10 Haziran 2010
ÜÇ beş yıl öncesine kadar çevre sevgisi, çevre bilinci denildiğinde bir çoğumuzun algısı çiçek-böcek üzerine odaklanırdı. Oysa bugün ekonomisi, sosyal yaşamı, hatta kültürel yönleri ile ‘çevre’ denildiğinde farklı bir noktada duruyoruz.
Hürriyet Ankara olarak her zaman çevre konusunda farklı, her zaman özel bir duruşumuz olduğuna inanıyorum.
Yakın geçmişte Ankara Genç İşadamları Derneği (ANGİAD) ile birlikte gerçekleştirdiğimiz ‘Ankara Isınırsa Türkiye Yanar’ isimli çevre hareketi, bunun güzel örneklerinden bir tanesi..
Ankara Hürriyet’in, çevre konusunda bambaşka bir hayalini, projesini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Grandpa Elliot
Sanal dünyayı takip edenler hatırlayacaktır, yakın geçmişte dünyanın farklı ülkelerindeki müzisyenler ‘Playing for Change’ isimli organizasyon altında bir araya gelmiş, seçtikleri şarkıları farklı bir prodüksüyon ile seslendirmişlerdi.
Amaçları, dünya barışına katkı sağlamak idi. Müzisyenlerin, Batı müziğinin klasikleşmiş şarkısı ‘Stand by Me’ yorumunda, bir sokak şarkıcısı (bluesman) olan Grandpa Elliot bir anda ünlü olmuştu.
İlgilenenler detayları www.playingforchange.com adresinde bulabilirler.
Doğa için çal
Ardından Türkiye’de bir grup, Playin for Change’in dünya barışı için hayata geçirdiği projeyi, çevre sorunlarına dikkat çekmek için Türk müziğine uyarlamıştı.
‘Doğa İçin Çal’ isimli proje de kısa sürede tanındı özellikle internet ortamında sevilerek izlenen videolar arasında üst sıralarda yerini aldı.
Divane Aşık Gibi türküsünün yorumunu, Uzun İnce Bir Yoldayım isimli türkünün yorumu izledi.
Bu organizasyon ile ilgili detaylara da www.dogaicincal.com adresinden ulaşmak mümkün.
Kentin için söyle
Önümüzde iki başarılı proje dururken, bu duyguyu titreşimi neden yerelleştirip Ankara için bir sinerji yaratmayalım diye düşündük.
Yaşamın geneli için siyaset üstü konulardan bahsedilebiliyorsa, Ankara’da çevre ve doğa için siyaset üstü bir birlikteliğin hayata geçirilmemesi için hiç bir neden yok.
Ak Partili Büyükşehir Belediyesi’nin, CHP’li Çankaya Belediyesi’nin ya da MHP’li Gölbaşı Belediyesi’nin çevreye karşı sevgisiz ya da ilgisiz olduğunu söylemek mümkün değil.
Büyükşehir Belediyesi’nin Ankara’yı daha yeşil bir kent yaptığını kim inkar edebilir.
Ya da Çankaya Belediyesi’nin hassasiyetlerini..
Gölbaşı Belediye Başkanı’nın Mogan Gölü’nde su seviyesi yükseldiğinde gözlerinin parlaması, bu ‘ortak sevgi’ye bir başka örnek..
Herkese açık çağrı
Hürriyet Ankara olarak, Büyükşehir Belediyesi’nden Ankara Valiliği’ne, kamu kurumlarından ilçe belediyelerine, sivil toplum örgütlerinden eğitim kurumlarına kadar Ankara’da yaşayan, bu kent ile nefes alıp veren herkese çağrıda bulunmak istiyoruz.
Gelin hep birlikte Ankara tarihinin en büyük, en kardeşçe hareketini başlatalım.
Ankaralı müzisyenler ‘kentimiz için söylesin’, bizler kentimiz ve çevre için onlara eşlik edelim.
Gerektiği yerde doğadan özür dileyelim, gerektiği yerde doğanın canına can katalım.
Bu sefer doğa için tek yumruk olalım.
