Mehmet Yaşin

Gribin de çözümü mutfakta

2 Şubat 2014
Bana cehennem kâbusları gördüren, meğer son günlerde etrafı kasıp kavuran H3N2 grip virüsüymüş.

500 mg’lik iki parasetamolden sonra biraz gözümü açabildim. Parasetamolsüz formüllerin peşine düştüm

Hastalık haberim, grip salgını gibi hızla yayıldı. Dostlarım telefonla sağlık önerileri yağdırmaya başladılar. Refika Birgül, hemen ballı, bol karabiberli taze zencefil çayı önerdi. Gelen tavsiye telefonlarındaki ortak yemekse tavuk suyuna şehriye çorbasıydı. En çok hoşuma giden öneriyse duayen siyasetçi ve yazar
Kemal Anadol’dan geldi:
“At iki duble rakı, bak bakalım bir şeyin kalır mı!”
Ateşim biraz olsun gerileyip aklımın çarkları tekrar dönmeye başlayınca, kitaplarımın ve internetin derinlerinde, grip virüsünü yenmek için acı ilaçlar yerine, lezzetli yemekler yemenin daha faydalı olduğunu gördüm. Örneğin narın, kırmızı Maraş biberinin, Taşköprü sarmısağının, Adilcevaz’ın cevizinin, lahananın, Göynük’ün kızılcık tarhanasının, Marmaris balının, Amasya’nın kuru soğanının, Datça bademinin, ıhlamurun, Bozburun’un adaçayının, Bozcaada’nın kekiğinin bağışıklık sistemini kuvvetlendirdiğini öğrendim.
Daha sonra internette değerli araştırmacı Ömür Akkor ile karşılaştım. Türk mutfağında gribe iyi gelen yemekleri bulup çıkarmıştı. Biraz daha kendime gelince, bu listeyi önüme alıp, teker teker yapıp grip olan tanıdıklarıma göndereceğim. Eğer merak ediyorsanız, şimdilerde ateşim düştü, gözlerimin feri yerine geldi. Hele Kemal Anadol’un “iki tek at bir şeyin kalmaz” önerisini de uyguladıktan sonra, H3N2’den iyiden iyiye kurtulduğumu sanıyorum.

Şehriyeli tavuk suyu çorba - Türkiye mutfağı

Yazının Devamını Oku

Milli yemeğimizin kökü dışarıda

12 Ocak 2014
Mutfağımıza girişinin üstünden 200 yıl bile geçmeyen, başka ülkelerden satın aldığımız bu sebzeden yapılan yemeğin nasıl ‘milli’ olarak tanımlandığına akıl erdiremiyorum.

