Paylaş
Kasıma doğru, Bozburun civarına yalnızlık çöker. Biraz da yorgunluk. Kolay değil, koca bir sezonun kalabalığına, gürültüsüne, kaprisine, sıcağına dayanmak. Bu mevsimde kuşların sesi daha berraklaşır, daha neşe dolar. Bu neşenin kaynağı biraz da cilveleşmedir sanırım. Çünkü eş bulma zamanı gelip çatmıştır. Dişileri cezbetmek kuşlar için de zordur.
RIHTIMDA ÖĞLE RAKISI
Bu mevsimde Selimiye’de öğle rakısı içmeyi severim. Açık lokanta sayısı çok az olur. Hangisine rastlarsam onda demir atarım. Bu kez Aurora’nın rıhtımına yanaştım. İskeledeki iki masadan birine oturdum. Ufak ufak mezeler geldi. 12 saat limon suyunda bekleyen pırasaya bayıldım. Güneş sırtımı ısıtınca, bir kediye dönüşüp mırıl mırıl mırıldandım. Kefal yavrularına ekmek attım, yemediler. Bir teknenin kıçtan kara olmasını seyrettim. İnsafsız bir yazlıkçının terk ettiği köpeği sevdim. Denizin mavisine, rüzgarın önünde sürüklenen bulutlara, birbiri üstüne binmiş dağ siluetlerine baktım. Bir duble rakıya ancak bunları sığdırabildim.
Sonra sahilde yavaş yavaş yürüdüm. İnsanların yavaş yürüdükleri zaman daha fazla şey gördüklerine inanırım. Bir o yana bir bu yana koşuşturan turistlerin geziden bir şey anlamadıkları kanısındayım. Eğer Selimiye sahilinde yavaş yürümeseydim, gri papağanın öyküsünü dinleyemecektim. Kızıl saçlı sahibesi onu bir köpeğin saldırısından kurtarmış. Sonra can yoldaşı olmuşlar. Şimdilik konuşmuyormuş ama eli kulağındaymış.
Sonra iguanalı çocuğu gördüm. Dev kertenkeleyi, sevgiyle okşayan çocuğun gözlerindeki mutluluğu okudum. Biraz ileride, iki iskemle arasına gerdiği ağı onaran balıkçıyı seyrettim. Kavga eden kedi ile köpeği ayırdım. Bir kaç tanıyana selam verdim, selam aldım. Kasım yaklaşırken detaylara daha çok takıldığımı fark ettim. Bu aylarda insanın “zaman katili” olduğuna karar verdim. Zamanı, seyrede seyrede, yavaş yavaş öldürdüğümün farkındaydım. Sonbaharda bu cinayeti hep işliyordum. Hem de yıllardan beri.
Bu mevsimde öğle rakısı sonrasındaki şekerlemenin keyfi hiç bir şeyde yoktur. Onun için bir acele Selimiye’den Amos’taki eve döndüm. Elime bir kitap alıp (hangisi olduğu önemli değil, nasıl olsa okunmayacak) terastaki şezlonga uzandım. Kasıma doğru gölgeler üşütür, onun için battaniyeye sıkı sıkı sarıldım. Kitabı açtım, okur gibi yapıp, gözlerimi kandırdım. Kısa bir süre sonra gözkapaklarım yavaş yavaş kapandı. Sonrasında hatırlayamadığım rüyalar devreye girdi. Gözümü açtığımda güneş tepeyi aşıp, Datça’ya doğru alçalmaya başlamıştı. Kasım güneşi acelecidir, hemen kaçıp gitmek ister. Ayılmak için koyu bir kahveden yardım istedim. Gece, kıyıya inip, Aksaz’a doğru uzanan yakamozları seyrettim. Bir puhu kuşu öttü, uzaktan yaban domuzu homurtusu geldi, bir balık sıçradı. Gün bu seslerle bitti...
Taşlıca’da düğün yemeğini erkekler pişirir
Taşlıca köyünün erkeklerinin çok marifetli olduğunu, düğünlerde, mevlitlerde yemekleri bu erkek aşçıların pişirdiğini öğrenmiştim. Bana bu bilgiyi veren dostum köyün yemeklerini de şöyle sıralamıştı: Ciğer kavurma, paça çorbası, imambayıldı, ot ekşilemesi, ot kavurması, sarmısaklı kıymalı makarna, bakla kavurması, taze fasulye salatası… Ayrıca Taşlıca’nın keçi peynirinin çok lezzetli olduğunu da eklemişti. Düğüne rastlamadığım için erkek aşçıların marifetini göremedim. Peynir için sorup soruşturdum, Çoban Mehmet’in kapısını çaldım. Çoban öylesine yüksek bir fiyat söyledi ki, göz göre göre kazıklanmak istemedim, eli boş döndüm. Ama peyniri aklıma taktım.
