Mehmet Nuri Yılmaz

Bir densizliğin kopardığı fırtına

10 Şubat 2006
AVRUPA’nın bazı basın organlarında Peygamberimiz Hz. Muhammed’e hakaret içerikli karikatürlerin yayınlanması nedeniyle İslam dünyasında başlayan tepki ve protestolar dinmek bilmiyor. Ortaya çıkan büyük protesto dalgası üzerine her ne kadar bu karikatürleri yayımlayan gazetenin editörü ve diğer sorumluların işlerine son verildiği bildirilmişse de, bunun kimseyi tatmin etmediği açıktır.

Bu densizliği üç beş kendini bilmezin lokal hareketi olarak açıklamak, hele bunu basın hürriyeti kapsamı içinde değerlendirerek "Ne yapalım, bizde böyle" diyerek işin içinden sıyrılmak mümkün değildir. Hıristiyan dünyası ve Avrupa, bu saygısızlığı gerek kendi kamuoyları, gerekse hükümetleri nezdinde açıkça kınamadığı ve Müslümanlardan özür dilemediği takdirde olayın boyutlarının daha da genişleyeceği görülmektedir.

* * *

Hemen şunu da belirtmemiz gerekir ki, Peygamberimize karşı yapılan saygısızlığı protesto etmek, bunu yapanlara haddini bildirmek ne kadar haklılık taşırsa taşısın; tepkilerin, elçilikleri ateşe vermek, bir ulusun onurunu temsil eden bayrakları yakmak gibi galeyan dalgası haline dönüştürülmesi tasvip edilecek bir davranış değildir. Bu densizliğe, vurup kırarak değil, İslam’ın nezaket kalıplarını taşmayacak eylemlerle cevap vermenin daha uygun bir hareket tarzı olacağını düşünüyoruz.

Tarihin seyrine baktığımızda, Batı dünyası öteden beri İslam’a karşı hasmane bir tutum içinde olmuş ve bu kinini asırlar boyunca koynunda ısıtarak zaman zaman Müslümanların üstüne salmıştır. Haçlı Seferleri bunun tezahürüdür. Aynı zihniyet bugün de çağın imkán ve metotlarını kullanmak suretiyle, bir şekil ve yöntem değişikliğiyle karşımıza çıkmaktadır.

Basın ve yayın organları, sinema, televizyon, internet gibi araçlarla İslam dünyasına yönelik saldırıların dozu git gide artırılmaktadır. Bir yandan diyalogdan bahsedip, diğer yandan kurulmaya çalışılan barış köprülerini gerek misyonerlik faaliyetleriyle, gerek bu tür hakaret içerikli yayınlarla tahrip etmeye kalkışmak ikiyüzlülük değilse, buna başka bir isim bulmak gerekir.

Batı, İslam’ın kendi medeniyetine ve rönesansına yaptığı katkıları görmezlikten gelerek bunları yapıyor. Bu, aynı zamanda bir kompleksin ürünüdür. Çünkü, İslam’ın güçlü tezi karşısında hálá bir antitez arayışındadır. Bunu da kendi inancının kaynakları arasından çıkarıp ortaya koyamamaktadır. Çünkü bütün dinlerin özü İslam’dır ve bu antitez arama çabalarında okların daima İslam’ı gösterdiği görülmekte, bundan da büyük bir rahatsızlık duyulmaktadır. Batı, ortaçağ skolastiğinden kendisini çekip çıkaran medeniyetin İslam medeniyeti olduğunu bir türlü içine sindirememektedir.

Bugün birçok ilmin temeline harç koyan, ortaya koyduğu fikirlerle Rönesans hareketinin doğmasına yol açan İslam bilginlerinin isimlerinin bile telaffuz edilmesine tahammül gösterilmemektedir. Hazin’ler, Musa Kardeşler, El-Cabir’ler ve daha niceleri Batı kitaplıklarının raflarında arkaya itilmiş olan isimlerdir. Biz, hangi dinden ve ırktan olursa olsun, bütün bilginleri ve eserlerini kendi öğretilerimizde kaynak gösterirken ve bundan hiçbir rahatsızlık duymazken, onlar bu kadirşinaslığı göstermekten her zaman kaçınmışlardır.

* * *

Hıristiyanlığın havarilerinden önemli bir isim olan St. Paul, "Sizinle aynı kanaatte ve duyguda olmayanlara düşmanca davranmayınız" derken, bu bağnazlığı yapanlar kendi kutsal kitaplarındaki öğütlere de sırt çevirmiş olmuyorlar mı? Dini taassup, hoşgörüsüzlük ve peşin hükümlülükten vazgeçilmedikçe medeniyet iddiasında bulunmak mümkün değildir. Sadece yüksek teknolojiye sahip olmakla medeni olunmaz. Medeni olmanın ölçüsü, inançlara, insan haklarına ve insani değerlere de saygılı olmaktır.

Burada, yeri gelmişken bir tarihi anekdot vermeden geçemeyeceğim:

Devir, II. Abdülhamid devridir. İmparatorluğun, "hasta adam" olarak görüldüğü bu yıllarda İngiltere sinemalarında bir film gösterime girmek üzeredir. Bu filmde Hz. Muhammed’e hakaret içeren sahneler vardır. Haber, birkaç gün içinde Osmanlı Sultanı’na ulaşır. İngiltere hükümetine derhal bir nota verilir. Osmanlı Padişahı ve aynı zamanda İslam’ın Halifesi olan Abdülhamid tarafından verilen bu notada aynen şöyle denilir: "Bu filmi gösterdiğiniz takdirde cihat ilan eder, bütün Müslümanları ayağa kaldırırım!"

İngiliz hükümetine verilen bu nota derhal etkisini gösterir ve film gösterime girmeden arşive kaldırılır. Batı’nın bu pervasızlığı İslam dünyasının dağınıklığından, perişanlığından, siyasette, bilimde, teknolojide, ticarette, sanayide geri kalmışlığından ileri gelmektedir.

Malatyalı şair ve düşünür merhum M.Said Çekmegil ne güzel söylemiş:

"İpi kopan tespihim/Dağılmış tane tane,

Acı ama teşbihim/Hani nerde imame?

Taneleri toplayın/Hak ipine derleyin

Bir imame bağlayın/Tevhid (birlik) gelsin meydane."

Tespihin tanelerini bir araya toplayacak imame, imparatorluk tecrübesine de sahip olan Türkiye’dir. Türkiye’nin derleme-toparlama görevini üstlenmesinin zamanı da çoktan gelmiştir. Bugünkü yazımı noktalarken; Trabzon’da Santa Maria Kilisesi’nin rahibi Andrea Santoro’nun öldürülmesiyle sonuçlanan menfur olayı nefretle kınıyor, Vatikan camiasına taziyelerimi iletiyorum.

SORALIM ÖĞRENELİM

Ölünün yüzü kıbleye çevrilmemişse mezarı açıp düzeltmek gerekir mi?

Seda AFACAN/İZMİR

Ölünün üzerine toprak atılmış ise artık mezar açılmaz. Eğer toprak atılmamış ise ölü sağ tarafı üzerine yatırılır ve yüzü kıbleye çevrilir.

Bazı TV programlarında magazinsel dedikodu oluyor. Bunları seyretmekle gıybete iştirak etmiş olur muyum?