Bir zamanlar kurufasulye fakir fukaranın sofrasından hiç eksik olmazmış. Onun için nimetten sayılırmış. Etrafa gösteriş yapanlara, “kendini fasulye gibi nimetten sayıyor” derlermiş.
Yemek ve Kültür Dergisi’nin son sayısında, yazar Sermet Muhtar Alus fasulye hakkında şunları söylüyor: “Öteden beri Trabzon fasulyesi meşhurdur.” Ama yazar nedense Erzurum’un İspir kasabasında yetişen meşhur şeker fasulyesinden hiç söz etmemiş. Unutmuş muydu, yoksa o zamanlar bu fasulye cinsi bilinmiyor muydu anlayamadım.
Sermet Muhtar Alus’a göre, tiritli fasulyenin tadına doyum olmazdı. Tabağın altına, tereyağında iyice kızartılmış ekmek parçaları döşenir, onun üstüne kurufasulye konur, en üste de bol kırmızı biber ekilerek yenirdi. Babam ne zaman yemekte kurufasulye olsa, tiritle ilgili hep aynı anısını anlatırdı: Bir gün İsmet İnönü kışlaya gelmiş, askerlerle birlikte yemek yemiş. Önce yarım tayın ekmeğini tabağına doğrayıp, üstüne suyu bol fasulyeden koymuş ve kaşık kaşık götürmüş. Sonra da yanında oturan babama, bu yemeği çok sevdiğini söylemiş. Şimdi düşünüyorum da bu hikâyeyi defalarca dinlediğime göre, bizim evde de sık sık fasulye pişiyormuş. Kaynaklar, Atatürk’ün de en sevdiği yemeğin kurufasulye olduğunu öne sürüyor. Bulunduğu mekânların mutfaklarında sürekli fasulye tenceresi kaynarmış.
Gelelim şimdiki zamana. Fasulye artık varlıklı kesimin yemek masalarına terfi etti. Varlıksız kesimse haftada bire indirdi. Çünkü, bir kilosunun fiyatı 15 TL’ye yaklaştı. Yılda yüzde 60 fiyat artışıyla kırılması güç bir rekorun sahibi. Bunun nedenine değinmeden önce, fasulyenin milli yemeğimiz olup olmadığı tartışmasının içine dalmak lazım.
Kimileri kurufasulyenin Anadolulu olduğunu ileri sürüyor. Mevlana’nın Mesnevi’sinde adının geçmesini, Bodrum Tavşan Adası’nda yapılan kazılarda bulunan 1600 yaşındaki fasulye fosillerini buna kanıt gösteriyor. Ama dünyadaki yaygın inanış, bu sebzenin anayurdunun Amerika kıtası olduğu. Peru’da bulunan fasulye fosilleri 4 bin yıl öncesine ait.

YÜZDE 60’I İTHAL

Yılda tükettiğimiz 180-200 bin ton fasulyenin yüzde 60’ı ithal. Bize fasulye satan ülkelerin başında Arjantin geliyor. Fasulyesine kaşık salladığımız diğer ülkelerse Mısır ve Çin. Fiyat artışının nedeni de bu dışa bağımlılıktan kaynaklanıyor.

Yazının Devamını Oku

Mühim olan iç güzelliği

6 Ocak 2014
Kokoreçten paça çorbasına, yaprak ciğerden mumbar dolmasına, işkembeden Milano usulü beyin tavaya, sakatat tüketmeye doyamıyoruz.

Neden mi? Çünkü sakatat yemekleri olmasaydı, dünya mutfağı bu kadar lezzetli olmazdı

Bu yazıyı yazmak aklıma yeni yılın ilk saatlerinde, işkembe çorbasını kaşıklarken geldi. Kolesterolüm yüzünden sakatat yemekleri bana yasaktır. Ama bu yasağa sıkı sıkıya uyduğumu söyleyemem. Yeni yıla, duble tuzlama çorba, ardından ayıklanmış beyinli yarım baş yiyerek girmeyi âdet haline getirdim. Ayrıca Anadolu gezilerimde, lokantalarda, sabah kahvaltısında paça çorbası içmeyi de çok severim. Özellikle esnaf lokantalarında bu çorbanın tadı, insanın bütün salgı bezlerini harekete geçirecek kadar muhteşem olur. İnanmazsanız deneyin!
Sakatat yemekleri, hem dünya hem de İstanbul mutfağında çok önemli bir yer tutar. Bu yemeklerin başında tabii ki işkembe çorbası gelir. Bu çorbanın evde yapılanına ‘terbiyeli’ dışarıda yapılanına ‘çarşı işkembesi’ denir. Benim tercihim çarşı işkembesidir. Büyük büyük kesilmişine tuzlama, işkembenin damar kısmından yapılana da damardan çorba denir. Bu bölüm az olduğu için, daha çok hatırlı müşterilere saklanır.

