Levent Seğmen

Çayyolu’nda Çankaya sürprizi

5 Ağustos 2010
ANKARA’da son on yılın belki de en çok konuşulan bölgesi Çayyolu oldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresine aktardığı beğenisinden tutun da, Amerikan Forbes Dergisi’nin hakkında hazırladığı özel dosyalara kadar, Ankara’da Çayyolu denildiğinde her kesimden insanlar dikkat kesildi.

Geçtiğimiz hafta bir dost sohbetinde konu Çayyolu’nda açılınca, ister istemez ben de dikkat kesildim. Masada dile getirilen iddia, her kent habercisinin ilgisini çekecek, iştahını kabartacak cinstendi.
Buna göre İçişleri Bakanlığı’nın ilgili birimlerinde Ümitköy, Çayyolu, Konutkent ve Yaşamkent’in Yenimahalle Belediyesi’nden ayrılarak, Çankaya Belediyesi’ne bağlanması için bir çalışma başlatılmıştı.
İddiaya şüphe ile yaklaştım..
Ancak iddiayı ortaya atan tiyatro oyuncusu arkadaşım, bana böyle bir kararın arkasındaki siyasi ve ekonomik gerekçeleri anlattığında, ciddiye alınması gerektiğini düşündüm.
Siyasi gerekçelere girmeyi doğru bulmuyorum. Bir çok insanın kalbini istemeden kırabilirim.
Ekonomik gerekçeler ise zaten açık biçimde ortada duruyor. Çayyolu Ankara’da tahmin edilenin de ötesinde bir rantın bulunduğu Karun Hazinesi gibi.. Değeri ve cazibesi ile akıl almaz ihtirasların,  planların ilham kaynağı..
Dost sohbeti uzadıkça, Çayyolu’nun benim de yakından izlediğim 20 yıllık tarihi gün gün yeniden canlandı. Dolayısıyla, Ankara’nın yakın tarihi de..

Yazının Devamını Oku

Hız limitleri ve para cezaları

29 Temmuz 2010
Bir süredir Ankara’nın hemen her yeri kameralı radarlarla donatılıyor. Aslında bu moda, ihale dosyasından tutuklanan bir önceki emniyet müdürü tarafından başlatıldı. Eski müdür Orhan Özdemir Kayseri’den gelir gelmez ilk iş olarak Eskişehir Yolu’ndaki hız limitini 50 kilometreye çekmiş, ikinci iş olarak Park Caddesi’nde alkol satan lüks restoranlara trafik ekipleri aracılığı ile savaş açmıştı.
Eskişehir Yolu’ndaki hız limiti ile ilgili daha önce düşüncelerimi paylaşmıştım. Trafik bir bilim ise yerleşim yeri ve yaya trafiği olmayan, hayvancılık yapılmayan, okul bulunmayan kısacası inlerle cinlerin top oynadığı 4+4 şerit bir bulvarda 50 kilometre hızla gitmek için tekerleğin icat edildiği çağda yaşıyor olmak gerekiyor.
Zaten bu gerçek, aylar sonra görüldü ve limit 70 kilometreye çekildi.

Saatte 90 kilometre

Geçenlerde Esenboğa Protokol Yolu’ndaki hız sınırı levhaları dikkatimi çekti. Saatte 90 kilometre idi. Oysa Esenboğa Yolu Eskişehir Yolu ile karşılaştırıldığında, fiziksel şartlar açısından çok daha düşük hız limitlerini gerektiriyor.
Bu noktada insanın aklına, bir soru takılıyor. Emniyet ‘hata’ odaklı mı çalışmalı, yoksa ‘tuzak’ odaklı mı..?
Daha açık bir ifade ile emniyet hız yapılması kolay/kaza yapılması zor yollarda mı kontrollerini yoğunlaştırmalı, yoksa hız yapılması zor/kaza yapılması kolay yollarda mı..?
Somutlaştırmak gerekirse benim iddiam, Eskişehir Yolu’nda saatte 100 kilometre hızla giden bir otomobilin kaza yapma ihtimalinin, Tunalı Hilmi Caddesi’nde saatte 50 kilometre hız yapan bir otomobile göre çok daha düşük olduğu yönünde..
Bugün Ankara’nın yeni bir valisi ve yeni bir emniyet müdürü var.
Bir önceki dönemde yapılan uygulamalar, insanları eğiterek trafik suçu işlemelerini önlemekten çok, bol bol ceza yazıp Maliye Bakanı’ndan aferin alma kaygısı ile hareket edildiği gibi bir izlenim sergiliyordu.

