Mehmet Yaşin

Masalı bol dağların eteklerinde

9 Aralık 2013
Bu yıl kışı Van’dan Kars’a çıktığım yolculukta karşıladım. Doğubayazıt’tan Ağrı’ya baktım, bulutların ardına saklanmıştı.

İshak Paşa Sarayı’nı gezdim, taş işlemelerine hayran kaldım.

Kasım başı, Van’dan Doğubayazıt’a doğru gidiyorum. Siyah bulutlar yere yakın. Uzaklarda, bulutların arasından sıyrılan güneş, zirvelerdeki karların beyaz yalnızlığından yansıyor. O dağların arkasında İran var. Dağların rengi bu mevsimde boz olur. Yamaçlarda köyler görülüyor. Yalnız köyler. Evlerin önünde saman ve tezek yığınları yükselmiş. Refik Durbaş’ın dediği gibi, pervazına yalnızlığın tünediği pencerelerden loş ışıklar sızıyor. Otlaklardaki hayvanlar, kalan son yeşilliklerin peşinde. Bu görüntüleri özlemişim.
Çaldıran’dan bu ikinci geçişim. Ana caddeye ne kadar çok minibüs park etmiş. Pazar kurulmuş galiba. Kaldırımda, yan yana sıralanmış manavların önüne portakal, mandalina yığılmış.

ADEM İLE HAVVA’NIN İREM BAHÇELERİ

Çaldıran hakkında tek bildiğim, ‘Çaldıran Zaferi’. O da ortaokuldan kalan yarım yamalak tarih bilgisi. Çaldıran’dan ayrılırken karşıma birden Mars gezegeni çıkıyor sanki. Görüntü öyle. Göz alabildiğine küf yeşili renkli sivri kayalar. Tek ot yok. Asırlar öncesinde püskürtülmüş lavlar galiba bunlar.
Görüntü gittikçe yalnızlaşıyor. Burada dağlar, dağ gibi, zirveleri dumanlı. Gözüm Ağrı’yı arıyor. Eteklerini görüyorum ama yarı belinden ötesini bulutlar örtmüş. Saklanmış, göstermiyor kendini. Yeni gelin gibi mahcup. Belki de yüzgörümlüğü istiyor. Bulutların arkasında efsanelerin saklı olduğunu biliyorum. Nuh’un Gemisi’nin bu dağda karaya oturduğu efsanesini dünyada bilmeyen var mı? Adem ile Havva’nın yaşadığı İrem Bahçeleri’nin, dağın kuzeyindeki Aras Vadisi’nde olduğu masallarda anlatılmaz mı? Son bir şey: Ağrı, tüm dünyadaki dağların padişahı olan Kaf Dağı’nın yakın akrabasıdır ve onunla övünür.
Doğubayazıt, 9 yıl önce bıraktığım gibi. Caddeleri hâlâ çamurlu. Halbuki lüks cip sayısı daha da artmış. Zenginlik sokağa yansımamış anlaşılan.

Yazının Devamını Oku

Aralık soğuğunda sıcak pazarlar

3 Aralık 2013
Caddelerde rengârenk yanan süslü lambalar, meydanlarda ışık ışık yükselen Noel ağaçları ve havada uçuşan sıcak şarap kokuları.

İnsanı iyimserliğin doruklarına taşıyan görüntülerdir bunlar. Aralıkta Orta Avrupa’da gezmeyi bu nedenle çok severim.

Yılın son ayında, özellikle Orta Avrupa kentlerinde dolaşmayı pek severim. Bu ayda rüzgârın bıçak gibi kestiğini, ayazın dondurduğunu, karlı günlerin eksik olmadığını bilirim ama yine de sevgimden vazgeçmem. Soğuktan kaçmak için sığındığım kahvelerin, çikolatalı, vanilyalı, tarçınlı, portakallı, kahveli kokusu başımı döndürür. Özellikle Viyana kahvelerinde, buğulanmış camların ardında, hayal meyal sokak görüntüsü eşliğinde yediğim pastalar ve köpüğü kalın kahveler, yaşamıma keyif katar.

