Mehmet Barlas

Kadın eli sıkmak Hatemi’nin siyasi sonunu getirdi...

6 Ağustos 2007
İran'ın eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin bir İtalya gezisinde başı açık kadınlarla el sıkışırken görüldüğü bir video internette yayınlanınca, Kum kentinin tutucu mollaları onu şiddetle kınamışlar.

Çeşitli İran kentlerinde posterleri yırtılmış, aleyhindeki broşürler dağıtılmaya başlanmış.

Hatemi, tepkilerin önüne geçemeyince, 2009'da yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmayacağını açıklamış...

Bu haberleri görünce, geçenlerde okuduğum, “Ali Şeriati” biyografisini yeniden açtım. (Bir İslami Ütopyacının Siyasi Biyografisi, Yazan: Ali Rahmena, Kapı Yayınları.) Bazılarına göre “İran Devrimi”nin fikir babası sayılan Ali Şeriati (1933-77), kitaplarında ve konuşmalarında “Şii”liği “Safevi Şiiliği” ve “Ali’nin Şiiliği” olarak ikiye ayırıyordu. Ona göre Safevi hanedanı ve ulema tarafından ele geçirilmesi ile din, halka karşı bir sistem haline dönüşmüştü...

Şii-Sünni ayrılığı da bunun bir yansımasıydı. Çünkü Sünnilerden nefreti körükleyerek Şii statükocuları kendi konumlarını güçlendiriyorlardı.

Kum mollaları

Şeriati “İslamşinasi” kitabında, Hz. Ebubekir’in seçilerek Halife olmasının İslam’da demokrasinin kanıtı olduğunu söylüyordu. Yani Peygamber’in halife tayin ettiği Hz. Ali’den başka halife olmadığını iddia eden Şii ulemanın doktrinlerini de reddediyordu. Şeriati’nin İslam’da kadın-erkek eşitliğinin temel

ilke olduğunu yazıp söylemesi de ulemanın onu kınamasına sebep oluyordu. “İrşad”daki derslerine mini etekli kızların da gelmesi, Kum mollalarını

deliye döndürüyordu. Bugünkü İran’a bakınca ulemanın (Veya Mollaların) Ali Şeriati’nin teşhislerini doğruladıklarını görmemek imkansız. Geçmişte Safeviler veya Pehlevilerle birlikte, halka ve dünyaya karşı içtihat kapılarını kapatıyorlardı. Bugün de Humeyni rejimi ile aynı şeyi yapıyorlar. Yani Şeriati söylemleri ile İran’da modern ve toplumsal sorumluluğu olan din anlayışını yaygınlaştırıp, devrimin yolunu açsa bile “Devrim” adıyla gelen şey, İran’ı eskisinden büyük bir karanlığa gömdü.

Yazının Devamını Oku

Yağmuru artık kentliler de bekliyor…

5 Ağustos 2007
1950’li yıllarda yağmur yağmayınca, ertesi yıl buğday ithal etmek için kıt olan dövizler harcanırdı.

Bu da yöneticileri öfkelendirirdi. Aradan geçen yıllarda barajlar yapıldı. 1950’lerde 2-3 milyon ton olan buğday üretimi 20 milyon tonun üzerine böyle çıktı. Ama geçen zamanda kent ağırlıklı bir yapı oluştu. Şimdi yağmur yağmayınca kentler susuz kalıyor. Artık kentler de yeni barajları bekliyor...

 Artık sadece çiftçiler değil kentliler de yağmur bekliyor…

Geçenlerde bir toplulukta hem siyaset hem de kuraklık konuşuluyordu. AK Parti’ye fazla muhabbet duymayanlardan biri, “Seçimi kazandılar ya, artık suları keserler görürsünüz” dedi kendisini dinleyenlere.

Yağmurun yağmasının veya yağmamasının seçimlerle ilgisi olmadığını anlatmaya çalışanlar çıktı bu konuşana. Bu sırada ben de uzun yıllar önce rahmetli Fuat Adalı’nın bana anlattıklarını hatırladım.

Demokrat Parti iktidarı dönemindeyiz. Devlet Meteoroloji Genel Müdürlüğü, Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya bağlıdır ve Genel Müdür de Fuat Adalı’dır. 1955 yılı kurak geçtiği için, ürün düşük alınmış ve döviz sıkıntısı yaşayan Türkiye buğday ithal etmek zorunda kalmıştır.

 

Baraj yapacağız

 

Yazının Devamını Oku

Hizmetçilik yerine hizipçiliği seçse Erdoğan da seçimi kaybederdi

4 Ağustos 2007
Özallı yıllardan birindeydik. Turizm hamlesinin ilk meyvelerinden biri olan Antalya’daki bir tatil köyünün açılışına davetliydik.