SAKATATIN KRALİÇESİ CİĞER

Ciğere atlamadan önce iki şeyi vurgulamam gerekir. İşkembe çorbasının gerçek tadı, bol sirke, bol sarmısak ve kırmızı biberle ortaya çıkar. Bir de çorbayı ısmarlarken garsona, “kendi yağından da koymayı unutma” diye tembih etmek gerekir.
Ciğer, sakatatların kraliçesidir. Özellikle meyhanelerin en değerli yemeğidir. Ciğerin tavası en çok tüketilen çeşididir. Buna ‘Arnavutciğeri’ denir ama Arnavutluk’la alakası yoktur. 16. yüzyılda İstanbul’da bu işi yapıp, satanlar Arnavutlardı. Tava ciğerler, taneyle satılan en ucuz yiyecek olduğu için en çok fakir Arnavut işçiler tarafından tüketilirdi. Bu yüzden yemeğe, Arnavutciğeri adı takılmıştır. Tava ciğer hem sıcak hem de soğuk tüketilir. Yanına en çok soğan salatası yakışır.
Edirne’nin yaprak ciğerinin lezzeti de dillere destandır. Onun yanında da yağda kızartılmış kıtır kıtır kırmızı acı biber yenir. Ciğerin ayrıca yahnisi, çorbası, kebabı, sotesi, ızgarası, tiriti, pilavı da yapılır. Urfa ve Gaziantep’te, sabah namazından sonra ciğer kebabıyla kahvaltı yapma geleneği hâlâ sürmektedir.

Yazının Devamını Oku

Sizinki hangisi?

29 Aralık 2013
Yemeğin tadı tuzu soslar... Her mutfağınki kendine özel. Tatlı-ekşisi, ketçabı, acılısı, körisi... En sevdiğinizi yakından tanımak ister misiniz?

Çinliler, yemeklerini ekşi, tatlı, acı, gevrek ve tuzlu tatları içeren soslarla tatlandırırlar. Bu tatlar ayrı ayrı kullanıldığı gibi, birbirleriyle karıştırılarak da kullanılır. Bu karışımlardan en çok rağbet göreni tatlı-ekşi birlikteliğidir. Ayrıca, lotusçiçeği kökünden yapılan cips, kızarmış yosun, haşlanmış ve kızartılmış fıstık, taze bakla turşusu, susamlı ceviz, salatalık turşusu, kızarmış tatlı ceviz, ayva veya şeftali turşusu gibi keskin tatları içeren atıştırmalıkları, şarap ve çayın yanında yemeyi severler. Ayrıca, yemek masasına küçük tabaklarda Çin lahanası, arpacık soğanı, zencefil, karpuz, erik, hardal bitkisi yapraklarından yapılan sosları koymayı asla ihmal etmezler. Yani Çinliler, bir yemekte tüm tatları bir arada yemeyi tercih ederler.
Koreliler, masada ‘Kimçi’ olmazsa, yemeğin tadını alamazlar. Kimçi, bir çeşit acılı lahana turşusu. En rağbet edileni de köylerde yapılanı. Köy kadınları, lahanayı ince ince doğradıktan sonra, biber ve sirkeyle birlikte kavanozlara koyup toprağa gömer. Yaklaşık bir ay burada kalan lahana, daha sonra nefis bir turşuya dönüşür. Bu turşu deniz- yosunuyla yapılsa da Korelilerin en sevdiği Kimçi, lahanadan yapılanıdır. Ben de iflah olmaz bir Kimçi tutkunu olduğumu söyleyebilirim.
Hindistan, Sri Lanka ve Pakistan’daysa çeşitli baharatlarla yapılan köri sosu, yemeklerin vazgeçilmez eşlikçisidir. Oldukça acı olan bu sos ayrıca Jamaika mutfağının da baskın tadıdır. Pakistan’da kori sosuyla pişirilen tavuk, en geleneksel düğün yemeği. Yemen’de, yemeklerin yanında, üstüne acılı köri sosu sürülmüş ekmek dilimleri ikram edilir.
Fransız Polenezyası’nda, limon suyuyla yapılan çiğ balık sosu milli bir lezzettir. Büyük Okyanus’un cennet adalarından biri olan Mikronesya’da ise Wasabi sosu yemeklerin en sevilen eşlikçisidir. Aslı Japon olan bu sosu, Suşi severler iyi bilir, çünkü bu sos olmadan Suşi’nin tadı çıkmaz. Yeşil renkli bu sos, insanın burun direğini yakacak, gözlerden yaş getirecek kadar etkilidir. Wasabi, benim de sevdiğim bir lezzettir. Yeteri kadar acılı olmayan hardalların içine bir miktar Wasabi tozu katıp, onları göz yaşartacak hale getirmeye çalışırım. Okyanus’daysa yemeklere salamura balık sosu ve acı biber sosuyla karıştırılmış sebze ve pirinç eşlik eder. Singapurlular, kurutulmuş balık kafası, ananas ve yeşil soğanla yapılmış karışımı sofralarından eksik etmezler.

