Neticede, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek için erken seçimin yolunu açan CHP, siyaseten yenilmiştir. Deniz Baykal’ın ve CHP kurmaylarının kriz üretimine dayalı stratejileri sonucu, AK Parti hem eskisinden daha güçlüdür, hem de iktidar dönemleri en az 4 yıl daha uzamıştır.
Ayrıca Abdullah Gül de cumhurbaşkanı olmaktadır.
Ancak siyasette her şey seçim zaferleri ile bitmiyor.
Seçim kazanıp iktidar olanların sorumlulukları artıyor. Kriz kaynağı olmaları değil, çözüm üretmeleri bekleniyor.
Bu gerçeği başta Başbakan Erdoğan olmak üzere tüm AK Partili kadroların hiç unutmamaları şart. Tabii Abdullah Gül’e ve ailesine de bu konuda büyük sorumluluklar düşmekte.
Örneğin gündemde Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül’ün “türban”ına ilişkin tartışmalar var.
Atatürk örneği
Şimdi hüner, bunların birbirlerini “ecnebi ” veya “öteki” gibi görmemelerini sağlamaktır. Farklılıkları zenginlik olarak görebilir ve bunlardan demokratik sinerjiler üretebilirsek, önümüzdeki yüzyıl gerçekten “Türk Asrı” olabilir. Ensemizi de geleceğimizi de karartmayalım. Birbirimize güvenelim, birbirimizle övünelim ve hep birlikte çalışıp, gelişelim.
Ahmet Necdet Sezer de Abdullah Gül de bu toprağın insanları…
Cumhuriyet’in “Çağdaş” eğitim sitemi ile yetişmiş, Batı’nın “Aydınlanması”nı bu coğrafyaya taşımayı hedef olarak benimsemiş yerleşik kentli kuşakların, yaşanılan sosyo-politik değişimi anlamak konusunda sloganlaşmış ezberci tepkiler göstermekten öteye bir çaba harcamamalarını anlamak zor.
Sonunda AK Parti’yi tek başına ikinci kez iktidara getiren süreçte ne tür bir değişimin yaşandığını anlamak yerine, geçmişte Demokrat Parti’nin iktidar olmasına karşı 1950’de gösterilen tepkilerin aynını seslendirmek, ne çağdaşlığa, ne aydınlanmacı olmaya, ne de müspet ilimci anlayışa yakışıyor.
Dün “Modernleşme ”nin sonuçlarından birinin AK Parti olduğunu hatırlatmıştım. Bunun gibi bir de “Göç” gerçeği var.
Örneğin Türkiye’nin büyük kentleri, başta İstanbul olmak üzere 150 yıldır göç alıyor. “93 Savaşı”, “Balkan Savaşı”, “Mübadele” gibi göç nedenleri yanında, 18’inci yüzyıldan başlayarak Kafkaslar ’ dan gelen göçler de var. Bunlara 2’nci Dünya S avaşı ertesinde Yugoslavya’dan gelen göçü ve son olarak Jivkof döneminde gelen Bulgaristanlı Türkleri de ekleyebiliriz.
Ama modernleşme, dünyaya açılmayı, ithalatı, ihracatı, sanayileşmeyi ve beraberinde yeni sermaye sahiplerini ve orta sınıfları da getirir. Bunlar da sonunda, devlet tekeli dışındaki kitle iletişim araçlarına, eğitim kurumlarına ve kendi aydınlarına sahip olmaya başlar.
Devlet eliyle yaratılmış,“Merkez”e bağımlı sermayenin dışındaki yeni bir sermaye sahibi kesim, kendi finansman kaynaklarını da yaratarak oluşur ve gelişir...
Modernleşme ve demokrasi
Eğer modernleşmeyi kökten-devletçi bir doktriner ideoloji biçiminde sürdürdüyseniz, modernleşme ile oluşan yeni sınıflar, bu ideolojinin anti-tezi olarak sadece ekonomide değil siyasette de güç merkezleri olarak yerlerini alırlar.
Anadolu kentlerinin sinema salonlarında düzenlenen konserlerde izlediği yöntemi şöyle anlatmıştı:
-Dolu bir salondaki sahneye çıktığım zaman, dinleyici kitlesini şöyle bir tartarım. Eğer sanat müziğine aşina bir kalabalık yoksa ve sadece bir ünlü ismi izlemek için gelenler çoğunlukta ise bu hemen anlaşılır. Böyle durumlarda konseri, Itri’den, Dede’den, Hafız Post’tan ağır bestelerle açarım. Bu ağır bestelere dayanamayanlar, yavaş yavaş salonu terk ederler. Sonra geride kalanlar için asıl konsere başlarım. Klasik, neo-klasik ve güncel bestelerle, en sevilen parçaları icra ederim. Gerçek müzik severlerle beraberliğim böylece başlar.
Bizim siyasetimizin 22 Temmuz genel seçimiyle başlayıp sonra cumhurbaşkanlığı seçimiyle devam esen konserini de, Arif Sami Toker yöntemi ile değerlendirmekte fayda olabilir.
AK Parti’nin seçimi kazanmasını “Karnını kaşıyanlar”ın şeriatı getirmeleri, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı olmasını da “Rejimin sonu” olarak görenler, aslında siyasetin heveslileri... Bunlar kamplaşma ve kavgayı siyaset sananlar.
