Levent Seğmen

Yeni yıl yazısı

31 Aralık 2009
2009’un son gününde, bir yeni yıl yazısı yazmak istedim.. Klasikleşmeden, kalıplaşmadan..
Ne kadar zormuş..
Kentliye kenti zehir eden, yaşantımızı zorlaştırmaktan gizli bir haz duyan kişileri kurumları yazmak, bilerek ya da bilmeden yapılan hataları kelimelere dökmek ne kadar kolaysa, biten bir yılından ardından yazmak da o kadar zormuş..
Yeni yıl genellikle yeni bir sayfa, yeniden başlamak olarak algılanır..
Ben pek inanmam..
Bugüne kadar yaşadıklarım, önemli değişimlerin belirlenmiş tarihler ile değil gelişim ile gerçekleştiğini gösterdi..
O yüzden biten yılı yeni başlayacak yıla bağlayan güne çok özel anlamlar, derin cümleler yüklememek gerekir diye düşünürüm..
Daha çok çocuksu sevinçlerin tadını çıkarmaktır yeni yıl..
Mini mini birler,
Kel kafalı ikiler,
Çalışkandır üçler,
Sopa yer dörtler,
Misafirdir beşler..
İlköğretim 8 yıla çıktıktan sonra güncellenmemiş olan bu tekerlemeye, ben üç sınıf daha eklemek istedim..
Vefalıdır altılar,
Sabırsızdır yediler,
Ağlamaz sekizler..
Bir de ilkokullarda yıllardır vazgeçilemeyen o şirin yılbaşı eğlencesi var..
Bir torbaya herkesin ismi konur, herkes bir isim çeker ve kendisine çıkan arkadaşına bir hediye alır..
Kural, kimin kime çıktığının sıkı sıkı saklanmasıdır aslında..
Ama çocuk yüreği, hiç bir zaman saklayamaz..
Çünkü gerçek kardeşliğin saklamaktan geçmediğini bilir..
Paylaşarak eğlenmeyi daha çok sever..
Önceki akşam bizler de, Doğan Medya Grubu olarak, Ankara’daki binamızda yeni gelen yıl için toplandık..
Paylaşarak eğlendik..
Daha doğrusu paylaşarak eğlenmeyi, grubumuzun idari koordinatörü Barbaros Muratoğlu ve Doğan Televizyon Reklam Müdürü Sultan Muratoğlu’nun organizasyonu ile yeniden yaşadık..
Keşke imkan olsa da, Ankaralılar olarak kocaman bir vazonun içinde bütün kentlilerin isimlerini yazsaydık yeni yıl partimizde..
Her Ankaralı o dev vazodan bir isim çekseydi..
Herkes, bir küçük kağıda bir çift güzel söz yazsa ve birbirine verseydi hediye olarak..
Tam 3 milyon 763 bin 591 güzel söz ederdi..
Yeni yıl partisi sonrasında DMC binasının 5. katından Ankara’nın ışıl ışıl siluetine bakarken, bütün Ankaralılar için bir dilek tuttum..
Adettendir, dileğimin gerçekleşmesi için, ne olduğunu söylememem gerek..
Ancak her Ankaralı’nın yüreğinde yaşayan bir temenni olduğunu biliyorum..
Yeni yılınız mutlu olsun..
Yazının Devamını Oku