Hürriyet Akdeniz’de

Bakalım bu yeni dönemde nasıl bir yönetim anlayışı ile karşı karşıya kalacağız.
Ancak Ankaralılar’ın pek de bilmediği bir detayı aktarmak istiyorum. Yeni Valimiz Alaaddin Yüksel, önceki görev yeri Antalya’da farklı bir uygulamaya imza atmıştı.
Antalya’da tüm sabit ve hareketli radarların kuruldukları yerler ile emniyetin alkol çevirmesi yaptığı tüm noktalar saatleri ile birlikte her gün Hürriyet Akdeniz ekinin üçüncü sayfasında yayınlanıyordu.
Ankara cadde ve sokaklarının yarış pistine dönmesini, alkollü trafik canavarlarının gönlünce gezmesini hiç kimse istemez.
Ancak hız limitleri belirlenirken bilimsel gerçekler, trafik kontrollerinde ise çağdaş normlar dikkate alınmalı..
Devlet vatandaşına tuzak kurmak yerine, suç işlememesi için eğitmeyi tercih etmeli..
Tüm gelişmiş ülkelerde olduğu gibi..

Bütçe kanunu kehaneti

Trafik cezaları konusunda Türkiye’deki bütçe uygulamalarında da ayrı bir çelişki bulunuyor. Bütçe Kanunu hazırlanırken, bir yıl; hatta iki yıl sonra toplam ne kadar trafik suçu işlenip ne kadar para cezası kesileceği önceden belirleniyor ve bu kanuna yazılıyor. Örneğin 2010 yılında 594 milyon 701 TL trafik cezası kesilmesi öngörülmüş. Bütçe hedeflerinin tutturulması için 2011 yılında 641 milyon 912 TL, 2012 yılında ise 703 milyon 313 TL trafik cezası kesilmesi gerekiyor. Genellikle yılın son üç ayında trafik kontrollerinin bir anda yoğunlaşmasında bu ‘ceza kehaneti’nin bir rolü var mı bilmiyorum. Ama devletin, vatandaşının iki yıl sonra işleyeceği suçu tahmin edip cezasını peşinen kanunlaştırmasını da garip buluyorum.
Yazının Devamını Oku