KURNAZ TÜCCARA BURADA YER YOK

Viyana, Budapeşte, Prag, Varşova, Münih, Berlin... Ve unuttuğum diğerleri. Caddelerde rengârenk yanan süslü lambalar, meydanlarda ışık ışık yükselen Noel ağaçları ve havada uçuşan sıcak şarap kokuları. İnsanı iyimserliğin doruklarına taşıyan görüntülerdir bunlar. Hele geceler! Karanlıktaki ışık seli, meydanları dolduranları meleklere dönüştürür sanki. Dünyanın insafa geldiği, soğuğun sımsıcak sarmaladığı, Noel arefesindeki aralık günleri işte böylesine masalsıdır.
Aralığın soğuk günlerinde, kent meydanlarında kurulan Noel pazarlarını da çok severim. Buralara ticaretin kurnaz ruhunun girmesi yasaktır. Sanatkârların, zanaatkârların el emeği, göz nuru ürünleri satılır. Danteller, cam eşyalar, seramikler, rengârenk mumlar, türlü türlü hediyelikler ve gözümün önüne gelip de adı dilime düşmeyen onlarca eşya, yiyecek birilerini mutlu etmek için tezgâhlarda alıcı bekler.
Viyana’daki Noel pazarları beni hep içine çeker. Şefkatli kollarıyla sarıp sarmalar. Rathausplatz’daki pazar, 150 küçük dükkânı ile en büyükerinden biridir. Buram buram kestane kebap kokar. 1772’de kurulan Maria Theresien Platz’daki pazar ise en eskilerinden biridir, mum ve şeker kokularıyla cenneti çağrıştırır. Ehrenhof Schönbrunn Sarayı önünde kurulan pazarda ise imparatorluğun romantizmi yansır dört bir yana.

SİHİRLİ KOKU

Bu yıl Berlin’deydim. Islak, soğuk, rüzgârlı, sarı yaprakların sağda solda uçuştuğu bir Berlin’di. Güzün hüznü ile Noel’in ışıltısının karışımı, Berlin’i, özellikle karanlık basınca, ıssız bir masal diyarına çeviriyordu.

Yazının Devamını Oku

İki boyutlu dünyam

1 Aralık 2013
Sizin haritalarla aranız nasıldır bilmem ama ben bir harita tutkunuyumdur.

Bıkmadan usanmadan saatler boyu haritaya bakarım. Oturduğum yerden alır başımı giderim. Haritayı sinema perdesine benzetirim. Orada canlanan yaşamları, maceraları seyrederken büyük keyif alırım

