kebap soğur, yağı donar, lezzeti kaçar.
Kebabı sıcak yiyeyim, rakıyı da o hızda içeyim derseniz, hem hızlı sarhoş olursunuz, hem de rakıya hakaret edersiniz. Gelelim balığa... Şimdi vaktidir, bir lüfer ızgara söylediniz. Rakıyı yudum yudum içer, lüferi de aynı yavaşlıkta yerseniz, balık soğur, tadı tuzu kaçar, yenmeyecek hale gelir. Balığı sıcak yiyeyim, rakıyı da o hızda tüketeyim derseniz, yine aynı mesele: Geceyi sarhoş bitirirsiniz. Ayrıca rakının sert alkolü, balığın narin etinin lezzetini almanızı engeller, yani birbirleriyle uyuşmazlar.
Özetlersek, kebap ve balığın yenme hızıyla rakının içilme hızı birbirine uymaz. Rakı sadece çilingir sofrasında, küçük tabaklardaki mezelerle keyif verir. Farsçada, ‘tadılacak yiyecek’ anlamına gelen meze faslına girmeden önce, çilingir sofrası hakkında bir-iki kelime etmek gerek: Çilingir sofrası tabirinin, padişahın yemeklerini tadan çeşnici başından geldiği söylenir. Bu sofrada mezeler, küçük tabaklar içinde ortaya konur; Herkes bir parçasını
kendi tabağına alırmış.
Rakının vazgeçilmez mezesi beyaz peynirdir. Kimileri üstüne biraz kekik, kırmızı biber koydurur. Kavun da rakının değişmez mezeleri arasında. Lakerda, çiroz, tarama, Rum pilakisi, salatalık turşusu, üstüne limon sıkılmış turp dilimleri ve zeytinyağlı sarma da rakı masalarının olmazsa olmazlarıdır...
Salah Birsel’e göre dünyada meze olmayacak yiyecek yoktur. Nitekim bundan iki yıl önce Aşçılar Milli Takımı, Türkiye’nin farklı yörelerinden derlenmiş 1515 farklı mezeden oluşan ‘Binbir Meze Sofrası’ kurup dünya rekoru kırdılar.
KOCAELİ
100’üncü yaşını kutlayan köfteci
Kocaeli’ndeki ilk lezzet durağı Beeftek. Eğer ete düşkünseniz burada yiyeceğiniz etlerin damağınızda muhteşem tatlar bırakacağından emin olabilirsiniz. Sonra rotamızın üstündeki Adapazarı’nda iki lezzet durağı önereceğim. Bunlardan birincisi Meşhur Köfteci Mustafa. Sakarya Caddesi’ndeki dükkanda, 1912’den beri ıslama köfte pişiriliyor. Bu köfteyi icat eden Üsküp göçmeni Mustafa Usta öldükten sonra, iş, onun yanında çıraklık yapanlara kalmış. Yılmaz Usta onlardan biri.
Tam 50 yıldan beri tezgahın başında bayat ekmekleri, biberli, yağlı et suyu ile ıslatıyor, ekmeklerin üstüne ise köfteleri sıralıyor. Hem görüntü hem tat ağız sulandırıyor. İkinci lezzet durağı ise stadyumun yakınlarındaki Köfteci İsmail. Kime sorsanız size tarif eder. Onun ıslama köfteleri de insanın aklını başından alacak kadar lezzetli.
AKÇAKOCA
Kabak tatlısını 6 saatte pişiriyor
Karadeniz’in kıyısından giden yoldan Akçakoca’ya doğru ilerleyin. Poyrazın kovaladığı dalgalar, bulutlardan düşen sicim gibi yağmur, size vahşi, ürkütücü, büyüleyici bir masal ortamı çıkaracak. Akçakoca’da Hülyam Restoran, buradaki lezzet durağımız. Karalahana (mancar) yörenin en gözde sebzesi. Hemen her yemekte izine rastlanıyor. Hülyam’da mancar ezmesi, tavada çiğ börek benzeri mancar pidesini öneriyorum. Bundan sonra direksiyonu Karadeniz Ereğlisi’ne doğru çevirin. Kentin girişindeki Plaj Restoran’ın kabak tatlısı dillere destan. Usta, özel seçilmiş kabaklardan öyle lezziz tatlı yapıyor ki insan yemeğe doyamıyor. Altı saatten fazla fırında kalan kabaklar, karamel, kestane, ekmek kadayıfı tatlarına bürünüyor, hele üstüne konan bembeyaz manda kaymağı ile tadını zirveye taşıyor. Daha sonra Ereğli’nin deniz kıyısında, ev kadınlarına tahsis edilmiş küçük büfelerin biri olan “Has el”de, kentin geleneksel tatlısı kabaklı gözlemenin tadına bakın. Bana en iyi Karadeniz pidesinin nerede yapıldığını sorduklarında birkaç yer öneririm. Biri de Erdemir Caddesi’ndeki Meşhur Pideci Hasan’dır. Sırf bu pideyi yiyebilmek için bahane uydurup Ereğli’ye uğrarım. Siz de öyle yapın. Pideciliği babası Ali Kuru’dan öğrenen Hasan Usta’yı, fırının başında, kan ter içinde çalışırken bulacaksınız.
AMASRA