Gecikenler ve gecikmeyenler

22 Temmuz 2010
Haber, hafta sonunda Anadolu Ajansı’ndan geldi.. Esenboğa Havaalanı’nın etrafında bulunan besi çiftliklerinin tahliyesi için düğmeye basılmıştı.
Aslında kararı çok önce alınmış, uzun zamandır bilinen bir konu idi.
Havaalanları, kentlerin prestij alanlarıdır. Esenboğa da öyle..
Dolayısıyla çevresinde yükselen tezek kokuları, Başkent’in hem Türkiye’ye hem de dünyaya açılan en önemli kapısı olan Esenboğa’ya yakışmaz.
Ancak, besi çiftliklerinin tahliyesi ile ilgili bu hafta gündeme gelen haberde, beklenenden farklı detaylar vardı.
Bölgedeki çiftlik sahiplerine, en başında kendilerine yer gösterileceği söylenmiş ve tahliyenin yeni alanlara, daha doğrusu oluşturulacak organize hayvancılık bölgesine geçilerek gerçekleşeceği söylenmişti.
Oysa şimdi Çubuk’taki 284 işletme mühürleme, para cezası gibi tehdit silahları ile baskı altında tutuluyor.
Üstelik belirsizlikler içindeki OHB’nin, varsayılan projesinde kapasite sadece 99 işletmeyi bünyesinde barındıracak büyüklükte..
Dahası var..
Çubuk’taki işletmelerden, OHB’ye kayıt parası olarak 6 bin TL talep ediliyor. Bu parayı verenlere, OHB’nin bitmesi ‘umut edilen’ 2-3 yıllık süre için mevcut çiftliklerinde üretime devam edebilme sözü veriliyor.
Yani parayı bastır, gönlünce kokutmaya devam..
Anadolu Ajansı’nın geniş haberinde, besi çiftliği sahiplerinin açıklamalarına da yer verilmiş.
Açıklamalardan birisinde, ‘palas pandıras’ tahliye kararının altında Esenboğa Havaalanı’nda bulunduğu sırada önemli bir şahsiyetin tezek kokularından rahatsız olup çıngar çıkarttığını düşündüren satır araları yer alıyor.
Tablonun geneline baktığımda geçmiş tecrübelerim, kokudan rahatsız olan bir devlet büyüğünün kıyameti koparması ile devlete yakışmayan şekilde düğmeye basıldığı şüphesini yoğunlaştırıyor.
Zaten Ankara İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Adem Ceylan da, verdiği demeçte biraz mahcup..
Kararın 2005 yılında alındığını söylüyor, devletin kamulaştırma işlemlerinde zaman kaybettiğini itiraf ediyor.
Yerel yönetimler adına ne yazık ki yeni bir beceriksizlik örneği..
Geciken yönetimin faturası, çalışıp üreten besiciye kesiliyor.
Ankara’nın içme suyunda gibi, metrosun gibi, mobese sisteminde olduğu gibi..
Yerel yönetimler geciktikçe, bedelini kentli ödüyor.
Oysa durup şöyle dikkatlice bir bakın çevrenize..
Aynı yönetimler, bazı konularda bir saniye bile gecikmiyor.
Yazık oluyor..
Yazının Devamını Oku

Boşluk

15 Temmuz 2010
Bir süredir Ankara’nın belli başlı caddelerindeki reklam panolarında TCDD’nin hızlı tren ile ilgili afişleri dikkatimi çekiyor. “Yollar Artık Bomboş” sloganının çalışıldığı afişte, Ankara Eskişehir arasındaki Yüksek Hızlı Tren seferlerinin her saat başı yapıldığı haber veriliyor, bu yüzden iki kent arasındaki karayolunun bomboş kaldığı savunuluyor.
Afişteki fotoğrafta kullanılmadığı için çatlamış karayolu üzerinde bir kaplumbağa, bir kertenkele, iki tane de kurumuş çalı görülüyor.
Manzara doğru ise Karayolları Genel Müdürü’nün görevden alınması için bana göre yeterli emare..
Şaka bir yana, tarif etmeye çalıştığım afiş, bir süredir beni gerçekten rahatsız ediyor.
Özellikle 1980 sonrasında farklı hükümetlerin, ulusal yolcu ve yük taşımacılığına ilişkin farklı tercihleri belirgin biçimde gözler önüne serilmişti.
Örneğin 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, demiryollarını ‘komünist rejimin motifi’ olarak nitelemişti. O’nun doğrusu, otoyollar idi.
Mesela Tansu Çiller döneminde tam tersine bir eğilimin olduğunu, demiryolu taşımacılığının (sözde bile olsa) ağırlık kazandığını hatırlıyorum.
Oysa bir ülkede taşımacılığın kara, deniz ve hava yolları ile bunların kullandığı araç ve yöntemlerle birlikte bir bütün olarak planlanması gerekiyor.
Ankara ile Eskişehir arasındaki mesafenin Yüksek Hızlı Tren ile yakınlaşmış olması elbette sevindirici, alkışlanası bir gelişme..
Ama bir de tersini düşünün..
Karayolları Genel Müdürlüğü Ankara Eskişehir arasında Türkiye’nin hız limitleri en yüksek otoyolunu yapsa..
Sonra bir afiş ile bu başarısını duyursa..
Ve slogan olarak da “Demiryolları Artık Paslandı” cümlesinden yola çıkıp, “Paslanmayanlar jilet oldu, tıraş ediyor” dese..
Kulağınıza ve gözünüze doğru gelir miydi..?
Sanmıyorum..
Ya da Türk Hava Yolları iki kent arasında yarım saatte bir sefer düzenleyip, “Yollar da raylar da hikaye, tek rakibimiz NASA” dese..?
Olur muydu, bilmiyorum..
Son yıllarda TCDD’nin başarılı biçimde yönetildiğine, gerçekten önemli işlere imza attığına inanıyorum.
Ancak sözünü ettiğim afişte kullanılan temanın ve felsefenin pek de doğru olmadığını düşünüyorum.
Ne yollar, ne raylar, ne gökler, ne de sular ‘bomboş’ olmamalı, kalmamalı..
Ankara’da metro tünellerinin boş kaldığı gibi..
Boşluktan fayda gelmiyor.
Yazının Devamını Oku

