Başbakan’ın resmi Bağdat gezisi, daha başlamadan dikkatleri üstüne topluyor. Hem Türk-Irak ilişkileri, hem de Türk-Kürt ilişkileri açısından son derece önemli semboller taşıyan bir ziyaret hazırlanıyor.
Dünkü yazımda, Başbakan’ın Bağdat dönüşünde, kısa bir süre için dahi olsa, Kuzey Irak yönetiminin resmi olmayan başkenti gibi nitelendirilen Erbil’e inmesi ve örneğin Kuzey Irak Yönetim Başbakanı Neçirvan Barzani ile kısa bir görüşme yapıp yoluna devam etmesi önerisiyle ilgili gelişmelere değinmiştim.
Gerçekten de, Irak yepyeni bir sürece giriyor. Kuzey Irak’ta, artık “bağımsızlık” değil, aksine Irak’ın önemli ve etkin bir parçası olarak kalıp, bu ülkenin petrol ve doğalgaz zenginliklerinden daha fazla yararlanma politikası ön plana çıkıyor.
“Bağımsızlık” fikri belki hiçbir zaman tümüyle yok olmayacaktır. Belki ilerde, koşullar farklılaşırsa yeniden gündeme gelecektir. Ancak Barzani ve Talabani yönetimleri, önümüzdeki süreçte, bağımsızlığa değil, refah ve zenginlik kazanmaya öncelik verilmesinde görüş birliğindeler.
İlk defa bu köşe’de okumuştunuz.
Başbakan, ABD istilasından sonra nihayet Bağdat’a resmi bir ziyaret yapacak. Güvenlik nedeniyle, kesin tarihi son dakikaya kadar açıklanmayacak.
Aslında çok daha önce gerçekleşmeliydi. Neredeyse her hafta, bir resmi ziyarete sahne olan Bağdat’a en yakın komşusunun liderinin bir türlü gitmemesi, kendi başına garip bir durumdur.
Sonunda oluyor.
Fransız Devlet Başkanı Sarkozy’nin, Türkiye’nin AB yolunu mümkün olduğunca zorlaştırma yaklaşımını geri plana atmasını bekliyordum. Türkiye ile ikili ilişkileri geliştirmek istediği mesajları veren, özel temsilci olarak, Türkiye’nin tam üyeliğini destekleyen Pierre Lelouche’u atayan Sarkozy, tam “Türkiye aleyhtarı görüşlerini esnekleştiriyor” izlenimi verirken, tam aksine, bu konunun peşini bırakmayacağının hergün yeni bir işaretini veriyor.
Sarkozy’e “geleneksel Türk tepkisi ne olur?” diye sorarsak, verebileceğimiz yanıt çok kolay. Türk diplomasisi, siyasetçisi ve medya’sının en iyi bildiği sert tepki göstermektir.
Liderlerimiz, Sarkozy hakkında son derece ağır sözler sarfederler. Adeta halkı kışkırtırcasına karşı tarafı yerden yere vururlar. Sarkozy, “Türk düşmanı” ilan edilir. Siyasi temaslar ya kesilir veya en alt düzeye indirilir. Fransa tüm devlet ihalelerinden çıkarılır. Türkiye’de yatırımı olan Fransız şirketlerine bürokratik engelleme başlatılır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, Fransa’dan hiçbir silah veya sistem almayacağı gibi, Fransız Silahlı Kuvvetlerine güçlük çıkartır.
Milli Takım yine hepimizi şaşırttı.
Yine ilk devre döküldüler. Sinir içinde kaldık. Kötünün ötesinde futbol oynadık. Çek’lerin bir şutu direkten döndü. Biri yüzde yüz gollük şutu dışarı attı. Rıdvan Dilmen “takım ruh gibi ortalarda dolaşıyor” diye eleştiri dozunu arttırmaya başlamıştı.
Hele 2-0 olduktan sonra, yine Fatih Terim ‘i ipe yollamaya hazırlanıyorduk ki, Arda oyunu değiştiriverdi.