Siz haritaya baktığınızda ne görürsünüz? Kahverengiye boyanmış dağlar, maviye boyanmış denizler ve göller, sınırları gösteren kalın çizgiler, kıvrım kıvrım çizilerle gösterilen yollar, yeşil nehirler... En büyük noktaların olduğu yerlerde başkentler, bir boy küçük noktalarda kentler, görünür görünmez küçüklükteki noktalardaysa kasabalar. Ve çöller, ovalar, koylar, fiyortlar... Büyükçe bir kağıt üstünde, bir bakışta her yerin görüldüğü tek boyutlu bir dünya.
Sizi bilmem ama ben haritaları çok severim. Odamın duvarında büyükçe bir dünya haritası durur. Üstünde kırmızı başlıklı raptiyeler sokuludur. Bunlar gezdiğim yerleri gösterir. Bazı yerlerde yan yana dizilen raptiyeler, o bölgeyi gelincik tarlasına çevirir. En çok raptiye Avrupa’ya saplanmıştır. Daha sonra Amerika gelir. Kuzey’de daha çok, güneyde daha az kırmızı raptiye görülür. Benim haritamda dünyanın hemen her yerine bir raptiye vardır. Sibirya’nın kuzeyinin, Avustralya’nın, Yeni Zelanda’nın, Okyanusya adalarının üstüneyse henüz raptiye saplanamamıştır.
Sizi bilmem ama ben haritalara tutkunumdur. En keyifli yolculuklarımı haritanın karşısında, oturduğum koltukta yaparım. Sizin için fazla anlam taşımayan noktalar, bana çok şeyler anlatır. O noktaların simgelediği kentler gözümün önünde canlanır. Caddeler, sokaklar, binalar, dükkânlar, işyerleri, lokantalar, barlar, mağazalar ayan beyan görünür. İnsanlar koşuşturmaya başlar, klakson sesleri havada uçuşur, güzel kızlar salına salına yürür. Mutfaklardan yayılan kokular haritadan çıkıp odama yayılır. Şık insanlar, pejmürdeler, avare avare yürüyenler, bir telaş koşturanlar, siren sesleri, kahkahalar, gözyaşları... Bunların hepsini bir bakışta görürüm, duyarım, koklarım...
Sizi bilmem ama ben haritalara baktığımda film seyreder gibi olurum. Kağıdın üstünde anılarla dolu filmler ardı ardına sıralanır. Her film ayrı bir dilden seslendirilir. Siz Arjantin’in Şili sınırına yakın bölgesinde, minik bir noktayla işaretlenmiş Salta sözcüğünü gördüğünüzde neler düşünürsünüz? Bu küçücük kent size bir şey anlatır mı? Ben Salta’ya baktığımda, bunaltıcı sıcakta girdiğim barı görürüm. Barmene soğuğu anlatmak için barmene buz resmini gösterdiğimi hatırlarım. Sonra bu küçük kentin sokaklarında, koka yaprağı çiğneyerek uykusuz kalmaya çalıştığım geceler aklıma gelir.
Veya Şili’nin okyanus kıyısına kondurulmuş küçük noktanın üstünde yazan Antofagasta kelimesi size bir şey anımsatır mı? Ben o küçük noktaya baktığımda, kızgın kumsalda koşup, buz gibi sulara atıldığımı görürüm. Yıllar sonra, okyanustan binlerce kilometre ötede bir kez daha üşürüm. Akşam, güneş bir ateş topu gibi sulara gömülürken, yudumladığım lezzetli kırmızı şarabın tadını damağımda yine hissederim. Alaska’da, kıvrım kıvrım uzanan bir çizginin üstündeki Susitma yazısını görünce adrenalim yükselir. Akıntılı sularda, küçük bir kayığın içinde yaptığım 13 saatlik zorlu yolculuk aklıma gelir. Yalnız kartallar, sessiz taygalar, asırlar öncesinin izlerini taşıyan buzullar gözlerimin önünden akıp gider.

PİRİ REİS ÖZLEMİ

Kuzey Denizi’ndeki küçücük bir adanın üstünde, beş puntoyla yazılmış, çok zor okunan ‘Kirkwall’ kelimesi dikkatinizi hiç çekmemiş olabilir. Ama ben o noktaya bakınca, bitmek bilmeyen günleri, sabaha karşı mora boyanan suların oynaştığı körfezi, şişeden yudumladığım malt viskinin kadifemsi tadını hatırlarım. Kendimi ıssız barlarda, siyah biranın yoğun köpüğüne parmağımla şekil çizerken yakalarım. Siz Portekiz’in güney ucunda yer alan Pontimao yazısını görmeden geçebilirsiniz. Ama benim bakışlarım o yazıya takılır kalır. Sardalya yerken dinlediğim, yanık ve boğuk sesli şarkıcıların söyledikleri fadolar kulaklarımda çınlar. Anlamını bilmediğim şarkılara döktüğüm gözyaşları aklıma gelir. Sizi bilmem ama ben bir haritacı olmak isterim. Ama öyle bugünkü gibi üniversite sıralarından yetişmiş, rakamları, uzaydan gelen verileri birleştirip yükseltileri, sınırları, nehirleri, yolları, kentleri işaretleyen haritacılardan değil. Ben ‘acımasız korsan’ Piri Reis gibi bir haritacı olmayı arzularım. Onun gibi baskınlara katılıp, Kristof Kolomb’un dünya haritasını ele geçirmek, ondan yararlanarak yeni bir dünya haritası çizmek hayalinden hiç kurtulamam. Kurtulmak da istemem. Rüyalarımda bir korsan gemisiyle dolaştığımı, geri dönünce uğradığım limanları kâğıt üstüne çizdiğimi görmekten hiç bıkmam.

