Her zaman yaptığı gibi birleştirici olmaktan çok uzaktı.Taksim gösterilerine katılan AKP’lilere de kızdı, “Bu onu temize çıkarmıyor ki. Kişi arkadaşının dinindendir. Kişi sevdikleriyle beraberdir. Bütün vaka budur”.“yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevdiğini” dilinden düşürmeyen bir insanın, bu iki kavram arasındaki çelişkiyi de bir oturup düşünmesinde yarar var bence.
Geçen gün AKP’nin genişletilmiş il başkanları toplantısında konuşurken de şöyle söyledi:
“Reyhanlı olayları değerli kardeşlerim, sıradan bir olay değildi. Reyhanlı’da dikkat edilirse 53 Sünni vatandaşımız ne yazık ki şehit edildi”.Bunu nereden biliyordu? Olayla ilgili araştırma yapan güvenlik güçleri başka şeylerin yanında bu konuyu da mı araştırıp raporlarına eklediler ki böyle kesin konuşuyor?
Biliyoruz ki o gün o alçak saldırıda hayatlarını kaybeden o talihsiz insanların ortak özelliği dinleri ya da mezhepleri değildi.
O anda, orada bulunmak dışında ortak özellikleri yoktu.
Hain bir tuzağın kurbanı oldular ve şimdi onların cesetleri üzerinden mezhep siyaseti geliştirmeye çalışan bir siyasetçinin elinde bir kez daha kurban ediliyorlar.Başbakan polisin dayağına, gazına, plastik mermisine rağmen sokaklarda olan insanların en çok bu tavrı nedeniyle orada olduklarını hâlâ anlayamamış.
“Dünyanın hiçbir yerinde böyle başbakan göremezler”.Doğrusu bu sözü hoşuma gitti ve kişisel görüşüm de bu yönde. Ancak ben bu söze küçük bir ekleme yapmak isterim, cümleyi şöyle kurmak daha doğru olurdu:
“Dünyanın demokratik hiçbir yerinde böyle başbakan göremezler”.Evet, göremezler çünkü dünyanın demokratik ülkelerinde başbakanlar ülkeyi yönetmeye çalışırlar, karşılarına halkın öteki yarısını alıp kavga etmezler.
“Çoğunlukçu” olmanın demokrat olmaya yetmediğini, çoğulcu bir toplumu yönettiklerini bilirler, içlerinden sinir de olsalar başka fikirlerin sahiplerini dinlemeye gayret ederler.
Demokratik ülkelerin başbakanları “Dinimizin emrini yerine getiriyoruz” diye içki yasakları da getirmezler, bilirler ki herkesin inancı kendinedir, devlet ona karışmaz, karışamaz.
Zaten demokratik bir ülkede başbakan olsan da olmasan da başkalarının hayat biçimlerine karışmak insanın aklına bile gelmez.
Ülkelerinin tarihlerinde önemli işler başarmış, “kurucu” sıfatı da taşıyan tarihsel kişiliklere de “ayyaş” diye hakaret etmezler.Mesela Fransa’da, İtalya’da, Almanya’da başbakanlar can sıkıntılarını gidermek için ofislerinin penceresinden dışarıyı seyrederken, vapurlardan, otobüslerden, metrodan vs. inen kadınların, kızların kıyafetlerini incelemezler. Dekoltelerine, eteklerinin kısalığına yoğunlaşmazlar.Bu tür ülkelerde başbakanlar iktidarları döneminde biber gazı tüketiminin on misli, yirmi misli artmasının nedenlerini tartışırlar, düşünürler. Bu ayıpla siyaset yapamayacaklarını bilirler.Yalandan medet ummazlar, dinine bağlı temiz insanları tahrik etmek için “Kilisede bira içtiler” yalanlarını ortaya atmazlar.
Demokratik ülkelerin başbakanları her konunun uzmanı olmadıklarının farkındadırlar.