Hatice ÖZYILMAZ/FRANSA

Gıybet, bir kimsenin arkasından hoşlanmayacağı sözlerin söylenmesidir. TV ortamında bulunmadığınız için gıybete iştirak etmiş olmazsınız. Ancak bazı magazinsel programları seyretmek boşuna zaman harcamaktır. En büyük israf, zaman israfıdır. Bundan kaçınılmak lazımdır.

İçki bağımlısıyım, namaz kılmak istiyorum. İçki almış birisi namaz kılabilir mi?

Burhan POLATOĞLU

Dinimizde içki yasaklanmıştır. Öncelikle tavsiyem, bu kötü alışkanlıktan kurtulma yollarını aramanızdır. Kuran-ı Kerim’de sorunuzun cevabı geçmektedir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, bir de yolcu olma durumu müstesna cünüp iken yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın" (Nisa, 43). Ayette de ifade edildiği gibi sarhoşluk hali geçtikten sonra namazı kılabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Kuran ve sünnet ilişkisi

3 Şubat 2006
BU haftaki yazımı okurlarımdan gelen yoğun talep üzerine Kuran ve sünnet ilişkisine ayırdım. Yüce Allah, ilk insanla birlikte, onlara ilahi mesajını iletmek üzere aralarından elçiler seçmiş, bu mümtaz şahsiyetler vasıtasıyla da evrensel hükümlerini bildirmiştir. Peygamber olarak seçilen ve ilahi mesajı insanlara tebliğle görevli bu zatların misyonu, sadece Allah tarafından bildirilen hükümleri birer tebliğci sıfatıyla insanlara iletmekten ibaret değildir. Bu mesajların anlamlarını yorumlamak, uygulamalarını göstermek, irşat etmek gibi görevleri de vardır.

Kuran-ı Kerim'de, "Biz size, ayetlerimizi duyuracak, sizi her kötülükten kurtaracak, size Kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan bir Peygamber gönderdik-(Bakara 2/151)" deniyor. Ayette geçen hikmet kelimesinin Kuran dışında bir şey olması gerektiği hemen akla gelmektedir. Burada "hikmet" ile ne kastedildiği tartışılabilir ve farklı yorumlar getirilebilir. Ancak bu, Hz. Peygamber'in ayetler dışında başka bir şeyler öğrettiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.

* * *

Bu hususta İmam Şafii şöyle demiştir: "Kuran ilmine vakıf kimselerden işittiğime göre hikmet, Hz. Peygamber'in sünnetidir; çünkü önce Kuran zikredilmiş, onu hikmet takip etmiştir. Allah, insanlara Kitap ve hikmeti öğretmek suretiyle onlara yaptığı büyük lütuftan bahseder. Bu bakımdan hikmetin sünnetten başka bir şey olduğunu söylemek mümkün değildir." İbn-i Teymiye de "hikmet"in sünnet anlamına geldiğini ifade etmektedir. Bu açıklamalar göstermektedir ki; Kuran-ı Kerim'e göre Hz. Peygamber'in görevi sadece ayetleri okuyup nakletmek, yani postacılık değildir. Bilakis bu temel görevine ek başka görevleri de vardır ki, bu görevler "sünnet" kapsamında değerlendirilmelidir.

Hz. Muhammed'in (SAV) söz, fiil ve kabulleri demek olan sünnetin bir işlevi de, Kuran'da bulunan herhangi bir hükmü herhangi bir yönden açıklamaktır. Buna genellikle, kısaca temas edilmiş (mücmel) hükümlerle, anlaşılması zor olan (müşkil) hükümlerin açıklanması, mutlak hükümlerin belli kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir.

Mesela namaz kılınmasını emreden ayetler mücmel olarak gelmiş; fakat rekatlarının adedi, şekli ve vakitleri Kuran'da beyan edilmemiştir. Keza zekát verilmesini emreden ayetler mutlak olarak gelmiş, zekátı gerektiren malın asgari haddi, miktarı ve şartları belirtilmemiştir. Kuran-ı Kerim'de bunun gibi, şekli, şartı ve erkanı açıklanmadığı için uygulaması mümkün olmayan daha birçok hükümler vardır ve bunların beyanı için yine Hz. Peygamber'e başvurmaktan başka çare yoktur. Nitekim Yüce Allah da bu yönden Hz. Peygamber'e ikinci bir görev vermiş ve şöyle demiştir: "İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana Kuran-ı indirdik-(Nahl 44)."

* * *

Dinin doğru anlaşılmasında Peygamber'in uygulama ve açıklamaları önemli bir yer tutmaktadır. Zira, insanların arasında dini en iyi anlayan ve gereklerini uygulamaya koyan Hz. Peygamber'dir.

Dini doğru anlamak isteyen, Kuran ile sünneti birlikte değerlendirmek zorundadır. Peygamberimizin, Kuran-ı Kerim'in anlaşılması ve hayata geçirilmesiyle ilgili sözleri ve davranışları, biz Müslümanlar için bir delil ve bağlayıcı hüküm ifade eder. Kuran-ı Kerim'de, "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan uzak durun-(Haşr 59/7)" buyrulmaktadır.

Kuran ve sünnet; biri ilahi mesaj, öbürü de o mesajın mahalli ve tebliğcisi olan yüksek zatın örnek ve ideal hayat tarzı, davranış bütünlüğü olarak bütün Müslümanların iki temel ölçüsüdür. Dini hükümlerin ve ilimlerin temeli de bu iki kaynaktır.

Müslümanlar, Kuran'ı ve sahih sünneti kendilerine mutlak, vazgeçilmez gerçek ölçü olarak kabul etmişlerdir.

SORALIM ÖĞRENELİM

Norveç ve Danimarka'da Peygamberimizi küçük düşürücü karikatürler yayınlandı. Bu konudaki görüşünüz nedir?

Mehmet UĞURLU/ANKARA

Bu çirkin olay bizleri derinden üzmüştür. Avrupa'da öteden beri Peygamberimizle alakalı Müslümanları rencide eden karikatürler, yazılar, kitaplar ve filmler yayınlanıyor. Bu garazkár bir taassubun ürünüdür. İnançlara saygısızlıktır. Bizim onların inançlarına gösterdiğimiz saygıyı onlardan da beklemek hakkımızdır. Bu konuda bazı İslam ülkelerinin gösterdikleri tepkiyi memnuniyetle karşılıyoruz. Güneş balçıkla sıvanmaz. Batılı birçok insaflı ilim adamı, tarafsız bir gözle İslam'ı incelemekte ve Peygamberimize övgüler yağdırmaktadır.

Kocam çalışmıyor, evi ben geçindiriyorum. Aynı zamanda borçlarını ödüyorum. Kocamla ayrılmak istiyorum. Dinimize göre kadın, kocasını boşayabilir mi?

Boşanmayı dinimiz hoş karşılamamıştır. Ancak geçimsizlik halinde boşanmaya izin vermiştir. Bugün geçerli hukukta olduğu gibi İslam hukukunda da kadın, mahkemeye başvurarak eşinden boşanma isteğinde bulunabilir.

Camide cemaatle namaz kılarken caminin alt katında veya bitişik binada imamı görmeden sadece hoparlörden sesini duyarak kılınan namaz geçerli midir?

Kemal ANADAĞ

Caminin alt katında, üst katında veya bitişik binada cemaate katılan kimse imamın sesini duyuyorsa namazı sahihtir.

Vasiyet etmek gerekli midir?