GARUM SOSU USKUMRU VE PALAMUTTAN YAPILIRDI

Japonlar, suşiyle Wasabi sosu ve zencefil turşusu yerler. Dilimlenip, sirkede bekletilen Kombu da pirinci tatlandırmada kullanılır. Kombu, Uzakdoğu mutfaklarının en sevilen yiyeceğidir. Denizde, özel halatların üstünde yetiştirilen bu yosunun, beşinci tadı (Umami) temsil ettiği söylenir. Japonların bir başka sosu da Miso’dur. Soyanın mayalanması sırasında elde edilen bu kahverengi macun da beşinci tadın en önemli temsilcisidir. Japonlar, miso sosuyla sebzeleri, özellikle balıkları tatlandırmayı çok severler. Miso sosu, özellikle Miso çorbası benim de favori lezzetlerimin arasındadır. Japonlar da pilava genellikle bayırturbu sosu ve tuzlu erik sos eşlik eder.
Beşinci tadı içeren bir başka sos ise Nouc Mam’dır. Uzakdoğu mutfaklarında, özellikle Vietnam mutfağında kullanılan bu sos, genellikle sardalye balığıyla yapılır. Fıçılarda, deniz suyu, deniz tuzu ve çeşitli baharatlarla salamura edilen balığın suyundan yapılan ve ağır bir kokusu olan bu sos, birçok yemeğin lezzetini arttırmakta kullanılır. Bu sosun yapılışına bakınca, Bizanslıların en sevdiği Garum sosu aklıma geldi. Bu sos da Marmara’da yakalanan uskumru veya palamutlardan aynı yöntemle yapılırdı.

Yazının Devamını Oku

İştah açan zindan

22 Aralık 2013
Bugün size bir zamanlar zindan olarak kullanılan hanın içindeki ‘Surplus’ restoranı anlatacağım. Gittim, yemekleri deneyimleyip manzaranın tadını çıkardım.

Bir zamanlar İstanbul’da, katilin, dolandırıcının, sahtekârın, zina yapanın hapsedildiği zindanın, asırlar sonra lüks bir restorana dönüşeceği kimin aklına gelirdi ki? Bahsettiğim yer, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Batı mimarisiyle inşa edilen hanların en büyüğü olan Zindan Hanı. En üst katında yer alan restoranın adı ise ‘Surplus.’
1877 yılının sonuna kadar hapishane olan han adını, bitişiğindeki ‘Baba Cafer’ zindanından almış. Müşterileriyse borçlarını ödeyemeyen müflis tüccarlar ve idama mahkûm olmuş yeniçerilermiş. Zindanın tek penceresinden akşama kadar devam eden haykırışlar, Eminönü’nde yankılanıp dururmuş. Acı acı haykıranlar mahkûm tüccarlarmış. Onlar, gelene geçene borçlarının ödenmesi için yalvarırmış. O günkü inanışa göre, bu zindandan borçlu kurtaranlar büyük sevap kazanırmış. Tüccarların umudu da seslerinin böylesine bir sevaba ihtiyacı olan birisi tarafından duyulmasıymış.
Zindan, 19’uncu yüzyılda bir ara bütünüyle kadın suçlulara ayrılmış. Burada yatan kadınların çoğu, fuhuş yaptıkları için mahalle baskınlarında yakalananlarmış.
Birçok gaddar istimlaktan kurtulmayı başaran Zindan Hanı, bugün Haliç’in hemen kıyısında, alt katları işyeri (çoğu kuyumcu), en üst katıysa lüks bir restoran olan, pembe renkli, şık bir binaya dönüşmüş. İşte bu haftaki konumuz, geçmişi zindan gibi karanlık, bu günleriyse hem lezzetli hem de aydınlık olan üst kattaki restoran olacak.