Çerkezoğlu Başbakan’a önce şunları söylemiş: “Sayın Başbakan, haftalar geçmiş, insanlar sokağa dökülmüş, 4 kişi ölmüş. Anneler sokaklara inmiş. Bu kadar insan gece–gündüz sokaklarda size bir şeyler söylüyor. Bunları konuşmamız gerekmez mi? Bu artık sosyolojik, toplumsal bir olaydır. Bu sadece mimari bir mesele değildir”.
Bunun üzerine Başbakan sinirlenmiş ve sesini yükselterek şunları söylemiş: “Siz kim oluyorsunuz da bize sosyoloji öğretiyorsunuz? Biz sosyolojiyi de psikolojiyi de biliriz. Haddinize mi bize bunları söylemek?”Çerkezoğlu, “Bunu konuşalım diyoruz” diye yanıt vermeye çalışmış ama bu girişimi Başbakan’ın tepesinin tasını da attırmış. Koltuğundan ayağa kalkmış ve tepkisini öyle sürdürmüş. Çerkezoğlu “Böyle tepki gösterirseniz çözemeyiz” deyince de film kopmuş. Başbakan, “Haddinizi bilin, sizin haddinize mi bize sosyoloji öğretmek’ diye devam etmiş. Adamları Başbakan’ı sakinleştirmeye çalışmışlar ama işe yaramamış. Çerkezoğlu anlatıyor: “Sümeyye Erdoğan, babasının yanına geldi ve onu odadan çıkarttı. Başbakan’ın toplantıyı terk etmesinin ardından bizimle kalan Hüseyin Çelik’le birlikte 15 dakika daha orada kaldık. Herkes şoktaydı”. Evet, böyle bir olayla karşılaşan herkesin şoke olması normal ama bu mesele zaten bir boyutuyla da psikolojinin alanına giren bir olaya dönüşmüş görünüyor.
Geçen hafta Dublin’deki Trinity Üniversitesi psikoloji hocalarından Dr. Ian Robertson, ünlü Huffington Post haber sitesi için yazdığı bir yazıda buna işaret ediyor. Robertson’a göre “Başarı ve güç, beyin üzerinde uyuşturucu gibi uzun süreli etkiler bırakıyor”!Robertson, Erdoğan’ın, eski İngiliz başbakanları Thatcher ve Blair için kullanılan “kibir sendromuna” yakalanmış olabileceğini düşünüyor.
Hastalığın belirtileri şöyleymiş: “Narsist bakış açısı, kendi çıkarlarıyla milletinkini bir görmesi, kendi yargılarına aşırı güven, başkalarının tavsiyelerine ve eleştirilerine katlanamama, siyasi ya da yasal kurumlar yerine Tanrı veya tarihe hesap verme isteği, gerçeklikle bağlantının kopması, sorunlara karşı kibirli yaklaşım”.
Bana tanıdık geldi bu belirtiler, acil şifalar dilememiz hepimizin rahat ve huzuru için gereklidir diye düşünüyorum.
Başbakan’da bu belirtiler uzun süredir var. DİSK Genel Sekreteri’nin bir küçük sözüne bunca sinirlenip, sakinleşmekte zorlanması da bunun bir başka boyutu. “Taksim’in orta yerine bir AVM yapacağım” diye yola çıkıp, günlerce bağırdı, çağırdı ve sonunda insanların bir bölümünün sabrını taşırdı.
Bunun üzerine daha önce sokağa çıkanları sindirmek için çokça kullandığı yöntemi kullanmaya kalktı; polisini, biber gazını, TOMA’sını halkın üzerine saldı ama bu kez beklemediği bir şey ile karşılaştı.
Bu aynı zamanda bütün bu süreç boyunca devlet yetkililerinden en çok duyduğumuz söz de oldu.
Meydanlara çıkanlar, sokaklara dökülenler için kullanıldı: Bunlar marjinal gruplar!Irkçılığı eleştirmek için hazırlanmış bir poster var, kırmızı bir duvarın önünde iki Afrikalı çocuk görünüyor, duvarın üstünde şu sözlerin İngilizcesi yazılmış:
“Hepiniz gülüyorsunuz, çünkü farklıyım. Ben gülüyorum çünkü hepiniz aynısınız”.“Marjinaller” için de uygun olabilecek bir söz bu.