Hüdai ASLAN/ANKARA

Hac, zekát, oruç fidyesi ve yemin kefareti gibi ibadetlerle ilgili borçlarının ödenmesi, ayrıca yanında bulunan emanetlerin verilmesi ve sadece kendisinin bildiği borçlarının sahiplerine ödenmesi hususunda vasiyet etmesi gerekir. Aksi halde borçlu olarak ahirete gider.
Yazının Devamını Oku

Aynı safta kadınlı-erkekli namaz

27 Ocak 2006
İSTANBUL’da Subaşı Camii, geçen cuma erkeklerle aynı safta hem de başı açık kadınların namaz kılmalarına sahne oldu. Namaz fotoğraflarının basında yayınlanması yeni bir tartışmayı gündeme taşıdı. Kadınların, erkeklerle aynı safta hem de başları açık olarak namaz kılmaları caiz midir? Önce şu hususu hemen ifade edelim ki, kadınların camiye gelmeleri sevindirici bir olaydır.

İslam dini, erkeklere mahsus bir din değildir. O, kadın erkek herkesin dinidir. Kadını zamanla bir fitne unsuru görerek, toplumdaki bütün olumsuzlukları onların üstüne yıkan anlayış, kadını sadece camiden, cemaatten değil tüm toplum hayatından soyutlayarak evinin en ücra köşesine hapsetmiştir. Basından izlediğimiz görüntüler, en iyi niyetle bu zihniyete karşı bir reaksiyon olarak değerlendirilebilir. Ancak kadınların erkeklerle aynı safta, omuz omuza namaz kılmalarını onaylamak mümkün değildir.

* * *

Çünkü namaz, Yüce Yaratıcı’yla doğrudan sohbet halidir. Namaz, özü bakımından üç öğeden oluşur. İlk önce Allah’ın huzurunda kendi hiçliğini hissetmek, ardından uygun düşen sözlerle ilahi yüceliği kabullenmek ve son olarak da gerekli saygı duruşunu bedeni ve bütün organlarıyla onaylamaktır.

Namaz sadece bir şekilden ibaret değildir. Onun bir ruhu vardır. O da gönül huzuruyla manevi yükselişe ermektir. Bir gönül adamının dediği gibi:

"Fikretmededir heybetini beyt-i Hüda’nın

Beyhude değil titrediği kıble nümanın."

Yani, "Namaza durunca Allah’ın evinin büyüklüğünü düşünmek gerek. Nitekim pusula Kábe’yi gösterirken boşuna titremektedir".

İbadetin ruhunu alıp götürecek davranışlardan kaçınılmalıdır. Kalbimiz temiz, niyetimiz halis demekle olmaz. Merhum Hamidullah’ın dediği gibi: "İslam, günah eğilimlerini azaltacak çareleri belirler ve kurallar koyar. Herkesten günaha girmeye karşı kendisini dirençli kılacak olan bireysel ahlakını geliştirmesini beklemek kolaydır. Fakat insanların büyük bir kısmını oluşturan zayıf iradeli kimseleri, peşinen kaybedilmiş bir savaşa sürükleyecek olan fırsatları azaltmak daha akıllıca bir davranış olmaz mı?"

Kuran’da ve sünnette ibadet etmenin önemi, şekli, ölçüsü bildirilmiştir. Peygamberimiz en güzel bir şekilde uygulayarak bizlere örnek olmuştur. Bizler de Allah’ın elçisini örnek alarak ibadetlerimizi eksiksiz yerine getirmeye çalışmalıyız. Bilindiği üzere Hz. Peygamber zamanında cemaatle namaz kılınırken, önde erkekler arkada kadınlar yer alırdı. Hem manevi huzurun bozulmaması hem de bir kaos yaşanmaması için kadınlar, erkeklerin arkasında olmasa da ayrı bölümlerde namaz kılmalıdırlar. Başkanlığım döneminde de bu konuda gerekli açıklamaları yapmıştım ve Sultanahmet gibi bazı büyük camilerde yan taraflar iple ayrılarak kadınlara özel bölüm açılmıştı.

Kadınların başı açık namaz kılmasına gelince; Kuran’da genel olarak örtünmenin gerekliliği yer aldığından ve bu konuda hiçbir görüş ayrılığı bulunmadığından, ibadet esnasında ve özellikle de namazda kadının nasıl bir kıyafet giyeceği üzerinde durulmamıştır. Ümmü Seleme’nin Peygamberimizden sorup öğrendiğine göre kadınların namaz kıyafetleri başlıca başörtüsü, entari ve etekten ibarettir.

Şayet giyilen entari ayak topuklarını örtecek uzunlukta ise sadece başörtüsü ve entariyle namaz kılınabilir. Hz. Aişe’nin rivayet ettiği bir hadiste, "Allah ergenlik çağına girmiş bir kızın başörtüsüz namazını kabul etmez" denilmektedir. Bu iki örneğin dışında hadis ve fıkıh kitaplarında birçok hükümler bulunmaktadır. İslam alimlerinin tamamına yakını, geçerli bir mazeret olmadıkça başı açık namaz kılmanın caiz olmadığını ifade etmişlerdir. Bu hükmün kişinin tek başına kaldığı durumlar için de geçerli olduğunu söylemektedirler.

* * *

Bilindiği gibi sinagoglarda da kadınlar üst tarafta ve başları kapalı olarak ibadete alınırlar. Kudüs ziyaretimde bana, "Başı açık kadınları sinagoga alamayız" demişlerdi, nitekim başı açık bir kadını da almadılar. Bu Vatikan’da da böyledir. Papa’yı ziyaretimde de aynı şeye şahit oldum; başı açık, kıyafeti uygun olmayan kadın Papa’nın huzuruna alınmıyordu.

Hanefi, Şafii ve Hanbeli ekolleri, avret olarak nitelenen yerlerin el, yüz hariç örtünmesinin namazın sahihlik şartı olduğunu kabul etmişlerdir. Tıpkı abdest gibi.

Bu noktadan hareketle kadınların namazda başlarını örtmeleri gerekmektedir. Maliki mezhebinde ise iki görüş vardır: Birinde namaz sahih olmaz, diğer görüşte ise namaz sahih olur ama bu şekilde kılan günah işlemiş olur.

Bu deliller muvacehesinde umarız ki böyle namaz kılanlar bu hatalarını tamir eder, ibadetlerini kurallara uygun yerine getirirler.

SORALIM ÖĞRENELİM

Hisse senedinden elde edilen gelir, faiz sayılır mı?

Muhsin DALGIÇ/DENİZLİ

Hisse senedi, herhangi bir şirkette pay sahipliği olunduğunun belgesidir. Kár ve zarara ortaklık söz konusu olduğundan kazancından elde edilen gelir faiz sayılmaz.

Bir arkadaşım bir yıldan beri benimle dargın, bu doğru mu?

İlhami/ADANA

Bütün Müslümanlar kardeştir. Kardeşlerin birbirleriyle dargın durması hiç uygun değildir. Peygamberimiz, "Bir Müslüman’ın din kardeşiyle dargın durması helal olmaz" buyurmuştur. Ebu Davud’un rivayet ettiği bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Bir kimse Müslüman kardeşiyle bir sene küs durursa onun kanını dökmüş gibi günah işlemiş olur." Siz, arkadaşınızla barışma yollarını arayınız.

Boza içmek dinimizce sakıncalı mı?

D.Can KARACA/ANKARA

Bozanın sarhoş edici bir özelliği bulunmadığından içilmesinde bir sakınca yoktur.