MÜTHİŞ İSTANBUL!

Restoranın kurucusu, ünlü şef Vedat Başaran. ‘Surplus’, kendini Türk mutfağına adamış olan şefin ilk gözağrısı değil. Çırağan Sarayı’ndaki Tuğra Restoran, Ortaköy’de Boğaz’ın hemen kıyısındaki Feriye Lokantası, Topkapı Sarayı’nın bahçesindeki Karakol Lokantası, Nuruosmaniye’de Armaggan mağazasının üst katındaki Nar Restoran Vedat Başaran’ın imzasını taşıyan mekânlar. Hepsinin ortak yanı, müthiş İstanbul manzarasının yanı sıra, mönülerinde Türk mutfağının en lezzetli yemeklerinin bulunması.
Manzara demişken, anlatmaya Surplus’ın manzarasından başlamam gerek. Restoranın her penceresinde başka bir görüntü mevcut. Örneğin, Haliç’e bakan tarafta oturuyorsanız, Süleymaniye, eski İstanbul, Şehzade Camii, Beyazıt Yangın Kulesi ilk göze çarpanlar. Aralarda görüntüye giren Tahtakale’nin dar sokakları ve ismi bilinmeyen hanlar da akşamın ıssızlığını yansıtıyor. Çünkü akşam olunca, buralardan el etek çekiliyor, koyu bir yalnızlık çöküyor.

Yazının Devamını Oku

İstanbul’dan Hatay’a yılbaşı keşifleri

16 Aralık 2013
Damağınızı şenlendirecek lezzet yolculukları Adrenalin patlaması yaşayacağınız maceralar Romantik alternatifler...

Haydi hareketlenin, yılbaşına ve yeni yılın ilk gününe bütün bir yıl hatırlayacağınız güzel anılar iliştirin. 2014’ün çok lezzetli olmasını diliyorum.

Karlarla kucaklaşın, beyazın tadını çıkarın

Yeni yıla, beyaz pistlerin üstünde kayarak girmek isteyenlere, klasik adreslerin dışında kalan birkaç mekân önereceğim. Örneğin Isparta’ya 25 kilometre uzaklıktaki Davraz Kayak Merkezi bunlardan biri. Dağın 1650 metre yüksekliğinde yer alan bu beyaz cennetin büyüleyici bir manzarası var. Çevrede bembeyaz dağlar, aşağıda turkuvaz renkli Eğirdir Gölü kayakçıları kendinden geçiriyor. Davraz’ın pistlerinde, manzara eşliğindeki romantik görüntülerle yeni yıla doğru akıp gitmek, insana çok değişik hisler yükleyecektir.
İzmit’in hemen yanı başında, Samanlı Dağları’ndaki Kartepe de, eski yılı uğurlayıp, yeni yılla kucaklaşmak için en iyi adreslerden biri olabilir. Hele gökyüzünde bulut yoksa, binlerce yıldızın altında, pistten kıvrıla kıvrıla inip, yıldızlara şampanya kaldırarak yeni yıla hoş geldin demek, anılarınızın en kıymetli parçalarından biri olacaktır.
Erzurum’un güneyinde, Palandöken Dağları’nın eteklerindeki pistlerden, Erzurum’u seyrederek aşağılara süzülmek, bir kayakçı için zevklerin en unutulmazlarından biri olabilir. Palandöken Kayak Merkezi, kayakçılara soğuk pistlerde sımsıcak anlar yaşatmakla ünlüdür. Uzun pistlerde yeni yıla doğru slalom yapmak kadar keyifli ne olabilir ki?
Ilgaz, Anadolu’nun en yüce dağlarından biridir. Ilgaz Milli Parkı içinde yer alan kayak merkezi, pistlerinde süzülen kayakçılara büyüleyici manzaralar sunar. Yeni yıla, yıldız yağmuru, ay ışığı seli altında bu pistlerde girmek, bir masal kadar inanılmaz olabilir.
Zirvede kış, aşağıda yaz. Bu olanağı bir tek Antalya’da, Bakırlı Dağları’nın kuzeye bakan yamaçlarındaki Saklıkent Kayak Merkezi’nde bulabilirsiniz. Burada yeni yılla sarmaş dolaş olmak, ömrünüze ömür katacaktır.

