Paylaş
İshak Paşa Sarayı’nı gezdim, taş işlemelerine hayran kaldım.
Kasım başı, Van’dan Doğubayazıt’a doğru gidiyorum. Siyah bulutlar yere yakın. Uzaklarda, bulutların arasından sıyrılan güneş, zirvelerdeki karların beyaz yalnızlığından yansıyor. O dağların arkasında İran var. Dağların rengi bu mevsimde boz olur. Yamaçlarda köyler görülüyor. Yalnız köyler. Evlerin önünde saman ve tezek yığınları yükselmiş. Refik Durbaş’ın dediği gibi, pervazına yalnızlığın tünediği pencerelerden loş ışıklar sızıyor. Otlaklardaki hayvanlar, kalan son yeşilliklerin peşinde. Bu görüntüleri özlemişim.
Çaldıran’dan bu ikinci geçişim. Ana caddeye ne kadar çok minibüs park etmiş. Pazar kurulmuş galiba. Kaldırımda, yan yana sıralanmış manavların önüne portakal, mandalina yığılmış.
ADEM İLE HAVVA’NIN İREM BAHÇELERİ
Çaldıran hakkında tek bildiğim, ‘Çaldıran Zaferi’. O da ortaokuldan kalan yarım yamalak tarih bilgisi. Çaldıran’dan ayrılırken karşıma birden Mars gezegeni çıkıyor sanki. Görüntü öyle. Göz alabildiğine küf yeşili renkli sivri kayalar. Tek ot yok. Asırlar öncesinde püskürtülmüş lavlar galiba bunlar.
Görüntü gittikçe yalnızlaşıyor. Burada dağlar, dağ gibi, zirveleri dumanlı. Gözüm Ağrı’yı arıyor. Eteklerini görüyorum ama yarı belinden ötesini bulutlar örtmüş. Saklanmış, göstermiyor kendini. Yeni gelin gibi mahcup. Belki de yüzgörümlüğü istiyor. Bulutların arkasında efsanelerin saklı olduğunu biliyorum. Nuh’un Gemisi’nin bu dağda karaya oturduğu efsanesini dünyada bilmeyen var mı? Adem ile Havva’nın yaşadığı İrem Bahçeleri’nin, dağın kuzeyindeki Aras Vadisi’nde olduğu masallarda anlatılmaz mı? Son bir şey: Ağrı, tüm dünyadaki dağların padişahı olan Kaf Dağı’nın yakın akrabasıdır ve onunla övünür.
Doğubayazıt, 9 yıl önce bıraktığım gibi. Caddeleri hâlâ çamurlu. Halbuki lüks cip sayısı daha da artmış. Zenginlik sokağa yansımamış anlaşılan.
Buranın sabahı çok erken oluyor. Ne demişler, “Güneş doğudan doğar”. Türkiye’de sabah önce burada oluyor. Güneşli bir gün. İshak Paşa Sarayı’na gidiyorum. Kentin tepesinde, bir kartal yuvası gibi. Yapımı tam 99 yıl sürmüş. Temelini Çolak Abdi Paşa attırmış. Paşa, bir savaşta sağ kolunu kaybettiği için ona çolak demişler. Et yiyemeyen, midesi hasta bir adam. Doğubayazıt’ta etten başka da yemek yok. Aşçılar paşaları ölmesin diye eti dövüp macun haline getirmişler, adına da ‘Abdigör Köftesi’ demişler. Altında pilav, üstünde köfte yörenin en meşhur yemeği olup çıkmış.
PADİŞAHI KISKANDIRDI
Hikâyeye devam edelim. Abdi Paşa’nın ömrü yetmemiş, sonra gelenler de sarayı bitirememiş. Ta ki aradan 99 yıl geçip, İshak Paşa buraya gelene kadar. Harabeden öyle güzel bir saray yapmış ki, dillere destan olmuş. Paşa, bu güzeller güzeli sarayın başına dert açacağını rüyasında bile görmemiş. Ama bu masal diyarında kader engellenemez. Günün birinde Paşa, İranlı elçiyi sarayında misafir etmiş. Elçi burayı o kadar beğenmiş ki, Topkapı Sarayı’na gittiğinde anlata anlata bitirememiş. Vay ki vay. Hikâyeyi duyan padişah küplere binmiş, paşanın azledilmesini buyurmuş.