Büyükşehir’in boşanan zembereği ve metromuz

24 Aralık 2009
GEÇTİĞİMİZ hafta içinde Cebeci’de Cemal Gürsel Bulvarı üzerinde yürürken, ‘Güven Saat’in önünden geçtim.. Hatırladığım kadarıyla, artık kimsenin adını bilmediği zemrebekli, kurmalı saatlere can veren bir tamirci idi.. Hala da ayakta.. Zamana ve teknolojiye böyle direnebilmesine şaşırdım, şaşırdığım kadar da sevindim.
Saat eskiden özel bir şeydi..
Erkek çocuklarına sünnet olduklarında, kız çocuklarına ilkokulu derece ile bitirdiklerinde satın alınırdı genellikle..
Dedelerimizin köstek saatlerinin dokunulmazlığı vardı. Üzerinde lokomotif resmi olduğu için ‘şimendifer’ olarak anılan Serkisof marka saatler en cakalı olanlarıydı..
Evlerin duvarlarında, sallangacı durmaksısın devinen ve saat başı, saat sayısı kadar vuran çanları ile herşeyin tanığı duvar saatleri..
Guguklu saatler, daha çok ‘Avrupai’ evlerde duvarları süslerdi.
Bugün ise nerededeyse baktığımız her yerde saat var.
Telefonda, bilgisayarda, arabada, televizyonda, her yerde..
Saatlere ve geçmişe böylesine dalıp da ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü hatırlamamak olur mu..?
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın o unutulmaz eserini..
Popülizm ve para hastalarının, nasıl bir anda insanlıktan çıkıp yüz değiştirebildiğini anlatan edebiyat şaheseri..
Bunları düşünerek ‘Güven Saat’in önünden geçtim ve 20 - 30 metre ilerideki Dikimevi Ankaray istasyonunun merdivenlerinden inmeye başladım.
Ahmet Hamdi Tanpınar..
Zaman, O’nun şiirlerinde de başka çınlardı..
“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında,
Bir garip rüya rengiyle
Uyumuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil..”
Ankaray istasyonuna girdiğimde, kendimi gerçekten hafiflemiş hissediyordum..
Ta ki duvarda gördüğüm bir pano ile irkilene kadar..
Camlı panonun içinde bir harita..
Şehir planı üzerinde Ankaray ve metronun güzergahlarını gösteriyor..
Gözlerime inanamadım..
Tekrar tekrar baktım..
Bütün haritaların üzerinde kocaman puntolarla ‘1998’ yazıyordu..
Bir anda zaman tünelinden geçip, 1998’e gitmiş olamayacağıma göre..?
Önce hüzünlendim, çünkü bu hiçbir Ankaralı’nın hak etmediği bir ‘aşağılama’ idi..
En az 1998’den bu yana metro hikayeleri ile kandırıldığımızın belgesi..
Birileri adına, ilk defa gerçekten utandım..
Demek ki bu kentte, çağdaş ulaşım açısından zaman 1998’de durmuş, Büyükşehir’in zembereği 11 yıl önce boşanmıştı..
Gerisi laf-ı güzaf..
Gerisi hikaye..
Gerçekten hikaye..
Yazının Devamını Oku