Yazının Devamını Oku

Muhteşem Süleyman’ın balığı

15 Aralık 2013
Karadenizliler kusura bakmasın, ne Osmanlı’da ne Cumhuriyet Türkiyesi’nde kimse hamsiyi balık yerine koymamış.

Karadenizlilerin baş tacı bu küçük balık, ne yazılara konu olmuş ne ziyafetlerin mönüsünde yer almış. Kelimenin tam anlamıyla yok sayılmış. Taa ki Sultan Süleyman’a kadar

Özellikle sarayda verilen yemeklerin mönülerini inceleyin. Baş köşede oturan balığın levrek olduğunu görürsünüz.
Özellikle mayonez soslu levrek en rağbet gören yemek. Onu kalkan, lüfer, uskumru, kırlangıç, dil, kılıç, torik balıkları izler. Gümüşbalığı bile birkaç mönüde ‘tava’ olarak yer almasına rağmen, bizim hamsiden hiç söz edilmez. Bu ‘aşırı lezzetli’ küçük balık varlıklı kesime kendini bir türlü sevdirememiş.
Hamsi’nin maruz kaldığı bu ‘haksızlığa’ değinmeden önce, biraz Osmanlı elitinin balık sevgisinden söz etmemiz gerekir. Bu konudaki en önemli kaynaklardan biri, Ali Eşref Dede’nin 1866 yılında yazdığı yemek risalesidir. Risalede, en sevilen yemeklerin başında mayonezli levrek, kalkan balığı külbastısı, kılıçbalığı yahnisi, balık güveci gelmektedir. Balığın yanı sıra istakoz, midye, tarak, istiridye gibi deniz mahsulleri de ziyafet sofralarının baş köşesinde yer almaktadırlar. Karadeniz gezilerimde, hamsinin bu bölge insanı için ne kadar kıymetli olduğuna defalarca şahit olmuşumdur. Hamsiye yan gözle bakmanın, onun lezzetine karşı çıkmanın, Karadenizliyi nasıl çileden çıkardığını iyi bilirim. Hatta bir lokantanın kapısında gördüğüm, “Hamsi var, balık da bulunur” yazısı, bu bölgede hamsinin balık sayılmadığının en güzel kanıtıydı. O, balıklar üstü bir varlıktı.

KILIÇTAKİ HAMSİ MOTİFİ

Bir keresinde Sürmene ilçesinde durmuştum. Burası Türkiye’de en kaliteli bıçakların üretildiği yerdi. Bunun sırrının peşine düşmüştüm. Bir imalathanede, bir bıçak ustası bunun nedenini şöyle açıklamıştı: “Biz dövdüğümüz çeliği, su yerine hamsi yağıyla soğutuyoruz. Onun için bu çelikle yaptığımız bıçaklar ustura gibi keskin oluyor…” Önce benimle dalga geçiyor sanmıştım ama büyük bidonun kapağını açınca etrafa yayılan koku, ustanın doğru söylediğini kanıtlıyordu. Yani bu bölgede hamsi, sadece karın
doyuran bir yemek değil, her işe yarayan bir hayvandı.

Yazının Devamını Oku

Yemek seksten daha önemlidir

12 Aralık 2013
İflah olmaz bir defter tutkunuyum. Yıl biterken vakit eski defterleri karıştırma vaktidir deyip karıştırdım.