Devlet büyüklerimizin “marjinalleri” kötülemeleri yeni değil.
Kenan Evren ile Recep Tayyip Erdoğan’ın buluştukları bir noktadır.Toplumları tek tip insanlardan oluşturmak, o insanları “yetiştirmek” gelmiş geçmiş, yerli yabancı her otoriter liderin rüyasıdır zaten.
Herkesin “aynı” olmakla kalmayıp, kendileri gibi düşünmelerini isterler, bunun dışına çıkanlar ya “bir avuç marjinal”dir ya da günün moda deyimiyle çapulcu.Oysa insanlığın ilerlemesini de onlara borçluyuzdur.
Kimsenin aklına gelmeyen onların aklına gelir, kimsenin cesaret edemeyeceği şeyleri onlar yapar.
Bu örneği kullanıyorlar, bunun üzerinden Gezi eylemlerine katılan herkesi suçluyorlar.
Polis, söz konusu kadına saldıran ve dövmeye kalkışan hayvanların (evet bu köşede böyle kelimeler okumaya alışkın değilsiniz ama başka tanım bulamıyorum) kimler olduklarını kolayca bulup savcılığa teslim edebilir. Bunca MOBESE kamerası ne işe yarıyor ve bunu kolayca yapabildiklerini de daha önceki örneklerden biliyoruz.
Bu ülkede, Gezi protestoları nedeniyle şiddete uğrayan tek kişi de bu hanım değil tabii.Ama ne Başbakan’dan ne de yandaşlarından diğer şiddet kurbanları ile ilgili herhangi bir söz duymuyoruz.Bunu kınamadıkları gibi, bu nedenle üzüntü duyduklarını bile duymadık.Saçlarından sürüklenen genç kızlar için, yerde tekmelerle dövülen delikanlılar için, gaz fişeği ile hedef gözetilerek vurulanlar için, tekerlekli sandalyesinde TOMA’nın hedefi olanlar için ağızlarını açıp bir kelime söylemiyorlar.
Metroda bir grubun bıçaklı saldırısına uğrayan genç için de konuşmadılar. Metronun güvenlik kameraları çalışmıyor mu ki bu saldırganlar tespit edilemiyor?
Başbakan’ın Ankara mitinginde Bergüzar Korel’e ve Halit Ergenç’e hakaret eden pankartı taşıyan için de bir şey söylemediler.
Bir kadının onurunun çiğnenmesi için mutlaka dayak yemiş olması mı gerekiyor?“Herkesin Başbakanı” olmak, herkesin hakkını savunmak, şiddete uğrayan herkes için üzülmek anlamına da gelir.
Vatandaşlarının bir bölümünün şiddet görmesini “Oh olsun” edasıyla karşılamak demokratik bir toplumun liderinin tavrı olamaz. Bu tavır olsa olsa diktatörlere yakışır!
Türk usulü siyasetin fotoğrafı
Kusura bakmak zorundayım.
İki nedenle:
1– Partisini kurup seçmenden oy istemeye başladığı günden beri “değiştiğini”, üzerindeki eski “Milli Görüş” gömleğini çıkarıp yenisini giydiğini söylüyordu. Aklına Erdoğan ideolojisindeki bir partiye oy vermek gelmeyecek insanları değiştiğine inandırdı, şimdi çıkmış
“Değişmem” diyor!
Başbakan’a göre “art niyetli medya”nın olayları “yanlış” aktarması nedeniyle yatırımcı ürkmüş vs.
Başbakan ve olayların başladığı günden bu yana medya üzerinde baskı uygulayan adamları zannediyorlardı ki olaylar gazetelere haber olmasa, televizyonlarda yayınlanmasa kimsenin haberi olmayacak. Kimsenin haberi olmayınca da istedikleri gibi bir şiddet uygulayarak göstericileri bastırıp, sindirebilecekler.
Dünyanın demokratik olmayan diğer ülkelerindeki yöneticiler de böyle düşünürler zaten.Onlar da zannederler ki medyaya uygulanacak baskı ve sansür, geniş kitlelerin olup bitenlerden haberdar olmasını önler, onlar da iktidarlarını huzur içinde sürdürürler.