NOT: Projeye dair öneri ve fikirleri olanlar, Lsegmen@hurriyet.com.tr adresine e-posta gönderebilirler.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2010
Okulların tatile girmesine kısa bir zaman kaldı. Bugünlerde öğretmeniyle, öğrencisiyle bütün eğitim camiasında bir sınav heyecanıdır gidiyor. Kimisi gelecek yıl kaldırılacak olan SBS’nin ‘son kurbanı’ olduğuna yanıyor, kimisi üniversite sınavının stresini yaşıyor. Geçtiğimiz günlerde TED Koleji, eğitimin sistemini detaylarıyla sorgulayan geniş bir raporu kamuoyu ile paylaştı. Rapora göre sınav sistemine her yıl 16.7 milyar TL harcıyoruz. Neredeyse bir bakanlık bütçesi kadar..
Üniversite sınavı sisteminin yedi kere değiştirilmiş olması da, dikkat çeken bir başka tespit..
Ancak raporda bir rakam var ki, o rakam üzerine ayrıca ve uzun uzun düşünmek gerekiyor.
3 bin 557 lisenin bulunduğu ülkemizde, dershane sayısı 4 bin 193..
TED Genel Başkanı Selçuk Pehlivanoğlu, bu durumu ‘eğitim felaketi’ olarak nitelendiriyor.
Tanıdığım anne babaların neredeyse tamamı, akşamlarını çocuklarının performans ödevlerini yapmaya ayırıyor. Çocukları ile aralarındaki diyalogun büyük kısmı ‘kaç deneme sınavı yaptın, kaç soru çözdün7 soruları etrafında dolanıyor. Çocuklarımızı dershane, okul, ders çalışma, sınava girme ve uyuma üzerine kurulu bir soğuk yaşama hapsediyoruz.
Sonra ÖSYM’ye isyan edip içini şarkısına döken çocuklarımızı hapis cezasına çarptırıyoruz.
Günlerdir kendime aynı soruyu soruyorum:
“Biz çocuklarımıza gerçekte ne yapıyoruz?”
Milli Eğitim Bakanı’ndan en uzak köydeki öğretmenine kadar herkesin çocuklarımıza daha iyi bir gelecek sağlamak için çırpındığından zerre kadar şüphem yok.
Hafta başında Ankara Milli Eğitim Müdürü Kamil Aydoğan, arkadaşımız Deniz Gürel’e yaptığı açıklamada dikkatimi bir başka yöne çekiyor.
Bir yandan çocuklarımızı eğitmeye çalışırken, ailelerimizi ne kadar eğitmişiz, ne kadar eğitebiliyoruz..?
Aydoğan, “Çocuklar bizim kara sevdamızdır” diyor.
Zaten çok sayıda çocuğumuzu sisteme rağmen eğitip başarılı birer birey yapabiliyorsak, altında bu cümlede gizlenmiş idealizm yatıyor.
Kamil Aydoğan, karne dönemi öncesi önemli bir hatırlatma da yapıyor:
“Çocukları aşağılamak cinayettir. Anne, baba, öğretmen kimden gelirse gelsin, çocuklarımızı aşağılamak cinayetle eş değer olduğu gibi, onları yargılamak ağır bir suçtur.”
Aydoğan bunları söylerken, Ankara’daki bin 300 rehber öğretmenle bir araya gelip, ailelerin çocuklara yaklaşımı konusunda bir çalışma yaptıklarını da sözlerine ekliyor.
Ama her şeye rağmen “Biz çocuklarımıza gerçekte ne yapıyoruz?” sorusuna ne yazık ki, “Onları birer dünya vatandaşı olarak yetiştiriyoruz” cevabını veremiyorum.
Ortada gerçekler, tablolar ve veriler duruyor.
Belki bugün gelinen noktada eğitim sistemi, bir delinin kuyuya attığı taş gibi..
Kırk akıllı çıkaramıyor..
Neden okuldan çok dershane var..?
Neden sınav sistemine her yıl 16.7 milyar TL harcıyoruz..?
Neden çocuklarımıza bunu yapıyoruz..?