Taşkın Sokak

8 Temmuz 2010
DOST sohbetlerinden ve yaşça benden büyük kimselerin anlattıklarından aklımda kalan, Yenimahalle’nin 1950’lerde devlet memurlarının ev sahibi olabilmesi için imara açılan bakir bir bölge olduğu.. Çocukluğumdan aklımda kalan ise troleybüs ile de gidilebilen, iki katlı bahçeli evlerin yoğun olarak bulunduğu huzurlu, sakin ve leylak kokan bir mahalle..
Geçtiğimiz hafta sonu, Yenimahalle’de Efes Pilsen tarafından yeniden düzenlenen Taşkın Sokak’ta idim.
Yıllar öncesinin moda tabiri ile “Şöyle bir 5’e gidip gezelim” dedim.
Taşkın Sokak, her biri Ankara tarihinin reddedilemez bir parçası olan içkili lokantalardan, pastanelerden oluşan bir sosyal yaşam alanı..
Çalıkuşu Lokantası’nın kapısında 1964 tarihi yazılı..
Sokağın hemen arkasındaki Vardar Dondurmacısı’nın kapısında ise 1950 yazıyor, yani Yenimahalle ile aynı yaşta..
Plastik çubuklarında ‘bedava kazandınız’ yazan dondurmaları gerçek dondurma zanneden genç kuşaklara, gidip orada gerçek ‘Roma Dondurması’ yemelerini tavsiye ederim.
Bir önceki yerel yönetim döneminde Taşkın Sokak’a gittiğimde, içimin biraz burulduğunu hatırlıyorum.
Kendi kaderine terk edilmiş, sanki Cebeci’deki Talatpaşa Bulvarı ile aynı kaderi paylaşmaya zorlanıyormuş gibi bir havası vardı.
Kışın yoğun kar ve buz altındayken, belki de Yenimahalle’nin tuzlanmayan tek sokağı idi.
İki duble içip çakırkeyif olan müdavimler, sokağa adım attıkları anda kayıp yere düşüyordu.
Karanlık bir sokaktı demeye dilim varmıyor ama, ışıkları kapatılmış bir sokak olduğu kesindi.
Bugün Taşkın Sokak, Yenimahalle Belediyesi ve Efes Pilsen’in işbirliği ile baştan aşağı yenilenmiş.
Binaların dış cepheleri, tenteler, kaldırım taşları ve ışıklandırması ile üç-beş yıl öncesine kadar ölüme terk edilmiş bir sosyal alana yeniden can verilmiş.
Başkan Fethi Yaşar’ın sokağın açılış töreninde yaptığı konuşmanın, özellikle bir bölümüne yürekten katılıyorum.
“Taşkın Sokak sadece Yenimahalleliler’in değil bütün Ankaralılar’ın ailece gelip yiyip içebilecekleri bir eğlence merkezi olmalı. Sokağın esnafı asla hata yapmamalı. Temiz, doğru ve dürüst esnaflığın en güzel örneklerini sergileyebilmeli.”
Bu sözlere benim de eklemek istediğim bir şey var.
Ankara’nın ve Yenimahalle’nin evine kapanmayan, çağdaş, sosyal insanları ne kadar çok sahip çıkarsa, Taşkın Sokak eski güzel günlerine o kadar hızlı kavuşur.
Kent, Altınpark’tan ya da Park Caddesi’nden ibaret değil..
Başkent’in sahip olduğu her değeri yaşamalı, yaşatmalıyız..
Yazının Devamını Oku