Yazının Devamını Oku

Paşayı kurtaran köfte

24 Kasım 2013
Büyülü bir ortamda lezzet yolculuğuna çıkmak istiyorsanız, rota belli. Doğu Anadolu hemen orada. Hazırlıklara başlayın.

Van’dan kiraladığım arabayla Doğubeyazıt’a gidiyorum. Güneşli bir gün. Yollar ıssız. Bütün yüksek dağların zirvesine bulut oturmuş. Başı dumanlanmış dağları seyretmeyi çok severim. İçime bir yalnızlık çökertir bu manzara.
Dört yıl önce bıraktığımdan farkı yok Doğubeyazıt’ın. Yollar yine çamurlu, yapılaşma yine gelişigüzel. Ama lüks araba sayısı daha da artmış. Belli ki ilçe insanı zengin. Söylendiğine göre akın akın turist geliyor. Gelenlerin büyük bölümü Ağrı Dağı sevdalıları. Sonra İranlılar var çarşıda, pazarda. Onların derdi ucuz alışveriş.
Gezmeye çıkmadan önce karnımı doyurmam gerek. Ne yiyeceğimi biliyorum: Abdigör Köftesi. Buralılar ona ‘Kifta Evdigor’ diyor. Köfte, adını Sancakbeyi Çolak Abdi Paşa’dan alıyor. İshak Paşa Sarayı’nın temelini atan adam bu. Ama bittiğini görmesi nasip olmamış. Nasıl olsun ki, inşaat tam 99 yıl sürmüş. Abdi Paşa midesinden hasta. Et diyarında, et yiyemiyor. Pirincin üstünde et yemezsen buralarda nasıl yaşarsın Çolak Abdi Paşam? Neyse ki aşçılar düşünüp taşınıp, paşaya dokunmayacak bir köfte yapmayı başarmış. İşte size Abdigör Köftesi:

BÜYÜLÜ PİTİ

Kışın kesilen sığırın yağsız but eti, tuzla beraber taş üstünde, tahta tokmakla iyice dövülür. Tüm sinirleri ayıklanır. Et macun haline gelince, içine rendelenmiş soğan, biraz da un konup, su katıla katıla iyice yoğrulur. Et kıvama gelince, büyük toplar haline (bir tanesi 400 gram) dönüştürülüp, kaynayan suyun içine atılır. Köfteler pişmeye yakın, tencerenin içine yeteri miktarda İran pirinci salınır. Pirinç pişince yemek de pişmiş demektir. Top köfteler, et suyunda pişmiş pilavın üstünde servis edilir.
Van’dan ayrılıp Iğdır’a vardığımda yas vardı. Caferi olan Iğdırlılar, Kerbela’da şehit edilen Hazreti Hüseyin için karalara bürünmüşlerdi. Ertesi gün her yer kapanacak, mezarlıkta ağıtlar yakılacaktı. Yemeklerin tadına bakmak için acele etmem gerekiyordu.
Önce Taş Köfte’den tattım. Siyah bir taşın üstünde tokmakla dövülüp, macun haline gelen et, soğanla karıştırılıp, tenis topu büyüklüğünde köftelere dönüştürülüyor. Bu köfteler, salçalı, zerdeçallı, reyhanlı, soğanlı suda haşlanıyor, köfteler pişerken suya elma dilimi patatesler atılıyor. Taş köftenin en iyi eşlikçisi üzümlü pilav. Yedi kere yıkanmış İran pirincinden yapılan pilavın üstüne, tereyağında sotelenmiş kuru üzüm dökülüyor. İnsan bu pilavı yerken, üzüm hoşafı da içmiş gibi oluyor.