Cuma namazını kaçırdım. İkindi namazından önce öğle namazını kılmalı mıyım?

Mustafa TURALI

Cuma namazı, öğle namazının yerine kılınan bir namazdır. Herhangi bir sebeple cuma namazını kılamayan kimse, öğle namazını kılmakla yükümlüdür.

Yüzüstü yatmanın günah olmadığını, fakat Allah sevmediği için işlerimin rast gitmeyeceğini söylüyorlar. Bu doğru mu?

Fatih UYSAL


Böyle bir şey yoktur.

Kurbanı gayrimüslime kestirebilir miyiz?

Şadi/ALMANYA

Kuran’da açıkça ifade edildiği üzere kitap ehlinin usulüne uygun kestikleri helaldir. Ancak imkán varsa kurbanı Müslüman’ın kesmesi uygun olur.
Yazının Devamını Oku

İç gözlem

20 Ocak 2006
MADDE ve mana arasındaki doğal dengenin madde lehine bozulduğu, global ihtilafların bütün dünyayı olumsuz etkilediği, ihtilafların çözümü için aklıselimin yerine silahların devreye sokulduğu, pek çok fenalık ve kötülüğün hüküm sürdüğü günümüzde, insanın, ruhunu derin kırılmalardan ve acılardan koruyabilmek için büyük ölçüde iç gözleme ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç her geçen gün daha fazla kendini hissettirmektedir. İnsanlık çoğu zaman maddeyi simgeleyen değerlerin peşinden koşarak, niçin yaratıldığı ve dünyadaki gerçek misyonunun ne olduğuna dair varoluşun en temel sorunlarına karşı ilgisiz bir tavır sergilemektedir. Halbuki, insanın hayatta oluşunun temel gayesi, nefsinin esaretinden kurtularak güzelliğinin kaynağı yüce Allah’ın kendisinde yaşattığı mutlak kemalin içindeki yansımalarını idrak etmesidir.

* * *

İç gözlemi hakkıyla yapanlar, nefsin küçük ve sefil dünyasından kurtularak Allah’a yaklaşan, düşünen bir varlık konumuna yükselirler. Hayatın aşkın manası da Allah’a giden yolu, diğer bütün alternatif yollara tercih edebilme erdemine ulaşmaktır. Nefsi ile muhasebesini hakkıyla yapan insanlarda görülen ilk değişim, bütün kötülükleri reddedip Allah’ın emaneti olarak algıladıkları insanların ıstıraplarını içlerinde hissetmeleridir.

Buna mukabil iç gözlemden uzaklaşanlarda fark edilen özellik ise kendi özlerine yabancılaşmaları ve yaratıcı yeteneklerini kaybetmeleridir. İnsanın ihtirasları, saldırganlıkları, çirkin kötülüklerinin altında yatan gerçek sebep, işte tam bu noktalarda aranmalıdır.

İnsanın iç dünyasında bulacağı en güzel armağan, Yüce Allah’ın bahşettiği güzel ahlaktır. Ünlü gönül adamımız Mevlana, "Bütün cihanı araştırdım, ahlak güzelliğinden daha değerli bir şey görmedim" demektedir. İç gözlem, varlığımızın özünde var olan ve kimliğimizin temelini teşkil eden ahlaki değerlerimizin kaybetme tehlikesinden bizi uzak tutacak en emin yoldur. Dinimizin bize ısrarla tavsiye ve telkin ettiği bu yöntem, ihmal veya terk edilirse, insanın varlığı değerlersizleşir. Bunun toplumsal tezahürü de arsızlık, ahlaksızlık, haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, kin ve intikam duygularının yaygınlaşması, merhametsizlik ve sevgisizlik biçiminde ortaya çıkar.

İç gözlem kişiler için ne kadar önemli ve zaruri ise toplumlar için de önemlidir. Dünyanın geldiği bu noktada, İslam dünyası da kendi iç sorunlarının çözümü için kendine yönelmesi gerekir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kendini hesaba çekme düşüncesi, İslam’ın özüne yabancı değildir. İslam dünyası bugün ciddi bir sınavla karşı karşıyadır.

Bu sınav, İslam toplumlarının insanlığın geleceği için geçmişte olduğu gibi günümüzde de artı değerler üretip üretmeyeceğini ortaya çıkaracak olan bir sınavdır. İslam uygarlığının başka uygarlıklara karşı özgünlüğüyle meydan okuma gücünü koruyabilmesi bakımından Müslümanlar bu sınavda tutarlı ve başarılı olmak mecburiyetindedir.

* * *

İnançlarımız bize, hiçbir zaman adaletten ayrılmamayı, kim tarafından yapılırsa yapılsın bütün kötülüklere karşı çıkılması gerektiğini telkin etmektedir. Yüce Allah bir ayet-i kerimede "Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin" (Maide 8) buyurmaktadır. Şu halde Müslümanlar duygularının esiri haline gelip insanlığın huzurunu kaçırmak için iğrenç ve korkunç eylemler gerçekleştirenlere asla destek olmamalı, bunlarla aralarındaki çizgiyi net olarak belirginleştirmelidir.

Mensup oldukları medeniyetin barışçıl mesajlarla yüklü olduğunu eylemleriyle ispat etmeleri, medeniyetler arası çatışmaları önlemek için kendilerine de önemli görevlerin düştüğünü hatırdan uzak tutmamaları gerekiyor. Her zaman iç bünyedeki sorunların çözümü için başkalarından yardım beklemek, onurlu bir davranış değildir.

Bunun için İslam dünyası iç hesaplaşmasını yapması ve içindeki İslam’ın evrensel ilkelerine ters düşen düşünce tortularını temizlemesi gerekiyor. Kendi iç bünyesindeki hastalıkları teşhis ve tedavi edemeyenler, başkalarıyla hesaplaşmayı hayal bile edemezler.

SORALIM ÖĞRENELİM

Eşim bana üç defa "Boşol" dedi; sonra da şaka yaptığını, içten söylemediğini belirtti. Bu durumda nikáhımıza dinen bir zarar gelmiş olabilir mi?

Hale ÖZKAN

Bu tür şeylerin şakası olmaz. Ancak, kocanız boşama niyetiyle söylemediğinden nikáhınız için herhangi bir tehlike söz konusu değildir. Bu konuyu daha önce bir makalemde genişçe açıklamıştım.

Bir kurumda canla başla çalışıyordum, görevden alındım, yerime liyakatsiz birisi getirildi. Bunun vebali yok mu?

A.N/ANKARA

Dinimizin sosyal hayata ilişkin getirdiği en önemli prensip liyakattir. Bu prensip, insanların layık oldukları ve hak ettiklerinden başkasına talip olmamalarını gerektirmektedir. Herkes bu prensibin bilincinde olursa toplumda torpil diye bilinen sosyal problem kendiliğinden çözülmüş olur. Bu tür adaletsizliğin toplumda yaygınlaşması tehlikeli bir hastalıktır. Ülkeye zarar verir ve Allah katında vebali büyüktür. Kuran-ı Kerim, emanetleri ehline vermeyi buyurmaktadır.

Vecd hali ne demektedir?

Zeki AKAYA/İZMİR

Vecd, kendinden geçme veya kendinden dışarı çıkma anlamına gelen bir haldir. Bunun tanımı yapılamaz, yaşayarak öğrenilir.

Ailem beni bir kızla evlendirmek istiyor. Kız zengin, tahsilli ama kendisiyle barışık değil; mutlu olamayacağımı düşünüyorum. Beni aydınlatır mısınız?