Sanırım kimse bilmiyor..
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2010
ANKARA, maaşı hesabına her ay ‘devlet garantisi’ ile yatan memur kenti olarak algılanır. Harcanacak para hem garantilidir, hem de totalde miktarı az çok kestirilebilir. Ankara’da AVM’lerin ticaret hacmi açısından İstanbul’un önüne geçmesinin altında yatan en önemli neden de zaten budur..
Ankara’ya yapıştırılan ‘memur kenti’ yaftasına rağmen, ben Ankara’nın ekonomik açıdan eski Ankara olmadığını düşünüyorum. Yalnızca ekonomide değil, yaşamın her alanında durum böyle..
Hatta kültür sanatta bile..
Örneğin Ankara Hürriyet’in düzenlediği Genç Nota Liselerarası Müzik Yarışması..
Üçüncü yılında Türkiye’nin en büyük gençlik organizasyonu haline geldi.
Önceki gün Kocatepe’de sevgili Hicri Bozdağ ile Orta Dünya Kafe’de oturup çay içtik, sohbet ettik. Sohbete sonradan müzik adamı Musa Göçmen de katıldı. Müzik alanında yaptıkları, Ankara’nın değil Türkiye’nin sınırlarını aşmış durumda..
Bir başka örnek, Proses..
Yıllar sonra Ankara’nın da artık MÜYAP’a üye olan yapımcı bir firması var. Prodüksiyon yapabiliyor, profesyonel müzik albümlerinin altına imza atıyor.
Netvizyon’a bakıyorum, Ankara’nın ilk ‘media park’ını kurmuş. Üstelik hiç de küçümsenmeyecek bir yatırım ile..
Sadece bu firmalar değil elbette. Ankara’da ilkleri başaran yüzlerce firma var ve bu firmalar 5 yıldır Ankara Hürriyet’in sayfalarında başarı öykülerini bizlerle paylaşıyorlar.
Ve dün..
Ankara Sanayi Odası’nın Meclis toplantısında Başkan Nurettin Özdebir, ‘Ankara Sanayiinde Durum Tespiti ve Beklentiler’ anketinin sonuçlarını açıkladı.
Anketin sonuçları, Ankaralı sanayicinin 2010 yılına büyük bir umutla baktığını gösteriyor. Rakamlar ise üretimden satışa çok ciddi artışlara işaret ediyor.
Ankaralı sanayicinin gerçekleştirdiği ihracatta, geçen yılın Mart ayına göre yüzde 22’lik bir artış var. Bu artışla birlikte Ankara’nın yaptığı ihracat, 10 milyar dolara yükseliyor.
ASO Başkanı Nurettin Özdebir’in konuşmasının finalinde yaptığı çağrı da, kayda değer:
“Biz ASO olarak her şeyin başı üretimdir diyoruz. Üretim olmadan istihdam olmaz, kalkınma olmaz, refah ve huzur olmaz, istikrar da olmaz. Üretimi mutlaka artırmalıyız. Bu nedenle bütün politikalar gibi siyasi tartışmaların odağında da üretim olmalıdır.”
Ankaralı sanayici her geçen gün daha çok üretiyor.
Sadece sanayici değil, teknoparkları, müzisyeni, bilim adamı, yazarı, düşünürü, yerel yönetimi ile Ankara artık hem ekonominin hem yaşamın her alanında daha çok üretiyor.
‘Memur kenti’ kompleksini üzerimizden atmanın bence tam zamanı..
Dünya değişiyor, Türkiye değişiyor, Ankara değişiyor..
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2010
Grup Gündoğarken’in yıllar önce dillerden düşmeyen şarkısıydı, ‘Bir Yaz Daha Bitiyor’..
Turistik bölgelerde, yaz sezonunun sonuna doğru hemen her kafede, restoranda, barda o şarkı çalınırdı..