Ardından, Çek kaleci bir gol hediye etti ve mucizeyi Nihat yarattı.
Avrupa Kupası gecelerimizi renklendirmeyi sürdürüyor.
Doğrusu ilk gece Portekiz’e yenilince hepimizin morali bozuluvermişti. Kabul, Portekiz dehşet bir futbol oynuyor. Ancak bizi hayal kırıklığına uğratan, bizim kötü bir futbol sergilememizdi.
Tabii, hemen kolları sıvadık ve Fatih Terim’in kafasını almak üzere harekete geçtik. Kıyametler koparıldı. Böylesine bir moralle çıkılan İsviçre maçı ise, hiç beklenmedik şekilde (zira, galip geleceğimizi tahmin edenlerin sayısı çok azdı) galibiyetle sonuçlanınca, bu defa Fatih hocayı omuzlarda taşımaya başladık.
Bu iş böyledir.
Hrant Dink’in başına gelenler inanılacak gibi değil.
İlk dönemde fazla ihtimal vermemiştim.
Bu kadar ayrıntıya sahip olmadığımızdan dolayı, daha çok bir ciddiyetsizlik, koordinasyonsuzluk veya aldırmazlığımıza bağlamıştım. Çeşitli servislerin elde ettikleri bilgileri birbirleriyle paylaşma konusundaki isteksizliklerini, sorumlu durumdaki kişilerin önlem almamalarını, tamamen idari gevşekliğe bağlıyorduk.
Aman efendim, meğer işin içinde neler neler varmış.
Başbakan sonunda konuştu ve genel tutumunu ortaya koydu. Genel yaklaşımını ve yol haritasını -belirli oranda- gösterdi.
Benim en çok dikkatimi çeken nokta, Başbakan’ın genel gerilimi arttırmamaya dikkat etmesiydi. İstese çok daha hırçın, çok daha sert konuşabilirdi. Başbakan bu noktaya çok dikkat ediyor. Sokağı ayağa kaldırmaktan kesinlikle kaçınıyor.
Diğer bir gözlemim, gerilimi arttırmamaya dikkat eden Erdoğan’ın, öte yandan da dik durmaya özen göstermesi, boyun eğermiş gibi davranmamasıydı. Hatta meydan okudu ve son sözün Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğunu ısrarla vurguladı.
Bu yaklaşıma karşılık, Başbakan sadece kendi kesimine hitap etmekle yetindi, onların hislerine tercüman oldu. Laik kesimin beklentilerini görmezden geldi. Laiklerin kuşku ve kaygılarını hafifletecek, bu kuşku ve kaygıların yersiz olduğunu, AKP’nin temel politikalarının Türkiye’yi bir din devletine dönüştürmek olmadığına ikna etmeye yönelik hiçbir şey söylemedi. Sadece CHP ile anayasa değişikliklerini iptali için oy veren 9 yargıcı eleştirdi. Anlaşılıyor ki, Başbakan, CHP’nin ve Anayasa Mahkemesindeki 9 yargıcın, laik kesimin kuşku ve kaygılarını seslendirdiklerini görmemiş veya görmek istememiş.
Herkesin dikkatini çekiyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri uzunca bir süredir suskun. Bundan bir süre önce, Genelkurmay Başkanı ya da Kuvvet komutanları, iç siyaset veya dış politika konularında görüşlerini açıklar, gerektiğinde iktidarı eleştirirlerdi.
Hele 2007 yılı, bu açıdan çok fırtınalı geçmişti. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde, laiklik ile ilgili gelişmelerde, DTP’nin genel seçimlere katılması öncesinde, Asker sık sık görüş açıklayıp, gidişi etkilemeye çalışmıştı.
Bu yaklaşımın en üst noktası, 27 Nisan’daki internet bildirisiydi. Kimine göre “e-muhtıra”, kimine göre ise “görüş açıklamasıydı”