Sarayın güzelliği anlatılırken, bu hikâye araya mutlaka sıkıştırılır. İster inanın ister inanmayın.
Saraya, Selçuklu mimarisinin izlerini taşıyan görkemli bir taç kapıdan giriliyor. 1877 Rus işgali sırasında yerinden sökülüp götürülen cümle kapısının, altın kaplama olduğu bir başka rivayet. Yapının duvarlarında, bitkisel öğelerin ağır bastığı taş bezemeler insanı hayran bırakıyor. İran, Selçuklu, Gürcistan ve Kafkas üslupları birbirinin içine geçip, yepyeni bir üslup olarak duvarlardaki yerini almış.
Sarayın çatısına çıkınca, yamacın eteklerinde bir fakirlik abidesi gibi uzanıp giden Doğubayazıt tastamam görünüyor. Sınır ticaretinin zayıflamasıyla kamyonlarını kaybeden yollar kimsesiz kalmış. Aşağıya bakarken kendimi Türkiye’nin içinde, Türkiye’den çok uzakta hissediyorum.
TARTIŞMALI METEOR ÇUKURU
Doğubayazıt, batıya çok uzaktır. Onun için güneş, gün bitmeden çekip gider. Akşam erken olur. Yerlisi değilseniz, doğuda akşamlar sıkıntılı geçer. Daha doğrusu hiç geçmez. Yapacak şey, gidecek yer yoktur. Doğu akşamlarında saniye, saniye, dakika, dakika ölür zaman.
Ertesi gün erkenden yola çıkıp, Gürbulak Sınır Kapısı’na doğru gidiyorum. Niyetim, İran’a el sallamak değil. Sınırın yanı başındaki meşhur Meteor Çukuru’nu görmek. Yol kaymak gibi asfalt. Otomobil uçar gibi ilerliyor. Yolun ortalarına doğru TIR kuyruğuna rastlıyorum. İki sıra halinde gidiş yolunu kapatmışlar. Mecburen geliş yoluna geçiyorum. Allah’tan İran’dan gelen yok. Bu TIR’ların işi zor. Bana göre bu kuyruk hiç bitmez.
Tam sınır kapısında, sağdaki ince yola sapıp, çukura doğru gidiyorum. Bir sınır karakolu, bir asker. Miğferini kum torbalarının üstüne bırakmış. Ehliyetimi alıyor, dönüşte geri verecek.
Biraz ilerisi İran. Hapşırsam, oradan birisi “çok yaşa” diyebilir. O kadar yakın. Ama kimse yok hapşırığımı duyacak. İşte çukur. Çapı 35, derinliği 60 metre. 1892’de düşen göktaşının yeryüzünde açtığı derin bir yara. Ama bazıları, oyunbozanlık yapıp, bunun bir mağma çöküntüsü olduğunu söylemiş. Doğubayazıtlılar ‘meteor çukuru’ dediklerine göre öyledir.
Saray Ağrı’dan saklanıyor
Görüntüsü sınırı aşan yüce Ağrı Dağı, İshak Paşa Sarayı’ndan görünmüyor. Söylenceler ülkesi olan Doğu’da, her şeyin bir öyküsü var. Saraydan Ağrı’nın görünmeyişinin öyküsü de şöyle anlatılıyor: “Paşanın kızı bir çobana âşık olmuş. Sabahtan akşama kadar yemeden içmeden, Ağrı’nın eteklerinde koyunlarını otlatan çobana bakar dururmuş. Duruma sinirlenen Paşa, ‘Bana öyle bir saray yapın ki, hiçbir yerinden dağ görünmesin’ demiş. Ustalar bu emir üzerine dağın görünmediği tek yeri bulup, sarayı inşa etmişler...”
Paylaş