Yazının Devamını Oku

Sanat ve lezzet bir arada

23 Kasım 2013
Müzedechanga’da Anish Kapoor sergisiyle paralellik gösterecek şekilde hazırlanan mönü amacına mükemmelen ulaşıyor.

Eğer kaçırmak istemiyorsanız elinizi çabuk tutmanızı öneririm
üze ve yemek konseptinin ilk başlangıç yerlerinden biri Londra The Royal Academy’deki Norman Shaw’un mekânıdır. Sonra bu muhteşem birliktelik dünyanın en ünlü müzelerine de sıçramıştır. The Tate Gallery’de, Viyana’daki Liechtenstein Müzesi’nde, Edinburgh’taki İskoçya Müzesi’nde, Bilbao’daki Gugenheim’da, Louvre’da, Pompidou Center’da, New York’taki Modern Sanatlar Müzesi’nde artistik becerilerle hazırlanmış yemekler sunan restoranlar, yer aldıkları müzeler kadar ünlenmişlerdir.
Emirgan’daki Atlı Köşk’ün bahçesinde yer alan Müzedechanga da bu anlamda dünyadaki benzerlerini kıskandıracak bir konuma sahip. 160 metrekarelik iç mekâna ve 250 metrekarelik terasa sahip olan restoranın her masasından, Boğaz’ın muhteşem manzarasını görmek mümkün. Mönüleri de dünyadaki benzerleriyle yarışacak kadar estetik ve lezzetli. Diğer müze restoranlarından farkıysa, yemek-sergi eşlemesi yapması. Bunun ilk denemesini ‘Rembrandt ve Çağdaşları’ sergisi sırasında yapan restoran, müzedeki görsel ziyafeti, lezzet şöleniyle taçlandırmıştı. Sergilenen tabloların çağrışımlarından yola çıkılarak düzenlenen mönünün, damak çatlatacak cinsten olduğunu aradan geçen iki yıla rağmen hâlâ anımsıyorum. O gün sergiden sonra yediğim levrekli soğan çorbası ve mantarlı, vişneli, ördekli tartın lezzeti hala beynimde duruyor.

GIVERNY KADAR ZENGİN

Müzedechanga ikinci resim-yemek eşleşmesini, geçen yıl düzenlenen ‘Monet’in Bahçesi’ sergisinde gerçekleştirmişti. Tarık Bayazıt ve Savaş Ertunç ikilisinin hazırladığı o mönü de hâlâ aklımda.
Mönü hazırlanırken, Claude Monet’nin Giverny sofralarındaki reçetelerinden ve ünlü bahçesini yansıtan eserlerinden esinlenilmişti. Hayatının yarısından fazlasını geçirdiği Giverny, Monet’nin tabloları kadar sofralarının da esin kaynağıydı. Davetleri ve yemekleri neredeyse tabloları kadar nam salmıştı. O sofradan hareketle hazırlanan kuşkonmaz ve bıldırcın yumurtalı kroket, hardallı patates püresi ve istiridye mantarı eşliğinde sunulan ördek confit için restorana defalarca gitmiştim.

SIRA ANISH KAPOOR’DA

Sabancı Müzesi’nde şimdilerde çağdaş sanatın büyük ustalarından Anish Kapoor’un eserleri sergileniyor. Eğer gitmediyseniz acele etmenizi öneririm. Sergi 9 Ocak’ta sona erecek.

Yazının Devamını Oku

Ege kıyılarında kasımla kucaklaşma

18 Kasım 2013
Yaz bitti. Allah kavuştursun. Geçen hafta yaz kırıntılarını toplamak için Bozburun civarına gittim. Aslında aklımda güz renklerinin peşinde koşturmak vardı. Yazı tura attım, Bozburun galip geldi. Tura gelseydi, Kastamonu’nun çevresinde dolaşıp, doğada oluşan rengarenk tabloları seyredecektim.

