Bundan kısa bir süre öncesine kadar, Anayasa Mahkemesi raportörü olan Osman Can’ın adını bilen yoktu.
İlk önce, Anayasa Mahkemesinin Türban Davası konusundaki hazırladığı raporla dikkatleri çekti, şimdi ise Anayasa paketinin görüşülmesi öncesindeki görüşleriyle, günün adamı konumuna girdi.
Neden Osman Can?
Nedeni çok basit. Zira Can, eğer Anayasa Mahkemesi, inceleyeceği Anayasa paketindeki, yargıyla ilgili iki maddeyi (HSYK’nın ve Mahkemenin oluşumuyle ilgili olanlar) iptal ederse, iktidarın bu kararı görmezden gelmesi gerektiğini önererek şok etkisi yaptı. İşin ilginç yanı, hemen her kesimden de eleştiri aldı.
Biz ne dersek diyelim, Batı medyasındaki tartışmanın önünü alamayız.
Hemen hergün yeni bir yazı veya yorum çıkıyor.
Israrla aynı sorulara yanıt aranıyor:
Türkiye’ye ne oluyor? Dış Politikasının yönünü, önceliklerini mi değiştiriyor?
Bu soruları soranları, istediğimiz kadar kötü niyetli olmakla suçlayalım, hatta Mossad ajanı olup olmadıklarını sorgulayalım, hiç birşey değişmiyor. Zaten bu tip suçlamalar daha çok bizleri etkiliyor. Ciddi ciddi, “Allah Allah, kim acaba bu Mossad’cılar?” diye, tartışmalar yapıyoruz.
Uluslararası medyanın umurunda bile değil. Onlar, gülüp geçiyorlar.
Ancak ne olursa olsun, uluslararası medyadaki bu tartışma giderek iz bırakıyor. Her geçen gün, tartışmaya katılanların sayısı artıyor. Bizim ikna yeteneğimiz mi yok veya ne dersek diyelim, onları inandırmamız imkansız mı, bilemiyorum.
Benim dikkatimi çeken nokta, bu tartışmaların henüz sorgulama aşamasında olması. Ak Parti iktidarı suçlanmıyor. Ancak, dikkatli olmak gerekir. Eğer bu gidiş değiştirilmez ve Uluslararası kamuoyu ikna edilemezse, ilerde bu damga üstümüzde kalır. Silebilmek çok daha güçleşir.
Erdoğan iki adım attı, hepimiz ayaklandık.
Türkiye’nin Batı dünyasına sırtını dönüp, Doğu’ya doğru koşmaya başladığı sonucuna vardık.
Kimilerimiz korku içinde.
Bugün dış politikayla başlayan kaymanın, yarın içerde de laik sistemin kaymasıyla devam etmesinden kaygılı.
Oysa, gözden kaçırdığımız birşey var.
O da, gerçek Eksen Kaymasının nasıl olacağını tam anlamıyla bilemememizden kaynaklanıyor. Şimdi yaşadıklarımız, gerçek Eksen Kaymasının yanında çocuk oyuncağı kalır.
Bu kadar kuşku ve kaygı duymamızın bir nedeni, hiç alışık olmadığımız şeylerle karşılaşmaya başlamamız. Bilinmeyenin getirdiği korku. Bir de Başbakan’ın giderek artan sert dili. Sürekli şekilde, kısa süre öncesine kadar müttefik diye sırtımızda taşıdıklarımızı yerden yere vurması. Bu yaklaşımları eleştirenleri de, İsrail kankası ilan etmesi.
En basit eleştiri dahi, neredeyse Mossad casusu damgası yemeğe yetiyor.
Önce kısaca, “Eksen Kayması nedir?”sorusuna yanıt arayalım.
Eksen Kayması, bazıları için, Washington’un politikalarına karşı çıkmak, Avrupa Birliği ile ortak götürülen politikalardan vaz geçmek, Batı dünyası ne diyorsa, onun tersini yapmak yani, Türkiye’ nin din devletine dönüştürülmesi yolunda atılan bir adım. Oysa bugün yaşananların hiçbiri, Türkiye’nin Batı’ya sırtını dönmeye hazırlandığı anlamına gelmiyor.
Peki, o zaman neden Uluslararası medya ve içerde de birçok çevre, Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin,Türk dış politikasını temelinden değiştirmeye çalıştığını ileri sürüyor ?
Nedeni basit...
Filistin’de yayınlanan El Kudüs gazetesine göre İsrail Dışişleri Bakanı Leiberman, Gazze’ye uygulanan ambargonun hafifletilmesi için formülü verdi. Eğer Hamas, 2006 yılından beri elinde esir tuttuğu İsrail’li asker Gilad Şalit’i Kızılhaç’ın ziyaret etmesine izin verirse; İsrail Gazze’nin boynundaki kementi gevşetecek.
Düşünün; bir de serbest bırakırsa neler olur?
Ancak bu çok kolay olacak gibi görünmüyor
Zira Hamas Şalit’e karşı bin kadar Filistinli tutuklunun serbest bırakılmasını ve ambargonun kaldırılmasını istiyor.
İsrail ise Yahudi devletinin varlığını reddeden Hamas ile görüşmeyi bile kabul etmiyor.
