Paylaş
Öyle bir ülkede nasıl yaşayabilirdim, bilemiyorum. Büyük olasılıkla, müzik dinlemeyi isteyecek kadar hayatta kalmam da zor olurdu.
Daha önce yazmıştım sanırım, ben müziksiz yaşayamayan tiplerdenim.
Sabah dilimde bir melodi ile uyanırım, her türden olabilir, bazılarının sözlerini bilmem ama melodiyi mırıldanırım.
Acıklı, neşeli, şikâyetçi, isyancı olabilir bu melodi, ruh durumumu hiç etkilemez.
Neşeliysem acıklı şarkı bile bana neşe verir, o gün ters tarafımdan kalktıysam en neşeli şarkıda bile sinirlenecek bir yön bulabilirim.
Böyle olduğum için sanırım herkesin de kendisine ait bir iç melodi ile uyandığını düşünürdüm.
Cümleyi geçmiş zamanda kurdum çünkü dün sabah Barcelona Üniversitesi’nden Josep Marco–Pallares’in yaptığı bir araştırma ile ilgili haberi Geo dergisinin ekim sayısında okudum.
Marco–Pallares ve arkadaşlarının yaptığı bir araştırma, bazı insanlarda müziğin hiçbir etkisinin olmadığını ortaya koyuyor.
Üzüntü, sevinç, iğrenme, coşku, hüzün, melankoli gibi insanları diğer canlılardan ayıran temel duygulardan söz ediyorum.
Bir grup denek üzerinde yapılan bir dizi psikolojik ve fizyolojik testler gösteriyor ki bazı insanlarda bir “kör nokta” var ve o insanlar müzikten hiçbir şekilde etkilenmiyorlar, ilgi duymuyorlar, hatta duymuyorlar bile.
Araştırmacılar bu tipleri “müzikal antihedonist” olarak tanımlıyorlar.
Bu insanlar cinsellik, maddi kazanç, kavga gibi uyarıcılara herkes gibi doğal tepkiler veriyorlar ama müziğe asla!
Dünya nüfusunun yüzde 2–3’lük bölümünün böyle olduğu da tahmin ediliyormuş.
Acaba IŞİD ve Taliban yöneticileri bu tür “müzikal antihedonistler” arasından mı çıkıyor diye düşünmedim de değil.
Araştırma nöronal algılamada yeni bilgilere ulaşmayı hedefliyor ama bakarsınız günün birinde psikopolitik alanlarda da kullanılacak sonuçlar verebilir.
Yıllar önce seyrettiğim bir dizide halüsinasyonlar görmeye başlayan dizi kahramanına, psikiyatrı kendisine bir “fon şarkısı” edinmesini öneriyordu.
Kendisini güçsüz ve mağlup hissettiği günün herhangi bir anında beyninin içinde çalacak ve yeniden yaşamın güçlüklerine direnme gücü kazanmasını sağlayacak bir “fon müziği”!
Senaryo olsun diye kurgulanmış bir tavsiye miydi, yoksa psikiyatrlar insanlara böyle şeyleri gerçekten öneriyorlar mı, bilemeyeceğim.
Ama düşününce yararı olmasa bile hiçbir zararının olmayacağını tahmin edebiliyorum.
Dizinin kahramanı “aşk acısı” çeken bir tipti, o yüzden kendisine bir aşk şarkısı seçmesini önermişti!
O da bir aşk şarkısı seçmişti kendisine ama öyle ağır, ağdalı insana terk edildiğini hatırlatacak “damar” bir şarkı değil, tam tersine neşeli, aşkın insana yaşam enerjisi verdiğini yeniden çağrıştıracak bir şarkı.
Böylece terk edilmenin üzüntüsüyle yaşamaktan bezdiği her an o neşeli şarkıyı hatırlıyor ve yeniden yaşama gücü kazanıyordu.
Tabii “müzikal antihedonistler” için bu konuda yapacak bir şey yok, onlar kendi acılarıyla baş etmek için bir şarkı tutamazlar.
Düşündüm de alaturka şarkılarımızın hatta pop şarkılarımızın çoğunluğu da böyle bir iş için uygun sayılmaz.
Şarkılarımızın çoğu bitmiş bir aşkın ardından düzülmüş ağıtlar gibi.
Ses dalgalarının asla kaybolmadığını, uzayın boşluğuna doğru ama elbette giderek zayıflayarak yayılmaya devam ettiğini okumuştum bir yerlerde.
Eğer Einstein’ın dediği gibi “Tanrı evrenle barbut oynamadıysa”, uzaklarda bir yerlerde bize benzeyen ya da tamamen benzemese bile gelişmiş medeniyetler kurmuş olan canlılar olmalı.
Bu ses dalgalarını yakalayıp çözümleyerek anlamaya ve uzayın bir başka ucunda yaşayan Türklerin nasıl yaratıklar olduğunu çıkarsamaya çalıştılarsa, hakkımızdaki fikirleri hiç iyi olmamalı.
Bir kere ilk tespiti şu olurdu: Türkler, kolayca âşık olabiliyorlar ama sadakat ve tekeşlilik konusunda problemleri var.
Acımasızlar. Âşık adamı ya da kadını kolayca bırakıp, kapıyı çekip çıkabiliyorlar.
Adam (ya da kadın) ne diller döküyor, giden sevgili geri gelsin de ona sadece bir bakış atsın diye ama tınmıyorlar bile.
Ve kesin teşhis: Terk edilen âşıklar olmasaydı, Türkiye’de müzik de olmayacaktı!
Biliyorsunuz, çiftlerin birbirlerine sevgiyle bağlanmalarını sağlayan bir hormon var, adı “oksitosin”!
Bütün şarkılar terk edilen aşıklardan söz ettiğine göre bizim “oksitosin” salgılamamızda bir sorun olsa gerek.
Bu da ne yazık ki sabahları kahvaltıdan sonra yiyeceğiniz bir kaşık bal ya da ne bileyim kuru fasulyenin üzerine dökülecek bir tutam kırmızı pul biber gibi yiyeceklerle kazanılabilen bir şey değil.
Bunun salgılanması ancak “yakın temas” ile mümkün olabiliyor.
Birbirine yapışık gibi sürekli “muck muck” yaşayan, durduk yerde birbirine sarılan, sevgilisi yanından geçerken bir makas alan insanlar bunu kolayca salgılayabiliyorlar.
Mesela “Eşim çok horluyor” diye yatağını ayıran çiftlerde bu hormonun salgılanmasının da azaldığını hatırlatayım!
Bir veteriner arkadaşım, “oksitosin” ile ilgili olarak daha önce yazdığım bir yazıdan sonra bana bir kutu “oksitosin” hediye etti, masamın üzerinde duruyor!
Meğerse böyle bir ilaç da varmış ve “uterus tembelliği olan” (yani doğum yapmakta zorlanan) ineklere iğne ile veriliyormuş.
Ne kadar çok işe yarıyor, görüyorsunuz!
Onun için bugün kendinize bir fon şarkısı seçmenizi öneriyorum.
Onunla da yetinmeyin tabii, sonra arkasından gözyaşı dökmek istemiyorsanız yanınızdaki kadına (erkeğe) sıkı sıkıya sarılın!
Varsa bu hayatın anlamı, o da işte tam olarak bundadır!
Paylaş