Bir yaz daha bitiyor
Gökyüzü bulutlandı
Dalgalar yorgun ağır
Kıyıda soluklanırlar gibi
* * *
Çadırlar söküldüler
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2010
KREDİ kartları, Türkiye’deki kullanımı yaygınlaştığı günden beri ekonomi gündeminde her zaman ön sıralarda yerini aldı. Hayal bahçesinde ‘banknot ağacı’ zannederek dara düşen dar gelirliden tutun da, kredi kartına 12 taksitle tüp bebek yaptıran hayalleri taze çiftlere kadar herkesin yaşamı bu kartlarla yeniden şekillendi. Yazının tam burasında, telefonuma gelen kısa mesaj sesi ile irkildim.
Şaka gibi..
Mesaj bankadan geliyordu ve “Uluslararası ayrıcalıklarla zenginleştirilmiş Platinum Card’a hoşgeldiniz. Kartınız en kısa sürede adresinize ulaştırılacaktır” bilgisi verilmişti.
İyi ama, benim böyle bir başvurum hiç olmadı ki..?
Hatta ben yaşadığımız ülkede insanlara ‘zenginleştirilmiş’ kartlar yerine, ‘fakirleştirilmiş’ kartlar verilmesini daha doğru buldum çoğu zaman..
Çünkü zenginleştirilmiş kartlar, insanları fakirleştiriyordu.
Geçen hafta Ulus’taki Sobacılar Çarşısı’nda bir diyaloga şahit oldum.
Genç delikanlı, bekar evinin şofbeni için boru alacaktı. Önce 6 lira olan boruyu sıkı bir pazarlıkla 4 liraya düşürdü, ardından cebinden çıkardığı kredi kartını uzatıp “Taksit de olur mu abi..?” diye sordu.
Gözümle görmesem, inanmazdım..
Dün Anadolu Ajansı’ndan gelen bir haber, beni kredi kartlarının farklı bir boyutuna götürdü.
Türkiye Bakkallar ve Bayiler Federasyonu (TBBF) Yönetim Kurulu Üyesi Süleyman Yılmaz’ın, dikkat çektiği ilginç bir durum vardı. Yıldız, Türkiye genelinde dar ve orta gelirli birçok ailenin kredi kartlarına olan borçları yüzünden bakkala borç yazdırmaya başladığını bu nedenle borç defteri yeniden kabaran bakkalların batma noktasına geldiğini anlatıyordu.
Konya’da bakkallar ilk defa bir banka ile pos cihazı alımı için anlaşma yapmışlar. Diğer bir deyişle ek maliyete katlanıp, veresiye defterlerini kredi kartı ekstresi olarak yeniden ‘şekillendirmeye’ karar vermişler.
Bakalım bu strateji Konya’da bakkal amcayı iflasın eşiğinden kurtarabilecek mi..?
Ama kredi kartları yaşamımıza girdiği günden bugüne yaşadığımız ‘filmin özeti’ gerçekten düşündürücü..
Önce kredi kartları ile tanıştık..
Sonra yaşamı taksitlendirdik..
Limitler yetmeyince limitleri artırdık..
Limitler dolunca, bakkal amcaya veresiye yaptık..
Veresiyeyi de ödemeyip, bakkal amcayı kredi kartının batmış ek hesabı yaptık..
Ve dar gelirli bir çok aileyi zor duruma düşüren kredi kartını mahalle bakkalına el birliği ile sokmayı başardık..
Bu filmin devamında, ilköğretim müfredatına kredi kartının doğru kullanımı ile ilgili bir ders eklenmesi bile gündeme gelebilir..
Çünkü sorun kredi kartında değil, kartı kullanmayı bilmeyen bizlerde ve tüketiciyi yanlış yönlendiren bankacılık sisteminde..
Taksitle harcayalım, ama taksitle yaşamayalım..
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2010
ARKADAŞIM Düzgün Karadaş’ın MHP Ankara Milletvekili Tuğrul Türkeş ile yaptığı ‘Ankara Röportajı’ kısa süre önce Habertürk Gazetesi’nin Ankara ekinde yayınlandı. Tuğrul Bey siyasi bir kişilik olarak tanıdığım, ancak bizzat tanıştığım bir siyasetçi değil. Ankara üzerine görüşlerini ilgi ile okudum. Röportajın bir yerinde gerçekten irkildim:
“Artık binalar balkonsuz yapılmalı”
Aklıma önce “Evin balkonlusu, erkeğin göbeklisi makbuldur” esprisi geldi. Acaba Tuğrul Bey ince bir gönderme mi yapıyordu..? Daha dikkatli okudum.