Yerli girişimci bir Alman işletmeci ile birlikte, çok kısa sürede gerçekten etkileyici bir mekan yaratmıştı. Antalya’nın kırsal kesim insanları, yoğun kurslarla üç ay içinde turizm personeli  olmak üzere eğitilmişlerdi.

İlk yabancı turist kafilesi de tesise yerleşmişti. Turistler de açılış törenini izlediler. Bu arada tesis harıl harıl çalışıyor, her türlü servis konuklara sunuluyordu.

Bir ara da tesisin arka tarafında dinlenen personelin bulunduğu bölüme geçtim. Ne konuştuklarını merak ediyordum. Üç ay içinde aldıkları eğitimin sonuçlarını nasıl değerlendiriyorlardı acaba?

Ama onları dinleyince konunun hiç umduğum gibi olmadığını anladım.

Tesisteki serviste aksama var mı, konuklar memnun mu falan gibi konular konuşulmuyordu.

- Açılış töreninde belediye başkanı ile vali neden el sıkışmadı?

- Emniyet müdürü neden içişleri bakanının yanında oturmadı?

- Başbakan konuşmasında neden turizm bakanından söz etmedi?

Yazının Devamını Oku

Akdenizli Baykal neden Karadenizli Temel gibi davranıyor?

3 Ağustos 2007
Sözel mizahımızdaki “Temel” hikayelerinin çok tutulmasının nedeni, belki hepimizin Temel gibi düşünmeye yatkın olmamızdır.

Örnek verelim.

Temel İstanbul’da ağır cezalık bir suç işlemiş ve yakalanıp mahkemeye çıkartılmış. Hakim suçu neden ve nasıl işlediğini anlatmasını isteyince Temel anlatmaya başlamış:
- Soğuk bir kış günü Rize’de doğmuşum. O kadar soğukmuş ki, Karadeniz hamsileri donup karaya vuruyorlarmış. Anam beni doğururken ebe bulamamışlar, komşu kadın doğurtmuş beni. İlk defa yaylaya çıktığımda 6 aylıkmışım…
Uzun uzun hayat hikayesini anlatmaya başlamış Temel. Sonunda hakimin sabrı tükenmiş,
- Bebekliğini ve çocukluğunu geç, İstanbul’a gel, demiş
Temel bunu duyunca gülmüş,
- İstanbul’a geleyim de beni mahkum et değil mi, diyerek hakime göz kırpmış.

Bir cinlik örneği

Yazının Devamını Oku

Bu gidişle seçim kazanmak da sonunda suç olacak

2 Ağustos 2007
Fırsat düştükçe, Prof. Bernard Lewis’in gazetecilik ile tarihçilik arasındaki ilişkiyi vurgulayan anısını hatırlatırım.

Prof. Lewis üniversiteden mezun olunca, tarih kürsüsündeki hocasına gitmiş ve “Ben yanınızda kalacağım, tarihçi olmak istiyorum” demiş. Hoca hangi yüzyıllara ilgi duyduğunu sorunca da “18’inci ve 19’uncu yüzyıllar” diye cevap vermiş. Bunun üzerine hocası kızmış,

- 18’inci ve 19’uncu yüzyıllar tarihin değil gazeteciliğin ilgi alanına girer. Tarih 17’nci yüzyılın gerisidir, demiş.

Türkiye’de siyasetin güncel olaylarını izler ve yorumlarken, Prof. Lewis’in hocasının ne kadar doğru söylediğini hep hissediyorum.

Örneğin “resmi ideoloji”nin dışına çıkan söylemlerin sahiplerini cadı kazanlarında kaynatmak, yakın tarihte sık sık görülmüştür. 1950’ler Amerika’sındaki McCarthy’nin herkesi komünist suçlamasına hedef kılması, çok bilinen örnektir. Sovyetler Birliği’nde ise Vişinsky’nin 1936 Moskova Duruşmaları’ndaki savcılığı, onu Stalin rejiminin yıldızı yapmıştır.

Bizim yakın tarihimizde de böyle savcılar var. İstiklal Mahkemeleri’nde muhaliflerin, Yassıada Divanı’nda Demokrat Partililerin idamını kolayca isteyen savcıları, şimdi tarih yargılıyor.

 

Ebedi savcılar

 

Yazının Devamını Oku

Hiç iktidar olamayacak ana muhalefet olur mu?