Kasıma doğru, Bozburun civarına yalnızlık çöker. Biraz da yorgunluk. Kolay değil, koca bir sezonun kalabalığına, gürültüsüne, kaprisine, sıcağına dayanmak. Bu mevsimde kuşların sesi daha berraklaşır, daha neşe dolar. Bu neşenin kaynağı biraz da cilveleşmedir sanırım. Çünkü eş bulma zamanı gelip çatmıştır. Dişileri cezbetmek kuşlar için de zordur.

RIHTIMDA ÖĞLE RAKISI

Bu mevsimde Selimiye’de öğle rakısı içmeyi severim. Açık lokanta sayısı çok az olur. Hangisine rastlarsam onda demir atarım. Bu kez Aurora’nın rıhtımına yanaştım. İskeledeki iki masadan birine oturdum. Ufak ufak mezeler geldi. 12 saat limon suyunda bekleyen pırasaya bayıldım. Güneş sırtımı ısıtınca, bir kediye dönüşüp mırıl mırıl mırıldandım. Kefal yavrularına ekmek attım, yemediler. Bir teknenin kıçtan kara olmasını seyrettim. İnsafsız bir yazlıkçının terk ettiği köpeği sevdim. Denizin mavisine, rüzgarın önünde sürüklenen bulutlara, birbiri üstüne binmiş dağ siluetlerine baktım. Bir duble rakıya ancak bunları sığdırabildim.
Sonra sahilde yavaş yavaş yürüdüm. İnsanların yavaş yürüdükleri zaman daha fazla şey gördüklerine inanırım. Bir o yana bir bu yana koşuşturan turistlerin geziden bir şey anlamadıkları kanısındayım. Eğer Selimiye sahilinde yavaş yürümeseydim, gri papağanın öyküsünü dinleyemecektim. Kızıl saçlı sahibesi onu bir köpeğin saldırısından kurtarmış. Sonra can yoldaşı olmuşlar. Şimdilik konuşmuyormuş ama eli kulağındaymış.
Sonra iguanalı çocuğu gördüm. Dev kertenkeleyi, sevgiyle okşayan çocuğun gözlerindeki mutluluğu okudum. Biraz ileride, iki iskemle arasına gerdiği ağı onaran balıkçıyı seyrettim. Kavga eden kedi ile köpeği ayırdım. Bir kaç tanıyana selam verdim, selam aldım. Kasım yaklaşırken detaylara daha çok takıldığımı fark ettim. Bu aylarda insanın “zaman katili” olduğuna karar verdim. Zamanı, seyrede seyrede, yavaş yavaş öldürdüğümün farkındaydım. Sonbaharda bu cinayeti hep işliyordum. Hem de yıllardan beri.
Bu mevsimde öğle rakısı sonrasındaki şekerlemenin keyfi hiç bir şeyde yoktur. Onun için bir acele Selimiye’den Amos’taki eve döndüm. Elime bir kitap alıp (hangisi olduğu önemli değil, nasıl olsa okunmayacak) terastaki şezlonga uzandım. Kasıma doğru gölgeler üşütür, onun için battaniyeye sıkı sıkı sarıldım. Kitabı açtım, okur gibi yapıp, gözlerimi kandırdım. Kısa bir süre sonra gözkapaklarım yavaş yavaş kapandı. Sonrasında hatırlayamadığım rüyalar devreye girdi. Gözümü açtığımda güneş tepeyi aşıp, Datça’ya doğru alçalmaya başlamıştı. Kasım güneşi acelecidir, hemen kaçıp gitmek ister. Ayılmak için koyu bir kahveden yardım istedim. Gece, kıyıya inip, Aksaz’a doğru uzanan yakamozları seyrettim. Bir puhu kuşu öttü, uzaktan yaban domuzu homurtusu geldi, bir balık sıçradı. Gün bu seslerle bitti...