Kabak Çetin'in başında patladı

1 Temmuz 2010
ANKARA’nın belirli bölgelerinde alt yapıya iflas bayrağı çektiren yağmur ve sel görüntüleri haklı olarak gündemin üst sıralarına oturdu. Tesadüf o ki sel felaketi, sinema yönetmeni Sinan Çetin’in Başkan Melih Gökçek’e Ankara’daki gelişim için teşekkür ettiği özel sohbetle aynı tarihlere denk geldi.
Ve CHP’li Meclis üyesi Fazıl Güleken, kabağı Sinan Çetin’in başında patlattı:
“Ankara’yı tanıyamadığını söyleyen Sinan Çetin de keşke bu felaketi yaşasaydı.”
Güleken bir anlamda, “Sinan Çetin Ankara’yı beğenmemeliydi” demeye getiriyor.
Gazeteci olarak Büyükşehir Belediyesi’nin uygulamalarını, eksiklerini en sert eleştiren kişilerden birisiyim.
Altyapı sorunu diz boyu..
Hatta bu nedenle kent ‘leş gibi’ kokuyor..
Gidin Eskişehir Yolu’nda, Bilkent Köprüsü’nün hemen dibinde yükselen binaya bakın..
Bambaşka kokular geliyor..
Yapılan köprülü kavşakların önemli bir bölümü, estetikten ve mühendislikten yoksun..
Mühendislik deyince, özellikle son dönemde yapılan bulvarlar mühendislik ayıbı olarak boy gösteriyor. Mühendislik hataları yüzünden o yollara şerit bile çizilemiyor.
Değiştirilen cadde sokak isimleri, hilkat garibesi kongre merkezi girişimleri, dere yatağına yapılan AVM’leri unutmadım.
İçme suyu planlama(ma)sının bedelini 2 yıl önce nasıl ödediğimizi belki bir çoğunuz unuttunuz, ben hala hatırlıyorum.
Metro, artık kent ayıbı olmanın ötesine geçti, kent günahı haline geldi.
Modern Çarşı’da oynatılan ‘çadır tiyatrosu’na hiç girmiyorum.
Kara kaplı defterimdeki ayıp ve günah listesi, uzayıp gidiyor.
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın 2009 yılında düzenlediği Kentleşme Şurası’nda Kentsel Teknik Altyapı ve Ulaşım Komisyonu’nun raporu, sadece Ankara için değil, bütün büyükşehirler için geçerli olan yanlışların tescil belgesi niteliğinde..
Arzu edenler http://www.bayindirlik.gov.tr/turkce/kentlesme/kitap2.pdf adresinden ulaşabilir.
Bütün bu düşüncelere sahip olmakla birlikte, CHP’nin Sinan Çetin’in başında patlattığı kabağı anlamakta güçlük çekiyorum.
Ankara’nın, benim hafızamdaki utanç listesinin küçük bir bölümünü, yukarıda sıraladım.
Her şeye rağmen, birileri çıkıp da Ankara’yı beğendiğini söylüyorsa, “beğenmemelisin” deme hakkımız var mı, bilmiyorum.Bir kent yönetilirken yapılan fahiş hatalar, o kentin topyekün karalanmasını gerektirmez diye düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