Başlığı atarken de oraya aldığım notlardan, Balzac’ın sözlerinden esinlendim. Okuyacaklarınızın bir kısmı yeme-içmeyle ilgili karaladıklarımdan...

Aralık lezzetli bir aydır. Sebzesiyle, meyvesiyle yazı kıskandırır. Kar topu benzeri karnabahar, manav tezgâhlarının süsüdür. Kırmızı turp, yemyeşil roka, taze soğan, marul yan yana gelince bir natürmort tablo gibi görünür. Turuncu havuçlar, pırasalar, bütün yemeklerin anası patatesler, görüntüsüyle balığı çağrıştıran kırmızı soğan demetleri, yamru yumru ama çok lezzetli kerevizler, portakal, mandalina, sarı sarı ayvalar, kahverengi kestaneler. Bunlar kışın kasvetli görüntüsüne neşe saçan görüntüler. Hepsi lezzetli ama bence bu güzeller arasında lahananın yeri ayrıdır. Ne bereketli sebzedir. Kavanoza girer, turşu olur. Tencerede zeytinyağlı, etli sarmaya, acılı kapuskaya dönüşür. Zeytinyağlı lahana sarması en sevdiğim yemeklerin başında gelir. İstanbullu bir yemektir. Üstüne bir iki damla limon gezdirilince tadı daha da dayanılmaz olur.
Sarma kadar acılı kapuskayı da çok severim. Onu yerken, burnumun üstünde boncuk boncuk ter birikir. Benim için kış sofralarının üç yıldızlı yemeğidir. İyi yapılmış lahana turşusu da doyumsuz olur. Özellikle yahnilerin yanına çok yakışır. Lahana turşusunun suyunu düşünürken bile ağzım sulanır. Bu ekşili, acılı suyun hazmı kolaylaştırdığına inanırım.
Bir de lahana dolmasını severim. Bugün size onun tarifini vereceğim.
Orta büyüklükte bir lahanayı, tuzlu kaynar suda yedi-sekiz dakika haşlayın. Sonra soğuk suya tutun. Sap kısmını kesin. Mutfak tezgâhına nemli bir tülbent serin, üstüne yarım metre uzunluğunda dört adet ipi yıldız şeklinde yerleştirin. Lahanayı bu iplerin tam ortasına oturtun. Ortasındaki yaprakları çıkartın. Yaprakları ince ince kıyın. Yağlı koyun kıyması ve baharatlarla birlikte karıştırıp, bir iç hazırlayın. İçi lahananın ortasına doldurun. Dıştaki yaprakları kapatın. En üste kuzu gömleği koyun. İpleri lahananın üstünde düğümleyin. Tülbenti de bir torba haline getirip bağlayın. Bir tencerede bir miktar kuzu kuyruğu erittikten sonra, biraz zeytinyağı, 150 gram dilimlenmiş havuç, bir baş ince kıyılmış soğan ekleyin. Lahanayı tencereye yerleştirdikten sonra, üzerini kaplayacak kadar et suyu koyup kapağını kapatın. Bir iki taşım kaynadıktan sonra, önceden 200 dereceye kadar ısıtılmış fırına sürün. Bir buçuk saat pişirin sonra tülbentten çıkararak servis tabağına alın. Üstüne pişirme suyundan biraz gezdirin.

PARİS’TE SOFRANIN ŞATAFATI FAHİŞENİN TEK RAKİBİ

Balzac, taşradaki yemeklerin neden daha lezzetli olduğunu şöyle açıklıyor: “Taşrada yapılacak işlerin azlığı ve hayatın monotonluğu, zihni mutfak konusuyla uğraşmaya özendirir.” Balzac’a göre yemeğe para harcamak, aynı zamanda tutkuları tatmin etmenin bir yoluydu. Yemeğin burjuva için seksten bile daha önde gelen asıl zevk olduğunu söyleyen yazar, yemekle seks arasında şöyle bir bağlantı kurar: “Paris’te sofranın şatafatı, fahişenin tek rakibidir.”

İNSAN ÇATLAR!

Yazının Devamını Oku