Dahası Hamas ile İsrail arasında “kan davası” var.
İsrail Gazze’deki operasyonunda 1.300 kişiyi öldürdü.
Peki bu “kan davası” nasıl bitecek? Ambargo nasıl kalkacak? Acaba Şalit’in salıverilmesi bu konuda ilk adım olabilir mi?
Türkiye’nin bugünkü İran ve İsrail politikaları tümüyle, Erdoğan-Davutoğlu ikisine aittir. Kimseler rol çalmaya kalkmamalı. Ortada riskler de var, prestij de. Kazanan da, kaybeden de bu iki kişi olacaktır.
Erdoğan, uluslararası ilişkilerde kolay kolay görülmeyen bir tutum sergiledi.
İran’a söz verdi ve tüm baskılara rağmen, sözünü tuttu.
BM Güvenlik Konseyindeki oyunu, Brezilya ile birlikte kolaylıkla çekimser’e dönüştürebilir ve bundan dolayı da alkış alırdı.
Son günlerde, PKK kaynaklarından çok ilginç haberler geliyor. Örgütün politikalarını oluşturan, yönetici kadrosunda bulunanlar çok memnunlar. Kendilerine güvenleri artmış. Konjonktürün örgütten yana değişmeye başladığına inanıyorlar.
Kimi açık kaynaklardan kimi de PKK’ya yakın çevrelerden edindiğim bilgiler, birkaç haftadan beri örgütün değerlendirmelerinde önemli değişikliklerin yaşandığını gösteriyor.
Bu değişimin kaynağı da, Ankara-Telaviv gerginliği. Bundan sonra ne olursa olsun, uzunca bir süre Türkiye-İsrail sürtüşmesinin devam edeceğine inanılıyor. Bunun da, PKK’ya önemli avantajlar sağlayacağı ve Ankara’ya yaklaşımını etkileyeceği söyleniyor.
Nedir bu avantajlar?
Aslına bakacak olursak, İsrail’in PKK’ya destek verip vermeyeceği bilinmediği gibi, bu yönde hiçbir işarette yok. Ancak PKK, “mış” gibi yapıyor. İsrail destek vermese, reddetse dahi, Türkiye’deki birçok çevre, böyle bir desteğe inanacağı için, bu durumun PKK’ya moral, Türkiye’ye de sıkıntı yükleyeceği ileri sürülüyor.
İsrail isterse, PKK’ya önemli avantajlar sağlayabilir. Özellikle ileri teknolojiye dayalı, Türk Silahlı Kuvvetlerini yanıltıcı aygıtlar verebilir. Ancak Telaviv’in bu noktaya kadar gidip gitmeyeceği bilinmiyor.
PKK’ya yakın çevreler, İsrail’in desteği olmasa dahi, bu ülkenin Türkiye’ye sırt dönmesinin Washington’u da mutlaka etkileyeceğine inanıyorlar. İşte örgütün en büyük ümidi de bu...
Washington’un istihbarat paylaşımını, bırakın iptal etmesini, 24 saate çıkarmasının dahi, PKK’ya büyük avantajlar getireceği üzerinde duruluyor.
Aslında, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargonun kırılması için organize edilen Uluslararası Konvoy’un faturası Türkiye’ye çıktı.. Askeri saldırının bir Türk gemisine yapılmış olmasından dolayı, olayın damgası bizde kaldı. Sanki sadece Türkiye ile İsrail arasında bir sürtüşme olmuş gibi bir hava doğdu.
Bugün bir muhasebe yapmak istedim.
Bütün bu gelişmelerden, Türkiye’nin ne kazanıp ne kaybettiğini de hesaba katmak isterdim. Bu aşamada, Türkiye’nin yıldızı da Erdoğan gibi parlıyormuş görünüyor. Ancak, aman dikkat. Bu tip kısa vadeli değerlendirmeler çok yanıltıcı olabilir. Bugün kazanılanlar yarın kaybedilebilir. Türkiye omuzlarda dolaştırılırken, farklı durumlara da düşebilir.
Kişiler ve kurumlar açısından bakıp, kimin ne kazanıp ne kaybettiğini araştırdım. Bu alanda da durum yarın değişebilir, ancak bugüne kadarki zaman dilimini göz önünde tutarak bir bilanço yapar, bugünün resmini çekersek ilginç bir manzara ile karşı karşıya kalıyoruz.
KAZANANLAR
- Erdoğan kazananlar listesinin başında geliyor. Hemen arkasında da Davutoğlu var. Bu politikanın Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin genel ve göz yummaları sayesinde yürütüldüğü, her ikisinin de açıklamaları, duyarlıkları ve vücut dilleriyle apaçık ortada. Başbakan, Gazze ambargosuna başından beri öylesine tepkili ki, bu konvoyu engellememesi, İsrail ile ilişkileri sarsma pahasına onayını vermesi, sorumluluğu da taşımak istediğini gösteriyor. Davutoğlu da aynı şekilde ön planda rol alıyor. Erdoğan, Arap ve birçok müslüman ülke halkının kalbini kazandı. Türkiye’ye karşı sokaklarda sempatiyi arttırdı. Erdoğan, içerde de popülaritesini arttırdı. Anketler, oy oranının 5 puan yükseldiğini gösteriyor.