Yerellikten bütünlüğe

24 Haziran 2010
SON dönemde Ankara’da dikkatimi çeken bir ‘trend’ var. Türkiye’nin çeşitli kentleri, Atatürk Kültür Merkezi ya da diğer fuar alanlarında kendilerini tanıtan etkinliklerle Ankara’ya çıkarma yapıyor. Hatay Günleri, Samsun Günleri, Trabzon Günleri, Sivas Günleri, Rize Günleri ve daha bir çok ‘kent fuarı’, Ankara caddelerindeki reklam panolarında boy gösteriyor.
Eskiden farklı kentlerde yaşayan insanlar için Ankara sadece, TBMM’de milletvekili odalarının bulunduğu Halkla İlişkiler Binalarında atamalar, işe yerleştirmeler ve diğer iş takipleri için cirit atılan ‘torpil başkenti’nden ibaret idi.
Sadece TBMM’de de değil..
Başbakanlık, bakanlıklar, hatta Çankaya Köşkü için bile durum böyleydi. Devlet kapısını zorlayacak herhangi bir otorite, hangi binada kapısı kapalı hangi odanın içinde taht kurup yerleşmişse, fethedilmesi gereken bir madendi.
Bugün bu algının ve sistemin hala devam ettini düşünüyorum. Ama bunun yanı sıra insanların Ankara’ya kendi kentlerine dair sosyal, kültürel ve ekonomik değerlerini de düzenli olarak taşımaya başlamış olmaları sevindirici bir gelişme..
Aslında bu fuarların, gazetesi, televizyonu, radyosu ve diğer yayın alanları ile Türkiye’deki mevcut medya yapısından kaynaklanan bir boşluğu doldurduğu söylemek de mümkün.
Hürriyet’in öncülüğünde, kent ve bölge gazeteleri ile güçlenen yeni ve modern yerel habercilik anlayışı, kent yaşamı açısından önemli farkındalıklar yarattı.
Televizyonlar ile internet haberciliğindeki gelişmeler, ulusal ölçekte haber ve gündem takibini yoğunlaştırdı. Ancak özellikle ekonomi ve ticaret açısından kentlerin kendi aralarındaki farkındalık ve ‘haberleşme’nin daha çok geliştirilmeye ihtiyacı var.
Bir başka deyişle Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlerde yüzlercesi açılmış olan ‘hemşehri dernekleri’nin artık lokal işletip çay demlemek yerine, üretim, ticaret ve sosyal fayda ortaya çıkaracak daha ciddi işlerle uğraşmaları gerekiyor.
Kent fuarlarını bu yüzden, bir uyanışın ön dalgaları olarak görüyorum.
Anadolu kent bazında kuvvetli biçimde yerelleştiği ölçüde, ekonomik olarak bir arada hareket etmeyi başarabilen parçalardan oluşmuş güçlü bir bütünü temsil ediyor.
Sevinerek izliyorum.