Mehmet/İSTANBUL

Sevgili okurum. Ailemizi seçemeyiz; ama eşimizi, arkadaşlarımızı, işimizi seçebiliriz. Bu bizim tabii hakkımızdır. Bir insanın kalitesi sadece zenginliğinde, bilgisinde ve hayat tarzında değildir. Güzel huylu ve kendisiyle barışık da olmalıdır. Ailenizin size baskı uygulaması doğru değildir. Bütün bu faktörlerle birlikte tercihinizi yapmanızın daha hayırlı olacağını düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

Mezhep ve tarikatlar

13 Ocak 2006
"CUMA Sohbetleri"ne faks ve e-postayla gelen sorular içerisinde mezhep ve tarikatlarla ilgili olanları önemli bir yer tutuyor. Daha önce de bu konulara değinmiş olmamıza rağmen, son gelen 10 sorunun tamamı yine mezhep ve tarikatlarla ilgili. Bugünkü yazımızda okurlarımızın bu yöndeki sorularına topluca bir cevap vermiş olacağız.

Arapça bir kelime olan "mezhep" lügatte, "gidilen, takip edilen, izlenen yol" anlamına gelmektedir. Terim olarak ise "Dini meselelerin özüne vakıf, dinde söz sahibi olan ve ’müçtehid’ denilen bir alimin; Kuran, sünnet gibi temel dini kaynaklardan hüküm çıkarma usulleri ve çıkarılan hükümlerin tümüne mezhep denir". Mezhep, İslam dininin siyasi, itikadi ve ameli sahalardaki düşünce sistemlerinin tümünü ifade eder.

* * *

"Tarikat"
da mezhep gibi lügatte "yol" manasına gelir. Ama metot ve ilgi alanı bakımından mezhep ile tarikat arasında bazı farklar vardır. Yukarıda verilen tariflerden de anlaşılacağı üzere mezhepler, İslam dininin siyasi, itikadi ve ameli konularını sistematize ederken, tarikatlar daha ziyade insanların ahlaki cepheleriyle ilgilenmişler, onları manen olgunlaştırmayı ve ahlaken tekamül ettirmeyi amaç edinmişlerdir.

Peygamberimiz hayatta iken Müslümanlar ihtilafa düştükleri bir konuyu Hz. Peygamber’in (S.A.S) hakemliğine başvurarak çözümlüyorlardı. Dolayısıyla o zaman Müslümanların fikir ve düşünce bazında bölünmeleri mümkün değildi.

Hz. Osman’ın şehit edilmesi ve onu takip eden yıllarda meydana gelen bazı üzücü hadiseler ve bu olaylar üzerindeki yorumlarda Müslümanlar fikir ayrılığına düşmüşler, Kuran ve sünneti anlama ve tatbikte yeni ve farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Görüş, düşünce, anlayış, yorum ve tatbikatta başlayan bu farklılaşmada, bu olayların yanında, İslam’ın Arabistan sınırlarını aşarak İran, Ortadoğu, Kafkasya ve Anadolu gibi farklı inanç ve etnik kökene sahip insanların yaşadığı bölgelere yayılması sonucu Müslümanların buralarda yaşayan insanların inanç ve kültürlerinden etkilenmelerinin, yeni Müslüman olan insanların da eski inanç ve kültürlerinden tamamen kopmamalarının, onların bazı unsurlarını yeni akide ve ibadetlerine karıştırmalarının da önemli payı vardır.

Emevilerin biat usulünü kaldırarak saltanatı tesis etmeleri, Hz. Ali taraftarları ile ehl-i beyt mensuplarına zalimane davranışları ve ırkçı-kabileci tutumları da, özellikle siyasi mezheplerin zuhurunda etkili olmuştur.

Tarikatlar ise savaşlar, kıtlık, bulaşıcı hastalıklar gibi çeşitli nedenlerle bunalan insanların; daha çok Allah’a yönelme ihtiyacını duymuş olmalarından ve İslam’ın zühd ve takva anlayışını daha ileriye götürmek istemelerinden doğmuştur.

Savaş, katliam, zulüm ve bunların tabii sonucu olan kıtlık, bulaşıcı hastalık, riya, menfaatperestlik, dalkavukluk, maddeye ve dünyaya karşı ihtiras derecesine varan aşırı düşkünlükten nefret eden insanlar, bilgili ve erdemli saydıkları bir dini önder etrafında toplanmışlar, onun rehberliğinde daha çok dini bilgi öğrenme ve ibadet etme yolunu tutmuşlardır. Böylece her şeyh etrafında kümelenen insanlar, bir tarikatı oluşturmuşlardır.

Tarikatlar tarih içinde oldukça önemli ve verimli bir rol oynamıştır. Anadolu ve Balkanlar’da, Hindistan ve Malezya’da, Afrika’da dini ve manevi hayatın zenginlik kazanmasında, güzel sanatların himaye görmesinde, yeni toprakların fethinde ve İslamlaştırılmasında, güçlü insan unsurunun hazırlanmasında ve düşmana karşı direnen gücün oluşmasında tasavvuf ve tarikatların yapıcı rol oynadığı tarihen sabittir.

* * *

İslam áleminin gerilemeye yüz tuttuğu, bilim ve teknikte geri kaldığı taassup ve gerileme döneminin başgösterdiği bir dönemde cemiyetin her kurumu ve bireyi gibi, tarikatlar ve onların mensupları da nasiplerini almışlardır. Böylece tarih içindeki önemini ve güvenilirliğini de büyük ölçüde yitirmişlerdir.

İnsanoğlu düşünen bir varlıktır. İnsanlık var olduğu müddetçe fikirler sınırlandırılamaz ve düşünceler dondurulamaz. Bu nedenle Cenab-ı Hak, Müslümanları, sürekli olarak Kuran-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünneti üzerine eğilmeye ve káinatın sırları üzerinde düşünmeye çağırmaktadır. Bizzat yüce Allah tefekküre davet ettiğine göre, düşüncede ayrılığın olması, insan fıtratının tabii bir sonucudur.

Zaten insanoğlu yaratıldığından beri fikir ve düşünce ayrılıkları daima olmuştur ve olacaktır. Tefekkürün tabii bir sonucu olarak zuhur eden İslami mezhep ve tarikatların eyleme dönüşmeyen fikir farklılıklarını bu çerçevede değerlendirmek ve onları İslam düşüncesi ve kültürünün birer zenginliği, dinimizin fikir hürriyetine verdiği önemin delilleri olarak kabul etmek gerekir.

SORALIM ÖĞRENELİM

Bir arkadaşım Allah’ın Hz. Peygamber’e ayrıcalıklı davrandığının, akrabalarını dahi kendisine helal kıldığının, Ahzab Suresi 50. ayette anlatıldığını söylüyor. Ne dersiniz?

Murat AYDAR

Ahzab Suresi 50. ayette Peygamberimize nikáhı helal kılınan yakınları amca kızı, hala kızı, dayı kızı, teyze kızı, diğer Müslümanlara da helal kılınmıştır. Peygamberimize özgü olmak üzere sadece mehirsiz olarak kendini Peygamber’e bağışlayan, Peygamber’in de kendisini nikáhlamak istediği herhangi bir inanan kadın söz konusudur. Kaldı ki, geçen yazımızda da belirttiğimiz gibi Peygamberimizin çoğu yaşlı ve dul kadınlarla evlenmesinin hikmeti nefsini tatmin değil, kadınlar aracılığı ile dini yaymak ve insanları irşad etmektir. Nitekim, yine Ahzab Suresi 34. ayette Peygamberimizin eşlerine hitaben, "Siz evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmetini hatırlayın ve başkalarına da anlatın" buyurulmaktadır.