Taşlıca’da düğün yemeğini erkekler pişirir

Taşlıca köyünün erkeklerinin çok marifetli olduğunu, düğünlerde, mevlitlerde yemekleri bu erkek aşçıların pişirdiğini öğrenmiştim. Bana bu bilgiyi veren dostum köyün yemeklerini de şöyle sıralamıştı: Ciğer kavurma, paça çorbası, imambayıldı, ot ekşilemesi, ot kavurması, sarmısaklı kıymalı makarna, bakla kavurması, taze fasulye salatası… Ayrıca Taşlıca’nın keçi peynirinin çok lezzetli olduğunu da eklemişti. Düğüne rastlamadığım için erkek aşçıların marifetini göremedim. Peynir için sorup soruşturdum, Çoban Mehmet’in kapısını çaldım. Çoban öylesine yüksek bir fiyat söyledi ki, göz göre göre kazıklanmak istemedim, eli boş döndüm. Ama peyniri aklıma taktım.

Yazının Devamını Oku

Sonbahar lezzetleri sizi bekliyor

11 Kasım 2013
Hep söylerim, yola çıkmak için hep bir bahane gerekir. Bu bahane yazın deniz, güneş, kışın kar, baharda doğanın uyanışını izlemek olabilir.

Sonbaharın bahanesi ise kimine göre doğanın tabloya dönüşüne şahit olmaktır. Eğer buna bir de lezzet bahanesini eklerseniz, hazırlayacağınız rotalar çok doyumsuz olur. Çünkü sonbaharda lezzetler doruğa çıkar. Bu hafta size önereceğim rotalarda hem damak çatlatan yemekler hem de insanın aklını başından alan manzaralar olacak. Yolunuz keyifli olsun.

KIZILCIK/TARHANA

Abant’tan Göynük’e manzaralı yolculuk

Sonbahar meyvelerinden en güzeli kızılcıktır. Kırmızı, ekşi, C vitamini deposu olan bu meyve bazı bölgelerde tatlı bir telaşa neden olur. Kimi onunla tarhana yapar, kimi kazanlarda kaynatıp, reçele, marmelata dönüştürür. Kimi de sıkıp suyunu şişelere doldurur. Yani kızılcık yola çıkmak için adeta bir ‘kırmızı bahanedir’.
Size çizdiğim kızılcık rotasının üstünde Abant Gölü, Mudurnu ve Göynük var. Yani size cennete doğru bir yolculuk öneriyorum. Bu mevsimde Abant Gölü, mavili, kırmızılı, sarılı, yeşilli renklerle boyanmış bir tabloya dönüşür. İnsan çevreyi seyretmeye doyamaz.
Kızılcık bahanesi ile çıktığınız yolculukta, yolunuzun üstündeki lezzet duraklarında kendinize çeşitli ödüller verebilirsiniz. Örneğin göl kıyısındaki lokantada, manzaralı bir yemek yerken “işte hayat bu” diyeceğinizden şüpheniz olmasın.
Gölün yaslandığı tepeyi aşıp Mudurnu’ya doğru giderseniz, renklerin daha da güzelleştiğini göreceksiniz. Sonbaharın en güzel göründüğü yerlerden birisi de bu civardır. Tarihi Mudurnu evlerini gezdikten sonra Yarışkaşı Konağı’nda mevsim sebzesi balkabağı ile yapılan gözlemeyi yemelisiniz. Konağın, 40 katlı cevizli baklavasının da tadı dillere destandır. Çekinmeyin, doya doya yiyin, bir daha böylesine lezzetlisini zor bulursunuz.

Yazının Devamını Oku

Atatürk sofradan yarı aç kalkardı

10 Kasım 2013
Konuya evirip çevirmeden girmekte yarar var: Atatürk sofrayı severdi ama yemekle arası hiç yoktu. Yani moda deyişle ‘gurme’ değildi. Onun için sofra, bilgi alışverişinin yapıldığı bir toplantı yeriydi.