Uluslararası kamuoyunun da tek haber kaynağı yerel medyadır, onları sustururlarsa dünyanın da olup bitenleri öğrenemeyeceğini zannederler.
Bugün Türkiye’de medyanın susturulma çabasının, bütün medyayı hükümetin kontrol etme isteğinin nedeni budur.
Demokratik bir toplumda medyayı kullanarak her şeyi istedikleri gibi güllük gülistanlık gösterebileceklerini zannediyorlar ama yanılıyorlar.Hükümet, özgür medya ile bir arada yaşamaya kendisini alıştırmak zorunda.
Unutmamalılar ki fısıltı gazetesi denen ve her türlü manipülasyona açık iletişim sistemini artık teknoloji de destekliyor, sosyal medya ne sınır tanıyor, ne sansür.
“Artık bu eylemlere bir son verilmesini özellikle rica ediyorum. Bir derdiniz varsa belediye başkanıma, valime gidersiniz. Temsilci seçersiniz, ben dahil kabul ederim. Bunların hiçbiri değil de başka yollara başvurursanız, aynı şekilde devam ederseniz, kusura bakmayın anladığınız dilden konuşmak zorunda kalırım. Çünkü sabrın da bir sonu vardır”.Gezi Parkı’ndaki eylemcileri temsilen bir heyet Başbakan Yardımcısı’yla görüştü. Cumhurbaşkanı bu eylemlerle ilgili olarak Barolar Birliği’nden tutun da esnaf temsilcilerine kadar birçok kişiyle görüştü.
Bu iki makamdan yapılan yatıştırıcı nitelikteki açıklamaları yok sayıp, olayın üzerine körükle giden de Başbakan’dan başkası değildi, önce bunu bir hatırlamış olalım. Başbakan’ın “Anladığınız dilden konuşurum” sözleri, hareketin şiddetle sonlandırılacağı tehdidini içeriyor, yoksa neden böyle bir şey desin ki?
Baştan söyleyeyim ki onlar bu dilden anlamazlar.Meydanlara çıkanlar hot zottan, nobran bir tavırla azarlanmaktan, yok sayılmaktan, dikkate alınmamaktan bıktıkları için oradalar.Başbakan’ın danışmanları biraz akıllı olup, o meydanda bir tur atıp, orada toplananların nasıl insanlar olduklarını anlayabilecek çapta olsalardı, bu aklı da ona vermezlerdi. Meydanlarda toplananlar hayatlarına karışılmamasını, yok sayılmamalarını, saygı görmeyi, yaşadıkları çevre ve kentle ilgili söz haklarının olmasını istiyorlar.
Sorunumuz Başbakan’ın onların konuştuğu dili anlayamıyor olmasıdır.
Meydanlar nasıl sakinleşecek?
BAŞBAKAN hâlâ memlekete kaç ağaç diktiğinden, çevreyi nasıl koruduğundan söz ediyor ama ihmal ettiği bir şey var ki Gezi Parkı direnişi ile başlayan eylemler artık ağaçların boyunu çok aştı.Başbakan ağaçlar yüzünden ormanı göremiyor, onun için de sağlıklı bir çıkış yolu bulamıyor, şiddetten söz ediyor, destek mitingleri düzenlemek peşinde koşuyor. Evet, protesto orada başladı, polisin aşırı güç kullanımı nedeniyle bir öfke patlamasına dönüştü ama artık o noktayı geçtik.
Meydanlardaki insanların temel isteği şu: Hayatıma karışma, kendi değer yargılarını üstün görüp beni yargılama, çoğulcu bir demokrasinin kurumlarını yerleştirmeye çalış, başka fikirlere, yaşam biçimlerine saygı duy!Bu insanları bunca yıllık AKP iktidarından sonra sokağa çıkmaya ve direnmeye yönelten şey bir yandan AKP iktidarının nobranlığı ise diğer yandan kendilerini temsile layık bir siyasal hareket de göremiyor olmalarıdır.