Peygamberimizin kaç çocuğu vardı?

Mesut BÜYÜKDURAN

Peygamberimizin Hz. Hatice’den Ümmügülsüm, Rukiye, Zeynep ve Fatıma adlarında dört kızı, Kasım ve Abdullah adlarında da iki erkek çocuğu olmak üzere 6 çocuğu, Mariye’den ise İbrahim adlı bir erkek çocuğu olmuştur.

Bir hadiste ipekten yapılmış giysi giymenin yasak olduğunu okudum. Ne dersiniz?

Ahmet ÖZKAN

Bazı hadis kaynaklarında ipekten mamul giysilerin israfa yol açtığı, gösteriş için giyildiği gerekçesiyle yasaklandığını görüyoruz. Ancak, bu konuda daha farklı rivayetler de vardır. Bunlardan çıkan sonuç, ipek giymenin mekruh olduğudur.
Yazının Devamını Oku

Aileyi korumak

6 Ocak 2006
ANNE, baba ve çocuklardan oluşan, daha şümullü tarifiyle, "aralarında kan bağı bulunan fertlerden teşekkül eden" aile, insanlığın yaratılışı ile birlikte hep var olmuş ve önemini tarih boyunca korumuş olan temel toplum müessesesidir. Yüzyıllar içinde çeşitli topluluklar, aileye alternatif yaşama yolları aramışlar ve onu yok etmeye çalışmışlardır. Ama ne bu gayretler, ne de kurdukları değişik sosyal sistemler ve hayat tarzları, aileyi ortadan kaldırabilmiştir. Bunu başarmaları mümkün değildir. Çünkü aile hayatı fıtridir (yaratılış gayesi). Fıtratı değiştirmeye de kimsenin gücü yetmez.

* * *

Toplumun temelini ve çekirdeğini oluşturan aile, milletlerin ve devletlerin bekasını sağlayan; dil, din, gelenek, görenek ve kültürel değerlerini muhafaza ve devam ettiren bir sosyal kurumdur. Bu yönüyle ailenin milletlerin hayatındaki önemi çok büyüktür. Canlı varlıklarda hücrenin rolü ve fonksiyonu ne ise toplumlarda da ailenin yeri ve değeri odur.

Nasıl, vücudun sağlam ve güçlü olması için hücrelerin sağlıklı olması gerekirse, huzurlu, ahenkli ve mutlu bir toplumun oluşması için de ailelerin sağlam olması gerekir. Bu nedenle, temel bir sosyal ünite olan aileye bir nesne gibi değil, canlı bir organizma gibi yaklaşılmalı, en az bir çiçek bahçesine gösterdiğimiz ihtimam kadar ilgi göstermeliyiz.

Bu mesele, toplumlar için hayati önem arz eden konulardandır. Binaenaleyh, varlığını devam ettirmek ve geleceğinden emin olmak isteyen milletler, aileye gereken önemi vermek zorundadırlar. Devletlerin ve milletlerin yükselmesi ve alçalması, ailelerin kültürel seviyesiyle doğru orantılıdır. Bu sahada da en çok yatırım yapan milletler, daha çok ilerlemiş, yükselmiş, güçlü ve huzurlu olmuşlardır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Zaten bunun aksini iddia etmek de mümkün değildir. Çünkü istikbalin ümit çiçekleri olan çocuklar, aile bahçesinde yetişmekte, orada gerekli ruhi ve ahlaki gelişmeye kavuşmaktadırlar.

Kuran-ı Kerim beyanıyla, "Hiçbir şey bilmez olarak dünyaya gelen" (Nahl, 78) çocukların eğitimi ve kültürel gelişimi üzerinde ebeveynin, dolayısıyla ailenin etkisi, son derece büyüktür. Ailedeki değerler sistemi, çocukların istikametini tayin eder. İnsan aile içerisinde nasıl eğitilir ve yönlendirilirse, hayatı boyunca bunun etkisi altında kalır ve kişiliği ona göre oluşur. Çünkü çocuk; iyi, kötü, güzel, çirkin gibi ahlaki normları ve değer yargılarını önce aileden alır.

* * *

Demek ki, çocuğa ruhen ve manen şekil veren anne ve babası olmaktadır. Bu nedenle kişi, maddi ve manevi ihtiyaçlarının en tabii bir şekilde karşılandığı müessese olan ailenin, iyi bir şekilde düzenlenmesi, aile fertlerinin her yönüyle kültürlü yetişmesi, aralarındaki ilişkileri düzenli ve sağlıklı bir şekilde kurmaları, özellikle anne-babanın hal ve hareketleriyle çocuklarına çok iyi örnek olmaları gerekir. Bu, iyi bir nesil yetiştirmek için ve toplumun geleceği bakımından son derece önemlidir. Çünkü güzel muhitlerden güzel şeyler meydana gelir. Bataklıkta gül bitmesi mümkün değildir. Öyleyse haneler gül bahçesi haline getirilmelidir ki, orada güller bitsin.

Vatanımızı parçalamak, ülkemizin ve milletimizin huzurunu bozmak ve bu yolla menfur emellerine ulaşmak isteyen düşman ve şer güçler, öncelikle ellerini sağlam aile yapımıza ve genç nesillerimize atmak istemektedirler. Başta büyük kentlerimiz olmak üzere ülke genelinde boşanma oranlarının ve evlilik dışı doğan çocukların her yıl artış göstermesi, çağımızın vebası sayılan AIDS illetinin ülkemizde ortaya çıkması ve diğer zührevi hastalıkların yaygınlaşması, yıkıcı mihrakların hedeflerine ulaşmalarında hayli mesafe aldıklarını gösteren acı ama inkárı mümkün olmayan gerçeklerdir.

* * *

Bu rezaletlerle ailenin temelini dinamitleyen içki ve kumarın, zina, homoseksüellik, nikáhsız beraberlikler ve diğer sapıklıkların cinsel özgürlük adı altında sinemalar ve bazı medya kuruluşlarınca normalmiş gibi gösterilmeye çalışılması, bir bakıma gençliğin bunlara adeta özendirilip teşvik edilmesi, maalesef geleneksel Türk aile yapısını olumsuz yönde etkilemektedir.

Bu menfi propaganda ve yıkıcı gelişmelere karşı neslimizi ve gençliğimizi korumak ve milli kültürümüzün yabancı kültürlerin hegemonyasına girmesini engellemek için millet ve devlet olarak hepimize çok büyük görevler düşmektedir. Bu nedenle aileyi en öncelikli milli meselelerimiz arasına alarak bu kutsal müesseseyi korumak için her türlü maddi ve manevi tedbiri, vakit geçirmeden uygulamaya koymalıyız.

Toplumsal uzlaşma, toplumun temel taşı olan aileden başlar. Aile bireyleri arasında sevgi-saygı, hoşgörü, anlayış ve diyalog hákim olursa, toplum da güçlü, mutlu ve huzurlu olur.

SORALIM ÖĞRENELİM

Türkler ne zaman Müslümanlığı kabul ettiler. Müslümanlıktan önce hangi dine mensuptular?