Deniz Kızı’nda lagoz ızgara
Ertesi gün çayımı, Bayır köyündeki asırlık çınarın altında içtim. Sonra Bozburun’a gittim. Rüzgar denizi buruşturmuştu. Beyaz köpüklü küçük dalgaların altında bir ahtapot gördüm. Korkusuzca av arıyordu. Sonra Söğüt’e giden yola saptım. Kıvrımlı yolun manzarası muhteşemdi. Küçük adalar ve uzakta hayal meyal Datça Yarımadası ve Simi. Güneş tam karşıdan geliyordu ve deniz, pullu gelin duvağı gibi pırıl pırıl parlıyordu.
SİMİ ADASI PUSUN ARDINA SAKLANMIŞ
Bayır’dan sonra döne dolaşa Söğüt köyüne gittim. Eski adı Saranda olan köyün görüntüsüne bir kez daha kapılıp gittim: Karşıda günün her saatinde rengi değişen adalar, kıyıya doğru turkuvaza çalan lacivert bir deniz, aralarında kırmızı damların göründüğü portakal, mandalina bahçeleri.
Karnım iyiden iyiye acıkınca kıyıdaki Cumhuriyet Mahallesi’ne indim. Orada, Deniz Kızı’nda yemek yemeyi aklıma koymuştum yola çıkarken. Lokantanın sahibi ve tek aşçısı Muhammed, yarımadada balığı en iyi pişiren ustaydı. Daha önce uğradığım için yemeklerin tadını biliyordum. Biraz meze, bir porsiyon lağos ızgara, bol soğanlı domates salatasıyla ziyafet masamı kurdum.
Karşıda Simi Adası, pusun arkasına gizlenmiş, beni seyrediyordu...
Yemekten sonra, Bozburun’un gözlerden en uzakta olan köyü Taşlıca’ya doğru otomobilimi sürdüm. Yükseklerden giden yol öylesine doyumsuz manzaralara sahipti ki, durup kalkmaktan ilerlemekte zorlandım. Köye yaklaşırken, dere tepe her yerin irili ufaklı taşlarla kaplandığını gördüm. Boz taşların altından bir karış bile toprak görünmüyordu. Ama inatçı zeytin, badem, incir ağaçları taşlara aldırmadan topraktan yükselmişlerdi. Taşların arasında, yazın mor çiçekler açan sarı dikenler vardı.
Sonra Bozburun’un en ucuna, Serçe Limanı’na doğru direksiyonu kıvırdım. Issız bir yoldu. Bir ağaç gölgesine sığınan inek ve danalar, yolu kapatmışlardı. Onları güç bela kovalayıp arabaya yol açtım. İnekler daha inatçı çıktı.
Serçe Limanı, pırıl pırıl denizi, en sert rüzgara bile karşı koyan korunaklı limanı ile mavi yolculuk yapan teknelerin güvendekleri bir sığınaktı. Kasımı karşılayan liman sessizdi. Uzakta bir kaç tekne demirlemiş, kıyıya da balıkçılar bağlanmıştı. Burada, yıllarını denize vermiş başörtülü birkaç kadın balıkçıya rastladım. Denizden boş çıkan ağlarını temizliyordu. Denizin artık cimrileştiğinden yakındı. “Denizi kim tüketti” diye sormadım.
Kıyıdaki lokantada bir çay içmek istedim ama içeri giremedim. Kapı kapalıydı. Bağırıp çağırmam fayda etmedi.
Dönüş yolunda yörenin en bereketli köyü Turgutlu’ya uğradım. Bahçeleri zeytin, portakal, mandalina, limon, badem, incir, ceviz, dut, nar, muz ve okaliptus ağaçlarıyla süslenmiş Turgut, Marmaris civarının en yeşil köylerinden biriydi. Buradaki bir kahvede buz gibi bir limonata içip, yeşille selamlaştım.
Orhaniye, Hisarönü derken aceleci güneş dağların arkasında kaybolmaya başladı. Turunç göründüğünde gün akşam olmuştu bile. Tepede durup, batan güneşin ışıklarıyla menevişleşmiş denizi seyrettim.
Kasıma doğru güneyi daha çok sevdiğimi bir kez daha anladım.
Paylaş