Paylaş
Neticede gazeteler, gerek kimlikleri gerekse sermayeleri ile birer kurumdur ve en azından birer şirkettir. Gazeteciler ve hatta patronlar bile bunu unuttukları ve “Ben gazeteden daha güçlüyüm” diye düşündükleri zaman, yolun sonu gelir. Diğer gazeteciler de bu durumu çaresiz seyrederler. Eğer olgunlaşmamışlarsa ve akılsızsalar, mesela işten çıkartılan meslektaşlarının arkasından tef çalarak bayram da yaparlar.
Gazeteci doğulmaz ama bazı gazeteciler öyle sanırlar…
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi sonrası çalkantılar geçiren, sürekli yönetici değiştiren, aile içi anlaşmazlıklara da sahne olan Hürriyet, Nezih Demirkent’in 1970’lerdeki Genel Yayın Müdürlüğü döneminde istikrara kavuşmuştu.
Demirkent benim ölçülerimde “İyi” bir yönetici değildi. Dar çevresine dayanır, kendisi için tehlike olarak gördüğü gazetecilere hayat hakkı tanımazdı. Yanında çalışanlara karşı özensizdi, sadece gazetenin patronu Erol Simavi karşısında özenli, saygılı ve suskundu.
Gazeteye sabah, gün ağarırken çok erken saatlerde gelen Erol Simavi ile baş başa oturur, ona hesap verirdi. Erol Simavi herkesin işe başladığı saatlerde gazeteden çıkardı. Sonra Hürriyet, Demirkent’in olurdu.
Ama çok başarılıydı Nezih Demirkent… Hürriyet’i güçlü bir kurum kimliğine kavuşturmuştu.
Bir sabah, Erol Simavi’nin Nezih Demirkent’in işine son verdiği haberi geldi.
O gün bir arkadaşımla öğle yemeği yemek için Divan Oteli’nin lokantasına gittim. Barda Erol Simavi oturuyordu. İkimiz de randevularımıza erken gelmiştik.
Kendini şaşırmak
Yanına oturdum ve hemen sordum:
-Nezih’i neden işten çıkardınız. Çok başarılıydı, Hürriyet’i yeniden büyük gazete yapmayı başarmıştı?
Erol Bey gülümsedi ve sorumu cevapladı:
-Nezih Hürriyet’i kendi gazetesi sanmaya başlamıştı. Hürriyet’in benim gazetem olduğunu unutmaya başlamıştı.
Ben 1975’te TRT’den ayrıldıktan sonra Günaydın’a yazar olarak gittim. Gazetenin sahibi Haldun Simavi’ydi.
Onu tanıdıkça gazeteciliğine hayran oldum. Haberi değerlendirmek ve bunu tiraja dönüştürmek konusunda inanılmaz güçlü sezgileri vardı. Onu biraz Hearst’e benzetirdim.
Günlük yazılarımı köşemde yazıyor ve o zaman Milliyetçi Cephe Koalisyonu’nun Başbakanı olan Süleyman Demirel’i bazen ağıra kaçan üslupla eleştiriyordum.
Babam da böyleydi
Bir gün Haldun Simavi benimle görüşmek istediğini söyledi. Odasındaki masada karşılıklı oturduk,
-Hükümet hakkında çok ağır yazıyorsun. Kimse devletle böyle uğraşamaz. Benim babam da senin gibiydi. İnönü’ye takmıştı. Onun yazılarını Hürriyet’e koymazdım. Sen de Demirel’e takmışsın. Yazı yazmayı bırak ve Günaydın’a genel yayın müdürü ol, dedi.
Tabii ki çok sinirlenmiştim. İstifa edip Günaydın’dan ayrıldım.
Daha sonra Hürriyet’in kuruluşundan başlayarak Simavi’lerle beraber olan Tahsin Öztin’e, Haldun Simavi’nin “Babam da senin gibiydi. Onun yazılarını Hürriyet’e koymazdım” sözlerinin ne anlam taşıdığını sordum.
-Doğrudur.Sedat Simavi Ankara’dan yazısını gönderirdi. Haldun Bey yazıyı okuduktan sonra yırtar atardı. Sedat Simavi yazısının neden yayınmadığını bizden sorunca da, yazıyı kaybettiğimizi falan söylerdik, diye anlattı olayı.
Akıl meselesi
Bizim meslekte galiba en büyük hata, kendini gazeteden de, patrondan da bağımsız, güçlü ve bağlantısız görmektir. Neticede gazeteler, gerek kimlikleri gerekse sermayeleri ile birer kurumdur ve en azından birer şirkettir.
Gazeteciler ve hatta patronlar bile bunu unuttukları ve “Ben gazeteden daha güçlüyüm” diye düşündükleri zaman, yolun sonu gelir. Diğer gazeteciler de bu durumu çaresiz seyrederler. Eğer olgunlaşmamışlarsa ve akılsızsalar, mesela işten çıkartılan meslektaşlarının arkasından tef çalarak bayram da yaparlar.
Ben bunu en son, 28 Şubat’ta Sabah’ta yazılarım kesildiğinde, arkamdan “Oh oldu” diye yazan gazete köşelerinde görmüştüm.
Bu oyun böyle oynanıyor bizim meslekte de. Ama bazıları oyunun kurallarını unutup, her şeyi sadece siyasete ve iktidarlara bağlıyorlar.
Seçilirse Gül, “Cumhuriyetin cumhurbaşkanı olacaktır.
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasının bazı kurumlar tarafından krizler üretilerek karşılanacağı yorumlarını, açıkçası hayret ederek okuyorum.
Birincisi askeri ve sivili ile ülkede ağırlığı olan tüm kişilerin ve kurumların “Kriz üretimi” yapmak gibi bir lüksü yoktur. Kimse uçaktaki patlama sesi üzerine paniğe kapılan yolculara ”Ne telaşlanıyorsunuz, babanızın uçağı mı bu?” diye bağıran fıkradaki Temel gibi olmaya özenemez.
İkincisi dış konjonktür de, Türkiye’nin Lübnan gibi, Suriye gibi, Irak veya İran gibi Ortadoğu ülkeleri görünümüne girmesini istemiyor. Özellikle Avrupa Birliği yolculuğumuzdaki bütün engellere rağmen bu yolu açık tutulması, dış konjonktürün Türkiye’ye verdiği en ciddi işarettir.
Son olarak da “Anayasa’ya sadakat”ın tüm Cumhuriyet kurumlarının meşruiyet sebebi olduğunu unutmamalıyız.
Paylaş