Metin ÇELİK /ANKARA

Türklerin İslamiyet’e girişleri, Emevi ve Abbasiler döneminde başlamış, 11. asırda Karahanlılar döneminde yoğunlaşmıştır. İslami kabullerinden önce Türkler Lemanizm, Maneizm, Budizm, İsevilik ve Museviliğe girdiler. Geleneksel Türk dini Gök-Tengri/Tanrı inanç sistemi idi.

Maşallah mı, maşaallah mı?

İhsan SELHEP/ANKARA

Halk arasında "Maşallah" şeklinde kullanılan kelimenin aslı ve doğrusu "Maşaallah"tır. Konuşma dilinde "a"lardan biri düşmüştür.

Din bilgisi öğretmenim bana Allah’a Tanrı denmesinin günah olduğunu söylüyor. Doğru mu?

Tuğçe ÖZBEK

Tanrı kelimesi hak olsun, batıl olsun mabud anlamına gelen "ilah" kelimesinin karşılığıdır. Allah lafzının tam karşılığı değil ise de Cenab-ı Allah’a söylenmesinde dinen bir sakınca yoktur. Her millet kendi dilinde onu bir isimle anmaktadır. Örneğin, Farsların "Hüda" dediği gibi.

Kuran’ı Arapça harflerinden çok yavaş okuyorum. Kasetten takip ederek okusam hatim etmiş sayılır mıyım?

Yüksel

Hatim indirmiş sayılırsınız.

Namazda rükudan doğrulurken sol ayağı açıyorlar. Böyle bir şey var mı?

R.A.

Bu bir şekil ayrıntıdır. Sol ayağı açmak ile açmamanın namaza bir zararı yoktur.

Gece tırnak kesmek haram diyorlar. Böyle bir şey var mı?

Nil DEMİR/İSTANBUL

Temizliğin vakti yoktur. Dolayısıyla gece tırnak kesmenin bir mahzuru bulunmamaktadır.
Yazının Devamını Oku

İbrahim Hakkı ve evrim

30 Aralık 2005
İSTANBUL’dan Nezih Vural isimli bir okurumuz, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın evrimden söz ettiğinden bahsediyor, ‘Bunun Darwinizm’i kabul anlamına geldiğini söyleyebilir miyiz’ diyor. Sayın okurum! İlkçağdan itibaren filozoflar, insanın ve diğer canlıların orijinleri hakkında kendilerine göre teoriler üretmeye çalışmışlardır. Bunlardan kimi canlıların bir türünün tamamen diğer türüne dönüştüğünü öne sürerken, kimi de bir canlı türünün kendinden önceki türlerde bulunan birçok kısmın kombinasyonu olabileceğini iddia etmiştir.

* * *

İslam tarihinde bu konuda ilk görüş sahibi Cahiz’dir (ölümü Hicri 225). Göç ve çevreden dolayı hayvanların yaşantılarında meydana gelen değişikliklere işaret eden ilk hayvan bilimci idi. Cahiz’in bu nazariyesi ‘Safa Kardeşler’ (İhvan-ı Safa) denilen bir grup tarafından yayıldı. Ancak insanın kaynağıyla ilgili modern teoriyi her yönüyle anlatıp bize aktaran ilk Müslüman düşünür İbn-i Miskveyh (ölümü Hicri 421) idi.

İbrahim Hakkı evrimi kabul eder ve şu şekilde açıklama yapar: ‘Madenlerin evriminden bitkiler, bitkilerinkinden hayvanlar, hayvanlarınkinden de insanlar meydana gelir. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar arasında da aracılar vardır. Madenler ile bitkiler arasındaki aracı bu ‘mercan’dır. Bu denizin dibinde bir bitki olduğu halde suyun yüzüne çıkınca sertleşir ve taşlaşır. Bitki ile hayvan arasındaki aracı ‘hurma’ ağacıdır. Çünkü bu ağaç palmiyeler familyasından olup erkek ve dişi çiçekleri ayrı ayrı ağaçlarda bulunur. Tozlaşma ancak insanların aracılığıyla gerçekleşir. Hayvan ile insan arasındaki aracıya gelince ‘nesnas’ diye adlandırılan vahşi insan veya maymundur.’

İbrahim Hakkı’
dan önce Mevlana da tekámül nazariyesinden söz etmiştir. Şöyle der: ‘Maden ve taş ülkelerinde yaşadım! Sonra hayvanlarla yerde, havada ve deryalarda saatlerce dolaştım. Ve insanlık mertebesine yükseldim.’

Canlılar ister birdenbire ayrı ayrı türler olarak yaratılmış olsun, ister birbirlerinden türemiş olsun, bu bizi inanç açısından bir sıkıntıya sokmaz. Ancak Darwin’in biyolojik evrim teorisini temele alan yaklaşımı, insanı da içine alan canlı doğanın evrimle oluştuğunu, bu evrimin itici gücünün yaşama kavgası ve bunun sonucu olarak da doğal ayıklanma olduğunu, doğal türlerin yaratılmayıp doğal etkenlerle birbirinden çıkarak oluştuğunu ileri sürmesidir. Böylece, Allah’ın varoluşuyla ilgili en önemli delil olan düzen ve amaç ilkelerini ortadan kaldırmak suretiyle dini öğretilere darbe indirmektedir.

* * *

İkbal’in dediği gibi evrim teorisi çağımız dünyasına umut, coşku, canlılık ve kısacası hayat sevinci verecek yerde kaygı ve ümitsizlik vermiştir. İnsanın uzvi veya ruhi mevcut bünyesi biyolojik olay olarak kabul edilmiştir. İnsanla hayvan arasındaki ayrım ortadan kaldırılmıştır. Nietzsche ise şöyle der: ‘Tanrı inancı çöktüğü yerde Darwin’in öğretisine insanların inanmaları bekleniyorsa gelecekte vahşi ve korkunç savaşların ortaya çıkışı hiç kimseyi şaşırtmamalıdır.’

Mevlana
ve İbrahim Hakkı gibi İslam büyüklerinin yaratılışla ilgili düşünceleri ile Darwinizm arasında kıyaslanmayacak kadar uçurum vardır. Bunlar aynı dili konuşmuyorlar. İslam düşünürlerinin yaratılışla ilgili söyledikleri tasavvufi bir muhteva taşımaktadır. İleriki haftalarda bu konuyu daha detaylı açıklamaya çalışacağız.

SORALIM ÖĞRENELİM

Bir sohbete katıldım, yaşlı bir zat ‘Allah korkusu yoktur, onu sevmek gerekir’ dedi. Siz bu konuda ne söylersiniz?

Hasan DAL/MERSİN

Bir zalimden korku duyar gibi Allah’tan korkulmaz. O’nun korkusu ancak adalet dağıtan bir hákim karşısında hissedilen sevgi ve hürmet duyulan korkudur. Bu da sizin davranışlarınızın düzene girmesini, sizde sorumluluk duygusu ve iç disiplin oluşmasını sağlar.

Burçlara inanmak doğru mu?

Hüseyin BALIKLI/ADANA

Burçların insanların kaderi üzerinde etki yaptığına inanmak doğru değildir. İnsanlar üzerinde yegáne tasarruf sahibi Allah’tır.

Meni dışında şehvetli iken görülen sıvı, boy abdestini gerektirir mi?

Alper/ADANA

Şehvet anında meydana gelen sıvıya ‘mezi’ denilir. Boy abdesti almayı gerektirmez.