Gayet ciddiydi..
Tuğrul Bey’in temel gerekçesi görüntü kirliği, balkonların işlevsel olmaması..
Ancak bir alt gerekçe var ki, o daha da irkiltici..
Tuğrul Bey diyor ki, “İnsanların balkon yerine evlerinde kilere ihtiyaçları var. Ankara’da yaşayanların çoğu kırsal kesimden gelmiştir. Memleketinden erzakını getirse bugününkü apartman sisteminde bunu koyacak yeri yok.”
Yani bir anlamda “Kırsalı kentleştirmek yerine, kenti kırsallaştıralım.” önerisinde bulunuyor.
Eğer Tuğrul Türkeş’in Ankara’nın balkonlarına dair görüşleri, ‘kent estetiği, mimari estetik, toplum sağlığı, sosyoloji, tarih, doğa, statik, ekonomi’ gibi başlıklar altında konunun derinlemesine analiz edildiği bir rapora dayanıyorsa, o raporu görmeyi gerçekten çok isterim.
Siyasetçiler kent politikalarını elbette eleştirmeli, gördükleri yanlışları söylemeliler. Ancak Tuğrul Türkeş’in balkonlar konusundaki ‘radikal projesi’ bir eleştiri değil, doğrudan doğruya icraat vaadi niteliğinde..
Bunu net biçimde gösteren cümlesi ise şu:
“Balkonlu evden Ankara artık vazgeçmelidir. İmar Kanunu’na bir ilave yapılarak bu sağlanabilir.”
Ben bu görüşlerin ‘talihsiz bir açıklama’ olduğunu düşünüyorum.
Üstelik Tuğrul Türkeş’in yıllardır siyaset yaptığı MHP’de, Mansur Yavaş gibi yerel yönetimler alanındaki başarısını somut biçimde ispatlamış bir siyasetçi de var.
Tuğrul Bey, MHP Ankara Milletvekili olarak kamuoyuna ‘Balkonsuz Ankara’ projesini açıklarken Mansur Bey’in görüşünü sordu mu bilmiyorum.
Ama Mansur Bey’in görüşünü de merak ediyorum..
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2010
DÜNYA Su Günü’nü kutladık, 22 Mart’ta.. İlgili kurum ve kuruluşlar etkinlikler düzenledi, bildiriler açıklamalar kaleme alındı..
Sadece bu hafta değil, biz bugünü yıllarca kutladık..
O zaman bir soru..
Suyun gününü kutlaya kutlaya biz Ankaralılar, neden geçen yıl az daha susuzluktan ölecek hale geldik..?
Gelişmiş ülkelerde ‘su yönetimi’ denilen bir kavram kabul görüyor..
Büyükşehir Belediyesi’ne gönderme yapmak değil amacım..
Başbakanıyla, bakanıyla, genel müdürüyle, belediye başkanıyla Ankara’nın suyunu kim yönetemedi, onu düşünmek gerekiyor..?
Musluklarımızdan bir gün çamur aktı, öteki gün kıpkızıl pas posası..
Sulama tankerleri, Afrika çekirgeleri gibi istila etti Başkent’i..
Hem de ne çekirge..
Şanlıurfa’ya hayat veren GAP Projesi, 63 plakalı tankerlerle hayat verdi Ankara’nın refüjlerine..
Adı yine GAP idi, sadece açılımı değişmiş gibiydi..
‘G’el, ‘A’l, ‘P’ompala..
Gecekondu mahalleleri dışında hükmü geçmeyen beyaz plastikten bidonlar, yıllar sonra sosyetenin vazgeçilmezi oldu..
Kesinti, kesinti, kesinti derken..
Altyapımız dayanamadı patladı, dört gözle yağmur beklerken sel afeti yaşadık Yenimahalle sokaklarında..
