Sanki 22 Temmuz sonsuz kadar geride şimdi.
İnsanların yaşamında ve konuşmalarında, siyasetin payı birden azalıvermiş.
Bodrum tatilimin ikinci yarısının ilk gecesinde yemekli bir davetteydim.
Tabii ki “Kim cumhurbaşkanı olacak?” benzeri çeşitlemeler de yapılıyordu masa başlarında.
Yakın geçmişte rakıyı fazlaca içenler “Ne olacak bu Türkiye’nin hali” diye karamsar geyikler yaparlardı. O gece ise, ellerinde boşalmış rakı kadehleri bulunanların “Ne olacak bu CHP’nin hali” diye birbirleri ile dertleştiklerine tanık oldum.
Ama o gece herkesin ilgisini çeken ana konu “selülit”ti.
Selülitin erdemi
Türk-Yunan ilişkilerinin ele alındığı bir açık oturuma katılmak için, yıllar önce Atina’daydım. Konu “Ege”ye kilitlenmişti.
Birden irkildim. Ben bir Türk olarak Ege’den söz ettiğim zaman “deniz”i ele alıyordum. Yunan konuşmacılar ise, “Ege” dedikleri zaman “adalar”dan bahsediyorlardı.
Aynı kavramı farklı biçimde algılamak, sade uluslararası anlaşmazlıkları kronik hale getirmiyor. İç siyasette de buna benzer durumlar çoktur. Bu bakımdan Türk siyasetindeki ve idaresindeki aktörlerin “rejim” kavramı üzerinde bir ortak tanıma varmaları, siyasi gerginlikleri azaltabilir.
Benim milletim
Geçen salı NTV’de Can Dündar’ın “Neden” programına konuk olan Prof. Dr. Şerif Mardin de, bu soruna şöyle yaklaştı:
- Türkiye’de Başbakan
- Ben 27 yaşında bir delikanlıyım. Size danışmak istediğim bir şey var. Bazı kadınlar biz erkekleri baştan çıkarmak için mi, yoksa güzelliklerini ön plana çıkarmak için mi bu kadar açık giyiniyorlar?
Dr. Dümen’in bu soruya cevabı gayet vecizdi:
- Bizim ülkemizde cinsellik gençlerin ve erkeklerin aklından hiç çıkmayan bir konu. Bu yüzden kızları baştan çıkarmak için yapmadıkları numara kalmıyor. Böylesine alıcısı bol olan bir pazarda kızlarımız neden sizleri baştan çıkarmak için zahmete ve çabaya girsinler ki?... Kimse açık saçık giyinmiyor. Adı ister moda olsun, ister tercih ya da keyif, öyle giyinmek istiyorsa öyle giyiniyordur.
Bu “Doyumsuz” delikanlının sorusu da, Dr. Dümen’in verdiği cevap da, bizim bireysel ikili ilişkilerimize olduğu kadar sosyo-politik düzenimizin karmaşık düzenine de ışık tutacak niteliktedir.
Örneğin son seçimde belirli kesimlere mensup insanlar, o kesimlerdeki genel eğilimin dışındaki eğilimleri yansıtan partilere oy verdiklerini, çevrelerine açıklayamıyorlar. Hatta yalan söylüyorlar.
‘Cumhuriyet Mitingleri’ne katılımcı gönderen çevrelerden bir kişi mesela AK Parti’ye oy vermiş olsa bile, etrafına “Ben CHP’ye oy verdim” demek zorunda hissediyor kendisi.
Acaba bu “mahalle baskısı” yüzünden yalan söylemek zorunda kalanlar, “Rumuz: Pinokyo” imzası ile Dr. Haydar Dümen’e sorunlarını şöyle anlatsalar, ne cevap alırlardı:
- Ben sırtında borç ve kur riski taşıyan bir girişimciyim. Cumhuriyetin temel ilkesinin laiklik olduğunu düşünüyorum. Ama bu seçim sonucunda bir CHP-MHP koalisyonu çıkıp istikrar ve ekonomi dalgalansaydı, kesinlikle iflas edecektim. Bu yüzden AK Parti’ye oy verdim. Bu oyumun rengini çevremdekiler bilse, huzurum kaçar. Bu nedenle yalan söylemek durumunda kalıyorum. Size danışmak istediğim bir konu var. İnsanlar oylarını kendi çıkarlarını gözetmek için mi, yoksa çevrelerine hoş görünmek için mi kullanırlar?
Siyasete girenlerden ise toplum “hizmet” bekler. Nihai beklenti ise “mutluluk”tur.
Bu açıdan bakıldığında hizmet de, mutluluk da, kişilere ve sosyal kesimlere göre değişik anlamlar taşıyan göreceli kavramlardır. Örneğin Nazım Hikmet 1938’de Ankara Merkez Komutanlığı Cezaevi’nde yazdığı “Bugün Pazar” şiirinde mutluluğu (şiirde bahtiyarlık diye geçiyor) şöyle anlatmış.
“Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzakbu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum
22 Temmuz seçimlerinin sonuçları belli olduğuna göre, Erman Toroğlu, gazete okurlarını ve televizyon izleyicilerini de bilinçlendiren uyarılar yapmayı düşünmelidir.
Çünkü varlık sebepleri yurt ve dünya gerçeklerini izlemek ve bunları okurları ile izleyicilerine yansıtmak olan medya mensuplarından bazıları, kendi dar çevrelerinin pompalamalarını “ülke gerçeği” biçiminde sunarak, okurlarını ve izleyicilerini yanıltmışlardır.
Bunlar okurlarını ve izleyicilerini, 2’nci Dünya Savaşı’nın bittiğini duymadıkları için uzak okyanus adalarında tek başlarına savaşı sürdüren Japon askerlerinin durumuna düşürmüşlerdir. Bunlara inananlar, Türk toplumunun “rejim kavgası” içerikli bir kamplaşmanın içinde bulunduğunu zannetmişler, ülke gerçeklerinin dışındaki bir sanal alemde yaşatılmışlardır.
Okurlarını ve izleyicilerini “kin”, “nefret”, “kamplaşma” gibi öğelere dayalı bir ruh haleti içine sokmuşlardır. Seçmen kitlelerini “cahil”, “bilinçsiz” gibi nitelemelere hedef kılmışlar, izleyicilerini ise Türkiye’nin geleceği konusunda karamsarlığa sürüklemeyi “çağdaşlık” olarak göstermişlerdir.
Sorumluluk meselesi
Bu büyük aldatma ve yanıltma dalgası, medyanın profesyonellerini de şimdi rahatsız ediyor.
Onların sırtında “ülkeyi yönetme sorumluluğu” bulunduğu için, zafer sarhoşluğuna düşecek zamanı bulamayacaklardır. Yöneticiler gündemi belirleyemez, gündem onların üzerine gelir. Kendi gündemini kendinin belirleyebilmesi lüksüne, sorumluluk taşımayanlar sahiptir.
Ama yönetim sorumluluğu taşımayanların da sorumlulukları vardır bu dünyada.
Seçimi kaybeden partilerin yöneticileri de, en azından zarif davranmak, demokrasinin ve uygarlığın kurallarına uymak zorundadırlar.
Örneğin Amerika’da da, Avrupa’da da seçim kampanyaları kıran kırana geçer. Ancak seçim sonuçlarının belli olduğu akşam, kaybeden lider kazananı arayıp, onu tebrik eder. Evine kapanıp, dünyaya küsmez.
Ayıplı tutum
CHP Genel Başkanı Baykal, siyasi rakibini arayıp, onu kutlamadı.
Her katta hiç çalınmayan piyanolar, içlerinde Çin porselenlerinin ve abur cubur eşyanın sıralandığı kapakları kilitli vitrinler, üzerlerinde kimsenin yazı yazmadığı sedef kakmalı yazı masaları, raflarında kimsenin okumadığı eski tıp kitapları dizili kitaplıklar vardır.
Dünkü Radikal’de de Nur Çintay A. da, Hello dergisinin dekorasyon bölümünde yer alan fotoğraflardaki ünlülerin “kitapsız kitaplıklar”ına takılmıştı. Yazısının sonunda şunu soruyordu:
- Bir kütüphane kaç kitap alır? Peki kaç nazar boncuğu, kaç biblo, kaç fil taşır?
Bu satırları yazdığım sırada seçim sonuçları belli değildi. “Siyaset yasağı” olduğu için de, siyasetin en somut biçimde sandığa yansıdığı sırada, gazetelerde de, televizyonlarda da siyaset yoktu.
Seçim günü siyaseti yasaklamak, kimin aklına gelmiş acaba?
Yılın her günü, her saat siyaset yap ve konuş. Seçim günü siyaseti (veya propagandayı) yasakla.
Büyük çelişki
Telefon numaraları, yakınların doğum günleri, giysilerin ölçüleri, takvimdeki yıllar, döviz kurları, araç plakaları, önemli tarihler, vb.
Bir de seçim sonuçlarını belirleyen sayılar, yüzdeler var… Mesela geçen seçimde hangi parti ne kadar oy almıştı, bu seçimde ne kadar alacak?
Bilmiyorum, Nasreddin Hoca’nın bu hikayesini duymuş muydunuz?
Hoca ayın kaçı olduğunu bir türlü bilemezmiş. Evine gelecek konuklardan biri kalkıp “Hoca bugün ayın kaçı?” diye sorarsa endişesini taşırmış içinde. Kendince buna şöyle bir çözüm bulmuş.
Evindeki kilere bir çanak koymuş. Her ayın 1’inden başlayarak, her akşam yatmadan önce çanağa bir çakıl taşı atmaya başlamış. Bir konuk “Ayın kaçı?” diye sorarsa, çanaktaki taşları sayıp, doğru cevap verebileceğini düşünmüş.
Hoca’nın cevabı