Sürekli yatağında bağdaş kurup oturur, kendisini ziyaret edenleri gülümseyerek ve hiç konuşmadan karşılardı.
Son günlerinden birinde iki yeğeni kendisini ziyaret edip, elini öptüler. O yine yatağında bağdaş kurmuş, yeğenlerinin elini öpmelerini gülümseyerek seyrediyordu. Ama onları tanıyıp tanımadığı belli değildi.
Yeğenlerinden biri dayanamadı. Dayısının yatağının kenarına ilişti, yaşlı adamın ellerini avucuna alıp, sordu:
- Dayıcığım, ben kimim?
Yaşlı adam bunu soranın yüzüne uzun uzun baktı, bir iç geçirdi, sonra soruyu cevapladı:
- A evladım, sen kendinin kim olduğunu bilmezsen ben senin kim olduğunu nasıl bilebilirim?
Nereden hatırladım bu olayı derseniz anlatayım.
Barmen şaşkın, sormuş:
- Neden bu kadar çok içiyorsunuz?
Adam hafif sarhoş, hafif bezgin cevap vermiş:
- Unutmak için içiyorum!
Barmen merakla “Neyi unutmak istiyorsunuz ki?” diye sorunca adam gülmüş,
- Unuttum, demiş.
Bizim meslektaşlarımız da fıkradaki adam gibi sürekli unutma konumundalar açıkçası.
Hemen her seçimde medyanın iktidarları tuttuğu konusu işlenir basın köşelerinde.
Erdoğan bu yetmezmiş gibi, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'ye de şu çağrıyı yaptı:
- Sayın Baykal, sen iktidar olamazsan çekilecek misin? Sayın Bahçeli sen çekilecek misin? Çekilemez. Daha önce çekildi sayın Baykal, ne oldu, 9 ay sonra tekrar döndü. Bunların duruşu bu. Hadi buyurun. Hiç olmazsa geriden gelenlerin önü açılsın sayın Baykal. Hodri meydan.
Aktif siyasetin dışında bulunan geniş kitlelere, Erdoğan’ın ''Tek başıma iktidar olamazsam, siyasetten çekilirim'' demesi ve aynı şeyi Baykal ile Bahçeli’ye de önermesi, doğru ve hoş bir tutum gibi gelebilir.
Oysa bu, davulun sesinin uzaktan hoş gelmesinden farksız bir durumdur.
Bir anı
1980’in 12 Eylül rejiminin rüzgarında kurulup parlayan ve sonra da kuyruklu yıldız gibi kaybolan bir parti vardı. Kimsenin hatıralarına saygısızlık etmemek için ne bu partinin, ne de rahmetli liderinin adını anıyorum. Bilen bilir, hatırlayan hatırlar.
Lüks ve görkemli yaşam, sade Erdoğan için mi söz konusu yani? CHP’nin görkemli genel merkezi veya Baykal’ın altındaki Mercedes makam aracı, Türkiye için lüks değil mi? Malum demagojiyi yapıp, “CHP’nin genel merkezi ve makam aracı için harcadığı paralarla kaç tane derslik yapılırdı” mı demeliyiz illa?
Bilet almadan büyük ikramiye bekleyenlerin işi zor…
Bazıları “Shakespeare hiç yaşamadı. Onun diye bilinen yapıtları Byron yazdı” der ya… Birisi de “Shakespeare’in yapıtlarını kim yazdıysa çok iyi yazmış” diye tepki koymuş ya.
Bizim çok partili demokrasimizin senaryosunu da kim yazdıysa kötü yazmış.
Çünkü çok partili veya “çoğulcu” demokrasi, farklılıkların ve farklı görüşlerin birlikte yaşaması üzerinde kurulmuş bir modeldir.
- Kızım Emine, bilmelisin ki ben çok şanslı bir insanım. Hayatımda, çok güvenilir, çok yakın, çok iyi bir arkadaşım oldu. Pek çok insan hiç böyle bir arkadaşa sahip olamadan yaşar ve ölür. Yaşadığıma değdi hayatım, demiş.
Annem bana babasıyla olan bu son konuşmasını anlattığından beri, çevremdeki insanlara hep bu açıdan bakarım.
Hiç olmazsa bir tane güvenilir ve yakın arkadaş sahibi olamadan yaşamlarını sürdüren insanların şanssızlıklarına üzülürüm.