Bakan çıktı belediyeye çattı..
Başkan çıktı “Canı sağ olsun” dedi..
Öteki ayrı konuştu, beriki ayrı sustu..
Bir delikanlı da çıkıp, ‘sudan mazeretlerle’ harcanmış milyonlarca liranın hesabını sormadı ya da vermedi..
Küresel ısınmayı, üç gün sonra çökecek cehennem ateşi zannettik bir çoğumuz..
Hatta cehennemden kaçmanın yolu olarak, rezervuarların içine su doldurulmuş Coca Cola şişesi koymamızı öneren yöneticilerimiz bile oldu..
Su depoları, su pompaları, evinin önünde halı yıkayan kadınlara kadar uzandı tartışma..
Yenimahalle’yi sel götürünce, kesintiler bir anda bitti..
Ardından cılız bir ses itiraf etti: “Aslında kesintiye gerek yok, Ankara’nın suyu var şimdilik..”
Zerrin Özer şarkısı gibi..
“Nasıl da geçmişti bütün bir yaz..”
Dünya Su Günü kutlu, mutlu olsun..
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2010
KIZILAY’da Yeni Karamürsel binasının önünde simit tezgahı mı, yoksa Çayyolu Park Caddesi’nde balık restoranı mı..? Zaman zaman aklıma düşen sorudur, acaba hangisi daha çok kazanıyor diye..
Sonra bir başka soru..
Acaba Türkiye dışında gelişmiş dünya ekonomilerinde de ticaretin kuralları bizde olduğu gibi midir..?
Örneğin bir berber dükkanı açmak için izlenen prosedür ile beş yıldızlı bir otel açmak için izlenen prosedür arasında ne fark vardır..?
Hangisi daha kolaydır..?
Geçtiğimiz günlerde, Park Caddesi’nde Lagos Restoran’daydım..
* * *
Restoranın ortaklarından Ali Bölükbaşı, bana göre Ankara’da bu işin ‘koca çınar’larından bir tanesidir..
Uzun uzun sohbet ettik..
Lagos’un üst katını, Pazartesi günü kasap/restoran konsepti ile açmak için yoğun bir çalışma içinde..
Sohbetimizde konu konuyu açtı, vergilere kadar geldi..
Bir zamanlar ‘mahalle baskısı’ nedeniyle içki ruhsatı alamayan restoranlar, ‘can havli’ ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’na başvururlardı.
İslamı siyasallaştıran belediyelerin kırmızı çizgilerini aşabilmek için..
Türkiye’de böyle belediyelere en güzel örnek, Keçiören’dir..
Turistik işletme belgesi almak zordur, ileri düzeyde kalite ister, yüksek standart ister..
* * *
Bugün ise içkili restoranlar yine ‘can havli’ ile turistik işletme belgelerini iptal edip belediyelerden içki ruhsatı almak için yoğun çaba içinde girdiler.
Nedeni bana hem komik, hem trajik..
Turistik işletme belgesi olan restoranlar, sattıkları yiyecek için yüzde 18 KDV öderken, belediye ruhsatı ile yiyecek satan restoranlar yüzde 8 KDV ödüyor..
Yani devlet diyor ki kalite satarsan çok vergi, simit satarsan az vergi..
İşletmecisini simit satmaya teşvik eden başka devlet var mıdır bilmiyorum ama, bu uygulamanın bana göre gizli bir mesajı da var..
* * *
O da şu:
“Belediyeler benim elimde ve belediyelere başvurursan içki satamazsın. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na sığınırsan, seni KDV ile cezalandırırım. Sen gel efendi ol, içki satma çok kazan..”
Simitçiler adına sevindim, ama simitçilerin asla turistik birer işletme olarak kurumsal kimlik kazanamayacaklarına üzüldüm..
Her akşam Avrupa Birliği rüyasına yatan Türkiye’ye yakışmayan sayısız olaydan bir tanesi..
Bu nedenle de, ancak rüyasına yatıyoruz zaten..
Komik..
Yazının Devamını Oku