MESAJ PANOSU

Bir süredir, Büyükşehir Belediyesi’nin açıkladığı ‘kedili logo’ ile ilgili tartışmaları hayretle izliyorum.
Açıkçası, ben çok beğendim. Kişisel olarak yeni logoyu beğenmeyenler elbette olabilir. Saygı duymak gerekir, çünkü herkesin kendi zevkidir.
Ancak, kurumsal yapısı olan siyasi parti, dernek ve hatta sivil toplum kuruluşlarının kedili logo üzerine konuşmalarını gereksiz buluyorum. Bu kentin amblemi, logosu bunca yıldır tartışılırken, hangisi çıkıp da “Ben profesyonel tasarımcı ve sanatçılara Ankara için bir yeni bir amblem, yeni bir logo hazırlattım” diyerek ortaya bir şeyler koydu..?
Eleştirmek, itiraz etmek hatta reddetmek herkesin hakkı olabilir. Ancak kurumsal yapılar böyle bir tavır içine girdiklerinde, alternatifleri ve çözümleri de kamuoyunun önüne koymak zorundadır.
Öbür türlüsü, önüne çıkan her yeniliğe içi boş açıklamalarla muhalefet etme alışkanlığından öteye geçmez.
Bu denli ilkel bir muhalefet anlayışı da, hiç bir toplumda itibar görmez.
Yazının Devamını Oku

Ankara bu alanda hiç olmazsa ikinci olmalı

17 Haziran 2010
Yıllardır Ankara’da kongre turizminin geliştirilmesi halinde, hem ekonomik hem de sosyal yönden önemli kazanımlar elde edileceği konuşulur. Katılmamak mümkün değil..
Sonuçta Ankara, toplu ulaşım ve metro imkanları dışında kongre turizmi için gerekli alt yapıya sahip bir kent..
Geçtiğimiz günlerde, www.kongremerkezi.net isimli internet sitesinde Türkiye geneli kongre turizmi istatistikleri gözüme ilişti.
847 etkinliğin, 14 ayrı grupta toplanması ile hazırlanan istatistikler, Ankara açısından pek de iç açıcı değil..
Toplam kongre etkinliklerinden yüzde 24’ü İstanbul’da, yüzde 17’si ise Antalya’da gerçekleşiyor. Ankara yüzde 14’lük oran ile üçüncü sıraya otururken, Ankara’yı yüzde 11 ile İzmir takip etmiş.
Yabancı ülkelerde başkentler kongre turizmi açısından önemli merkezler olarak ön plana çıkarken, başkent olmadığı halde siyaset odaklı kentler, kasabalar da var.
Davos, Camp David gibi..
Ancak Türkiye’de siyaset odaklı tek kent, aynı zamanda Başkent olan Ankara..
Dolayısıyla kongre turizminde geri planda kalmamız düşündürücü..
Aklıma, İstanbul’un zengin tarihi kültürel değerleri ile Antalya’daki deniz turizmi imkanlarının kongre turizmini nasıl etkilediği sorusu takılıyor.
Daha açık söylemek gerekirse, kongreler düzenlenirken gündüz iş; akşam üzeri deniz gibi bir mantıkla mı hareket ediliyor, merak ediyorum.
Ama durum böyle olsa, İzmir’in dördüncü sırada olması mümkün değil..
Zaten kongre turizmi istatistiklerinde, aylara göre dağılım tablosuna baktığınızda, bunun doğru olmadığı da açıkça görülüyor.
Hem ulusal, hem de uluslararası kongreler tarihleri itibarıyla Nisan, Mayıs ve Ekim, Kasım aylarında yoğunlaşıyor.
Ankara’nın en güzel ayları..
Bu tabloya bakıldığında, Ankara’nın kendini içtenlikle sorgulaması gerekiyor.
Eksiğimiz ya da yanlışımız nerede yatıyor..?
Bir ‘ortak akıl’ olmaması mı, bu alandaki kuvvetli lobilere boyun eğmemiz mi..?
Belki Ankara’ya yurt içi ve yurtdışından gerçekleştirilen ‘direkt’ uçuşlardan başlayıp, ‘kırmızı çizgiler’le şekillendirilmek istenen sosyal yaşama kadar pek çok doneyi masaya yatırıp tahlil etmek gerekiyor.
Sonuçta Ankara, kongre turizmi denildiğinde en azından Antalya’nın gerisinde kalmamalı..
Kalmayı hak etmiyor..
Yazının Devamını Oku