Namaza başlarken tekbir almayı unuttum, ne yapmalıyım?

Fehime TURAN/ANKARA

Namazda başlangıç tekbiri farzdır. Farzı terk ettiğiniz için namazı yeniden kılmanız gerekir.

Cuma namazına gittim. İmam hutbe okuyordu. Sünneti kılabilir miyim?

Hayati UTKAN/İSTANBUL

İmam hutbeye çıkınca artık namaz kılınmaz. Hutbeyi dinlemeniz gerekir. Sünneti kılmaya gerek yoktur.

Celaleddin-i Rumi’ye mevlam demek günah mıdır?

Sabit ARTA/TRABZON

Mevlana, efendimiz, büyüğümüz anlamına gelir, kullanılabilir.
Yazının Devamını Oku

Kumarbaz argümanı

23 Aralık 2005
İSTANBUL’dan adını vermeyen kimya mühendisi bir okurumuzun yazdıklarını hep birlikte okuyalım: ‘Teistlerin Tanrı’nın varoluşunu ispata çalıştıkları kanıtları ile ateistlerin Tanrı’nın varolmadığını göstermeye çalışan kanıtlarını inceledim, karşılaştırdım ve buradan Tanrı’nın varlığının da yokluğunun da kanıtlanamayacağı sonucuna vardım.’

Sayın mühendisin bu tavrı bana Pascal’ın Argüment du Joueur (Kumarbaz Argümanı) diye bilinen akıl yürütmesini hatırlattı.

Pascal’a göre, insan Tanrı’nın varolup olmadığını kesin olarak bilmiyorsa, iyi bir kumarbaz gibi hareket etmeli ve Tanrı’nın varoluşu konusunda kaybı olabildiğince az tutarak mümkün olan en büyük kazancı elde etmeye çalışmalıdır. Bu da Tanrı’nın varolduğuna inanmakla mümkün olur.

* * *

Pascal,
bu konuda tercihlerimizle ilgili bazı alternatifler ortaya koyar. Şöyle ki; Tanrı’nın varolduğuna karar verir ve kazanırsak en büyük ödül elde etmiş oluruz. Bu da ebedi yaşam ve mutluluktur. Tanrı’nın varolduğuna karar verir, fakat Tanrı’nın varolmadığı ortaya çıkarsa, bu takdirde kaybımız birinciyle kıyaslandığında çok büyük olmaz. Kaybımız birtakım dünyevi hazlardan uzak kalmakla, bazı vakitleri ibadetle geçirmekle sınırlı kalır.

Hazreti Ali’nin inkárcılara dediği gibi, farz edelim ki sizin dediğiniz şekilde olsun. Allah ve ahiret günü yoksa bizim ne kaybımız olur. Abdest aldıksa temizlendik, oruç tuttuksa perhiz yaptık vb. Yok eğer bizim dediğimiz doğru çıkarsa sizin haliniz nice olur?

Sayım okurum! Allah’ın yokluğunu ispat için yapılan bütün mantık gayretleri boşunadır. Ne yapılırsa yapılsın düşüncemizden Allah fikrini çıkarmak imkánsızdır. Álem, yüce yaratıcının tecelli (görüntü) sahasıdır. Biz, álemle diğerleri olduğu için Allah var değil, aksine Allah olduğu için álem vardır düşüncesindeyiz. Estetik düzen, ahlaki düzen, sosyal düzen ve insani ideal bütün bunların devamı Allah’a inanmakla mümkün olur. Fikirden Allah’ı çıkarmak, insan şuurunu, bilgisini, özgürlüğünü ve sorumluluğunu manasız kılar. Allah, álem ve insan; dinlerin, felsefi düşüncelerin üç temel konusudur. Bu üç temelden birinin ortadan kalkması, bütün varlık münasebetlerini altüst eder.

Şunu da ifade eldim ki, yüce varlık bilgi ve düşünceyi aşar. Onunla ancak inanç gücüyle temasa geçebiliriz. Ona inançtan başka bir yolla nüfuz edemeyiz. Pascal bu konuda şunları söyler: ‘Biz sonlu olanın varoluşunu ve özünü biliyoruz; çünkü onun gibi biz de sonluyuz. Sonsuz olanın varolduğunu biliyor, fakat doğasını bilmiyoruz. Tanrı sonsuz derecede kavranılamaz. Çözüm inançta, yürekte ve dini bir yaşamdadır. Çünkü yalnızca burada inanan insan Tanrı’ya ilişkin aşk dolu bir kavrayışa ulaşabilir.’ Pascal’ın ‘kalp mantığı’ dediği budur. Mevlana da son derece güzel ifadesiyle ‘Seziş ve kavrayış, güneşin ışınlarıyla beslenir ve bizi hakikatin hisle, idrakle erişilemeyen yönleriyle temasa getirir’ demektedir.

* * *

Yüce yaratıcının varlığı akılla bilinir. Ancak aşk ve imanla yaşanır, hissolunur. İnanmak insanı güçlü yapar, insanın kendi üzerinde, başka insanlar üzerinde ve tabiat üzerinde egemenliği imanın neticesidir. İnanmak, insanın kendisini yenmesini, kendini aşmasını temin eder. Bu da onun özgürlüğünü kazanmasından ibarettir ki bütün tarih bu hürriyet mücadelelerinin sahnesidir. İnsan da iman kuvveti kalkınca mücadele kuvvetini kaybeder. O inkár ettiği için değil, kabul ettiği için büyüktür.

Beşer için Allah’ı inkár mümkün değildir. Hele yaşadığımız asırda inkár kapıları tamamen kapanmıştır. Allah’ın zatını kavramak ise mantıken imkán dahilinde değildir. Çünkü eksik bir varlık, kámil bir varlığı tarif edemez. Sözlerimi Abdülhak Hamit’in dizeleriyle bitiriyorum.

‘Halik-i müteali (Aşkın varlığı) her ne türlü eylerse inkár İkrar çıkar yine netice-i kar’

SORALIM ÖĞRENELİM

Çek ve senetlerin zekátı verilecek mi?

Ömer KENAR

Çek ve senetler tahsil edilecek durumdaysa, yani herhangi bir riski yoksa kasanızdaki para gibi zekátınızı vereceksiniz.

İrlandalı bir kadınla evliyim, imam nikáhı kıydırmadım. İmam nikáhı kıydıranlar Müslüman mezarlığına gömülür diyorlar. Bu doğru mu?

Ramazan SALMAN

Daha önce de açıkladığım gibi, nikáh, şahitler huzurunda eşlerin irade beyanında bulunması ve resmen tescilinden ibarettir. İmamın nikáhtan sonra dua okuması gelenektir. ‘İmam nikáhı olan Müslüman mezarlığına defnolunur’ sözü asılsızdır.

‘Maşallah’ kelimesi maşa Allah şeklinde yanlış yazılıyor. Bunu duyurur musunuz?

Ata ERDİNÇ

Maşallah, ‘Allah’ın dilediği’ anlamına gelir. Bitişik olarak yazılır.

Kaza namazlarının farzları mı kılınır? İskat-ı sulut var mıdır?

Nur AKILIK

Farz namazları kaza edilir. Sünnetler kılınmaz. Kılınmayan namazları para karşılığı düşürmek anlamına gelen ‘iskat-ı sulut’un dinde yeri yoktur. Tutulamayan orucun fidyesi, varsa yemin kefareti, vefat eden şahsın malının üçte birinden ödenir.
Yazının Devamını Oku