1 Ağustos 2007
İlk Çağ’da bir kral ordusunun başında, düşman ordusu ile savaşır. Savaşı kazandıktan öteye, rakibi olan kralı da esir eder. Sonra ordusu ile, yenilen kralın başkentini ele geçirir. Askerlerini de kentin yağmalanması için salıverir.

Esir edilen kral eskiden kendine ait olan kentin yağmalanmasını çaresiz izlerken, muzaffer krala döner:

- Bunlar senin servetini yağmalıyorlar, der.

Muzaffer kral itiraz eder:

- Askerler benim servetimi değil, senin kentini yağmalıyor!

Esir kral güler, cevap verir:

- Beni yenip esir ettiğin güne kadar bu kent benimdi. Artık senin bu kent ve askerler senin kentini yağmalıyor.

Bu hikayeden bugünün dünyasına aktarılacak ders ne olabilir?

Demokrasilerde seçimler bir partiyi iktidara getirir. Ama hiçbir iktidar ebedi değildir. Bir başka seçimde mutlaka eskiden muhalefet olanlar da iktidara gelir.

Yazının Devamını Oku

Demokrasilerde seçimde yenilmek yok olmayı da getirmez

31 Temmuz 2007
Bazı olağanüstü dönemlerde, bazı politikacılar dünya çapında popüler olur.

Örneğin 2’nci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’deki kahvelerde cephelerin durumunu tartışıp strateji ve taktik üretenlerle “Bitli Çörçil” (Churchill) diye alay edilirdi.

Benim tanık olduğum bir olayı da 1960’larda yaşamıştım.

İzmit’te Türkiye’nin ilk temizlik işçileri grevi başlamıştı. Cumhuriyet’te gece sekreteriydim, bir genç muhabiri hemen İzmit’e gönderdim.

Sabaha karşı İzmit valisi gazeteyi aramış, bana bağladılar.Vali muhabirin adını verdi  ve “Bu kişi gerçekten sizin gazetenin muhabiri mi?” diye sordu.

Sonra  neler olduğunu anlattı.

Genç muhabir, işçi sınıfının grevine hayatında ilk kez tanık olduğu için heyecanlanmış. Temizlik işçilerinin yatakhanesine gidip, emekçileri bilinçlendirmek için hamasi bir konuşma yapmaya başlamış. Marx’dan, Engels’den falan söz etmiş, tarihi materyalizmi anlatmış. Ancak temizlik işçileri bu konuşmadan hiç etkilenmemişler.

 

Stalin’in adı

Yazının Devamını Oku

Abdullah Gül cumhurbaşkanı olursa tarihin akışı değişir mi?

30 Temmuz 2007
Bodrum’a her gelişimde bu güzel kentin hemşerisi Heredotos’un (MÖ 482-426) “Tarih”ine (Historai) sarılırım.

Bu defa da onu eski Yunancadan çeviren Furkan Akderin’den okuyorum. (Alfa Yayınları) Ölümlü olan bizler, tarihin yapıldığı bir coğrafyada yaşamamıza rağmen, sık sık her şeyin bizimle başlayıp bizimle bittiğine inanırız nedense. Yine böyle davranmıyor muyuz? Sanki ilk defa bir parti iktidar oluyor ve sanki Anadolu’daki ilk güçlü adam Tayyip Erdoğan...

Heredotos’un “Tarih”inde mesela Lydia Kralı Kroisos vardır. Biz bu güçlü adamı

zenginliği ile biliriz ve ona “Karun” deriz. Kroizos Trakya’dan Ege’ye uzanan alanlardaki bütün kavimleri egemenliğine almış, o dönemin bütün hazinelerini sarayına taşımış. Kendisini de dünyanın en mutlu insanı olarak bilirmiş.

O sırada Atina’dan yola çıkan Solon, Lydia’ya gelmiş.

Solon da, Atina’da yasalar yapıp, bu şehir devletini hukuk düzenine sokan kişidir. Bu yasaları yaptıktan sonra “dünyayı göreceğim” demiş ve Atina’dan ayrılmış. Aslında birileri yaptığı yasaları değiştirmesin diye ayrılmış Atina’dan. Solon yolculuğa çıkarken Atinalılar “Bu yasaları 10 yıl değiştirmeyeceğiz” diye de yemin etmişler.

İşte bu Solon’u, kendini dünyanın en mutlu kişisi sanan Kral Kroisos, sarayına davet edip ağırlamış, ona hazinelerini göstermiş ve sormuş:

-Ey bilge kişi... Bir filozof olarak bunca

ülkeyi gezmek isteyecek kadar meraklı bir yaradılışın var. Söyle bana. Benden daha mutlu bir insana rastladın mı?

Yazının Devamını Oku