Asıl gündem
Çankaya’da jest mi yoksa rest mi yenildi dersiniz…
Sherlock Holmes, sabah kahvaltısında karşılaştığı kankası Dr. Watson’a şöyle bir bakar ve sonra konuşur:
-Watson, dün akşam yumurta mı yedin?
Dr. Watson dahi dedektifin bu gözlemini de hayranlık içinde karşılayıp, sorar:
- Akşam yumurta yediğimi nasıl anladın sevgili Holmes?
Dedektif güler ve cevap verir:
-Akşam yemekten sonra ağzını, sabah kalkınca da yüzünü yıkamamışsın…
Bazı olayların iç yüzünü anlamak için, en azından Sherlock Holmes’ün yaptığını yapıp, olaya dikkatlice bakmak yeterlidir.
Bir başka gerçek de var ortada.
AK Partili’ler ne kadar “Değiştik” deseler de, örneğin laikliğin yorumu konusundaki yaklaşımları, “Köktenci Cumhuriyetçiler’in laiklik anlayışı ile izdüşümüne giremeyecek. .Çünkü AK partililer din ile devlet işlerinin ayrı olmasını gerektiğini ve inanç özgürlüğünün laiklik demek olduğunu düşünüyorlar.
Jaskoben laiklikte ise, devletin dini kontrol etmesi esas.
Laiklik üzerindeki çeşitlemelerin tabii ki biteceği yok.
Ayrıca başka bir gerçek de, ideolojilerin adeta buharlaşmaları ertesinde, dinin her kesimde ideolojik içerikler de kazanmaya başlaması değil mi? Örneğin El Kaide “Vahabi İslam”ı anti- emperyalist ve anti-Amerikan bir siyasal ideoloji olarak yorumlayıp, bunu terörizminin düşünsel dayanağı yapıyor. Bunun başka bir türü de, İran’daki Humeynici ideolojinin “Şii İslam”ı, anti- Siyonizme ve anti-Amerikanizme düşünce kaynağı olarak sunmasıdır.
Laikliği siyasallaştırmak
Neticede gazeteler, gerek kimlikleri gerekse sermayeleri ile birer kurumdur ve en azından birer şirkettir. Gazeteciler ve hatta patronlar bile bunu unuttukları ve “Ben gazeteden daha güçlüyüm” diye düşündükleri zaman, yolun sonu gelir. Diğer gazeteciler de bu durumu çaresiz seyrederler. Eğer olgunlaşmamışlarsa ve akılsızsalar, mesela işten çıkartılan meslektaşlarının arkasından tef çalarak bayram da yaparlar.
Gazeteci doğulmaz ama bazı gazeteciler öyle sanırlar…
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi sonrası çalkantılar geçiren, sürekli yönetici değiştiren, aile içi anlaşmazlıklara da sahne olan Hürriyet, Nezih Demirkent’in 1970’lerdeki Genel Yayın Müdürlüğü döneminde istikrara kavuşmuştu.
Demirkent benim ölçülerimde “İyi” bir yönetici değildi. Dar çevresine dayanır, kendisi için tehlike olarak gördüğü gazetecilere hayat hakkı tanımazdı. Yanında çalışanlara karşı özensizdi, sadece gazetenin patronu Erol Simavi karşısında özenli, saygılı ve suskundu.
Gazeteye sabah, gün ağarırken çok erken saatlerde gelen Erol Simavi ile baş başa oturur, ona hesap verirdi. Erol Simavi herkesin işe başladığı saatlerde gazeteden çıkardı. Sonra Hürriyet, Demirkent’in olurdu.
Ama çok başarılıydı Nezih Demirkent… Hürriyet’i güçlü bir kurum kimliğine kavuşturmuştu.
Bir sabah, Erol Simavi’nin Nezih Demirkent’in işine son verdiği haberi geldi.
O gün bir arkadaşımla öğle yemeği yemek için Divan Oteli’nin lokantasına gittim. Barda Erol Simavi oturuyordu. İkimiz de randevularımıza erken gelmiştik.
Buna göre sağcı- muhafazakar "Americanthinker.com” internet sitesi yazarı James Lewis, 9 Ağustos günü yayınlanan “Irak’ta Türk Çözümü mü?” başlıklı makalesinde, Türk ordusunun siyasi sistemin yürümediği zaman ülkenin yönetimini ele aldığını, ardından da kışlasına geri döndüğünü belirtiyordu.
Yazıda şu tezler seslendiriliyordu:
-Irak'ta muhteşem demokrasi için alternatif bir plan var. O da, başka ülkelerde olumlu sonuçlar veren, Mustafa Kemal Atatürk'ün 1923'teki agresif reformları ile başlayan Türk çözümü. Bu da, ordunun seçilmiş hükümetlerin garantörü haline gelmesidir. Soru, Amerikalılar tarafından yeniden yapılandırılan yeni Irak Ordusu'nun yeni Irak'ta modernist ve birleştirici bir güç olup olamayacağıdır. Bu belki kabul edilir tek çözüm olabilir. Zira şimdiye kadar Iraklı siyasetçiler parlamenter sistemlerini çalıştıramadılar
Uzun bir makaleden bir bölüm aktardık.
Askeri demokrasi
Bu Amerikalı