Bu seçim döneminde yeniden gündeme gelen kamplaşmalar, bana 1960’lardan başlayan sağ-sol kamplaşmalı günleri hatırlatıyor. O dönemde solcular sağcılarla, sağcılar da solcularla arkadaş olamazlardı. Aynı ideolojik kampta bulunanlar da, birbirlerini arkadaş sanırlardı.
Aradan geçen yıllar ve sağ-sol kamplaşmaların buharlaşması, sayısız insana “ideolojik yoldaşlık”ların “arkadaşlık” olmadığını gösterdi.
Kurulan diyaloglarla, karşı kamplardaki pek çok kişinin, aslında kaliteli, güvenilir ve görgülü insanlar oldukları anlaşıldı. Çok köklü arkadaşlıkların kurulabileceği yılların, ideolojik kamplaşmalar yüzünden ziyan edildiğini, pek çok insan gördü.
Bu deneyimler hiç yaşanılmamış gibi, bazı kesimlerin bugün de karşılarındaki insanları, siyasi görüşlerine göre kategorize edip, yok saydıklarına yine tanık olmaktayız.
Anneme
Atatürk Ankara’yı başkent yapmaya karar verdiğinde, çoğu İstanbullu
buna inanmamış. “Nasıl olsa yine İstanbul’a dönülür” diyerek, Ankara’nın başkentliğini geçici görmüşler. Hatta bazılarına göre Atatürk’ün 1927 yılına kadar İstanbul’a gelmemesinin sebebi de, İstanbulluların bu beklentisini kırmak içinmiş.
Bu şekilde devlet daireleri yeni başkent Ankara’ya birer birer taşınmaya başlayınca, İstanbullular önce bunu hafife almışlar. Ama işin gerçek olduğunu anlayınca da, o zamanlar uçak seferleri olmadığı için, trenlere binip devletle olan işlerini halletmek için günübirliğine Ankara’ya gitmeye başlamışlar.
İşte o eski İstanbul’da Boğaziçi, yoksulların semtiydi. Çünkü ne şimdiki gibi otomobil bolluğu vardı, ne de yol vardı doğru dürüst. Şehir hatları vapurları sabah işlerine gidenleri, akşam da evlerine dönenleri
Boğaz’ın iki yakasındaki iskelelerden alır ve boşaltırdı.
Halk ve vatandaş
Galiba böyle cümlelere veya gözlemlere rastlamak ümidiyle insanlar makaleleri, kitapları okuyorlar.
Bodrum’da geçirdiğim 5 günü kitaplarla paylaşırken, böyle cümlelerle ve gözlemlerle yine karşılaştığım için mutluyum.
Örneğin 1997-2004 arasında CIA Direktörü olan George Tenet’in anılarını okurken (At The Center Of The Storm-2007, Harper Collins) böyle bir cümle ile karşılaştım.
Tenet dev bir örgütün başına gelirken, yöneteceği kurumun varlık sebebini şöyle tanımlamıştı:
- CIA’nın işlevi demokrasiyi icra etmek değil, demokrasiyi korumaktır.
Bu tanımlama, bana “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi kadar etkili ve çarpıcı geldi.
Dünyanın çeşitli ülkelerindeki kurumların yöneticileri, kendi konumlarını böylesine berrak biçimde tanımlasalar ve hukuk da en üst değer olsa, yaşam ne kadar kolaylaşırdı.
22 Temmuz genel seçimlerinde merak ettiğimiz şey, hangi partinin kazanacağı değil, kimin başbakan olacağıdır. Çünkü bizim anayasal modelimiz “başbakanlık sistemi”ni şekillendiriyor.
Cumhurbaşkanını halk mı, parlamento mu seçsin tartışmaları belli ki bitmeyecek.
Hatta CHP Genel Başkanı Baykal’ın “Cumhurbaşkanı parlamento dışından olsun” önerisini daha ileri götüren Salih Memecan’ın Sabah’taki karikatüründeki gibi, cumhurbaşkanı uzay yaratıkları arasında da aranabilir.
Sistemi ve siyaseti ne kadar karmaşık hale getirirsek getirelim, 22 Temmuz’da bir başbakan seçilecek ve bu başbakan sadece yürütmenin değil, TBMM’deki çoğunluğu dolayısıyla yasamanın da hakimi olacak.
Başbakan olmak
Bu gerçeğin ışığında, bazı siyasetçilerin