Atatürk’ün sofrasının en önemli özelliğiyle başlayalım: Yemek masasının bir kenarında kara tahta dururdu. Yemeğe katılanlar düşüncelerini bu kara tahtanın önünde tebeşirle bir şeyler çizerek ve yazarak anlatırlardı. Ayrıca her tabağın yanına bir not defteriyle kalem konurdu.
Atatürk’ün sofrası sadece Çankaya’da kurulmazdı. Dolmabahçe Sarayı’nda, Yalova’daki köşkte ve Florya Deniz Köşkü’nde de kurulan sofralar dillere destandı. Bu sofraların ana fikrini ünlü yazar Falih Rıfkı Atay şöyle özetlemişti: “Bu, bir içki ve cümbüş sofrası değildi. Dostları hatta düşmanlarıyla sohbet ve tartışma meclisiydi. Savaş ve devrim günlerinde meseleler konuşulduğu sırada hiç içmez veya pek az içerdi. Eski Osmanlı deyimiyle pek edepliydi.”

MUTLAKA KURU FASULYE VE PİLAV

Atatürk’ün akşam sofrasına gelmeden önce diğer öğünlerine de bir göz atalım. 1931-1935 arasında köşkün aşçılığını yapan Halit Atay’a göre kahvaltıda favori yemeği, iki yumurtalı beyaz peynirli omletti. Genellikle kahvaltısı çok sadeydi. Bir bardak soğuk ayran eşliğinde yediği bir dilim ekmek çoğu zaman güne başlaması için yeterli olurdu. Kahvaltıdan sonra koltuğuna çekilir, sigarasının eşliğinde sütlü kahvesini içerken gazeteleri okurdu. Atatürk koyu bir sigara tiryakisiydi. Günde üç pakete yakın sigara içtiği söylenir. Bu sigaralara da 15 fincan kahve eşlik ederdi.
Öğle yemekleri de kahvaltı kadar sadeydi. Genellikle kuru fasulyeyle pilav yerdi. En sevdiği yemek bu ikiliydi. Bu sevgisini “askerden kalma bir alışkanlık” diye açıklardı soranlara. Fasulyeyi her öğün yiyebilirdi. Gece yarısı, sabaha karşı, öğle ve akşam. Onun için mutfakta fasulye tenceresi eksik olmazdı. Arada bir de karnıyarığı veya etli taze bamyayı, pilavla karıştırarak yediği olurdu. Tabii yanında yoğurdu eksik etmezdi. Çok sık olmamakla birlikte arada bir ıspanaklı börek ısmarlardı. Bu börek ona annesini ve Selanik’teki çocukluğunu hatırlatırdı. Böreğin yanında mutlaka soğuk ayran içerdi.
Koca Atatürk, böylesine mütevazı bir damağa sahipti. Akşam sofrasıysa başlı başına bir olaydı. Bu masada her akşam düşünürler, yazarlar, sanatkârlar, bilim insanları, siyasetçiler, diplomatlar, yakın dostları yer alırdı. Bir de bu sofranın değişmeyen demirbaşları vardı: Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Hasan Cemil Çambel, Yunus Nadi, Hazım Onat, Necmi Dilmen, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Dr. Reşit Galip, İbrahim Grantay, Salih Bozok, Şükrü Kaya, Kılıç Ali bunlardan bazılarıydı.
Sofrayı şef garson İbrahim Ergüven hazırlardı. İşin en zor yanı buydu. Çünkü Atatürk sofra düzeni konusunda çok titizdi. Kılıç Ali onun bu titizliğini şöyle anlatıyordu: “Sofranın çok muntazam olmasını isterdi. Sofranın örtüsünde, tabaklarda, çatal bıçaklarda, bir çarpıklık olursa bizzat düzeltir; ondan sonra sofraya otururdu.”

AKŞAM SOFRALARI UZUN SÜRERDİ

Yazının Devamını Oku