Sefalette eşitlik sosyolojiye aykırı

17 Aralık 2009
BİR süredir gazetecilik mesleğini yapan kişilerin taşıdığı sarı basın kartına bazı indirim ve imkanların sağlanması üzerine bir tartışma yaşanıyor. Bir görüş, bu indirim ve kolaylıkları ‘avanta’ olarak tanımlıyor..
Diğer görüş ise, bunun mesleki bir dayanışma, ‘koruma-kollama’ amaçlı bir iyi niyet girişimi olduğunu savunuyor..
Ben özellikle orta ve küçük ölçekteki kentlerde yerel medya mensubu arkadaşlarımın hangi şartlarda çalıştıklarını, habercilik yaptıklarını bildiğim için, böyle bir girişimi yadırgamıyor, destekliyorum..
Yüzde 20’lik indirime ‘avanta’ adının takılmasınını anlamakta güçlük çekiyorum..
Ancak başka meraklarım da var..
Cumhurbaşkanlığı özel görev alanı..
TBMM’de görev yapan gazeteciler, TBMM giriş kartı olmadan tam anlamıyla gazetecilik yapamıyor..
Başbakanlık’ta çalışan gazeteciler keza öyle..
Genelkurmay Başkanlığı’nda farklı değil..
Havaalanlarında da, havaalanı giriş kartı aranıyor..
Örnekler daha fazla, sıralamaya gerek yok..
Yani, taşımaya hak kazanmak için büyük bir emek harcanan sarı basın kartı, işlevsiz bir kart haline getiriliyor..
Evrensel bir meslek olan gazetecilik, kişi ve kurumların seçme keyfiyetine teslim edilirken hiç kimsenin gıkı çıkmıyor..
Her kurum işine gelen gazeteciyi, işine geldiği gibi seçiyor..
Sahada çalışan habercilerin, yani muhabir arkadaşlarımızın ‘nefesini kesme’ girişimleri ortada iken, tarttışma bir anda ‘avanta’ başlığı ile alevleniyor..
Muhabiri ‘ses kayıt cihazı kuryesi’ yapma girişimlerine ‘delikanlı’ tepkiler vermek dururken, 5-10 liralık indirim tartışmalarına hapsediyoruz gazeteciliği..
Yadırgıyorum..
Üstelik, 1991 yılından 2001 yılına kadar geçen 10 yıllık süreçte, Başbakanlık’ta gazeteciliğin ne hale getirildiğine gün be gün şahit olan bir ‘muhabir’ olarak..
Yıllardır gözlediğim sosyal bir hastalığımız da var..
Kendimizin namuslu olduğunu ilan etmek için her nedense, başkalarına namussuz demeyi tercih ediyoruz..
Kişiselleştirmeden tartışmayı, bir türlü beceremiyoruz..
Bir bakıma pek çoğumuz, sefalette eşitlik istiyoruz, sosyolojinin kuramlarına aykırı durarak..

Yenimahalle’de tür ayırımcılığı

SON dönemde Çayyolu ve çevresine ‘sirayet’ eden, endişe ile izlediğim bir yönelme var../images/100/0x0/55ea1f58f018fbb8f86c9929
Sanki gizli bir el bütün hayvanlara savaş açmış gibi..
Geçtiğimiz günlerde Çayyolu’nda bir sitenin sokak kedilerine karşı açtığı savaştan, üzüntü ile bahsetmiştim..
Ankara’da ilk defa nefret, sokak kedilerine yönelmişti..
Üç - beş gün sonra İncek’te ‘kurşun atılarak’ öldürülen sokak kedilerine dair bir elektronik posta aldım..
Ve şimdi de ismi hiç önemli olmayan, ama insani sınırları sonuna kadar zorlayan bir villa sitesine şahit oldum..
Bu sütunda gördüğünüz fotoğrafı çektim..
Acaba (ben de mi bir tuhaflık var?) diye birçok arkadaşıma gösterdim..
Hepsinin de tepkisi aynı oldu:
“İnsanlık dışı, Hitler Almanyası’nı çağrıştıran, bir utanç fotoğrafı bu”..
Yıllardır sitelerine sırtını dönen yöneticiler, oturup düşünmüşler ve tarihi bir icraat yapmaya karar vermişler:
“Site içinde, siteye ait olmayan ormanlık alanda ‘köpek avı’ başlatmak”..
Böyle ‘kıymetli..!’ bir çalışmaya imza atan herkese dünyanın en büyük madalyası takılmalı, belki boyunları eğilip yüzleri kızarır diye..

Çizilemeyen utançlarımız

UZUN süre önce, Ankara’nın mühendislik hataları nedeniyle şerit çizgisi çizilemeyen yollarını, duyarlı okurlarımızdan alıntı yaparak aktarmıştık..
Uzun zaman sonra Büyükşehir Belediyesi, Ankara genelinde ‘yollara şerit çizme seferberliği’ başlattığını açıklamıştı..
Mühendislik hatası olan yüzlerce kavşak ve yol bir yana, ben şahit olduğum üç beş yer için merakla bekledim, acaba şerit çizgisi çekilecek mi diye..
Çekilemedi..
Tek bir örnek vereyim..
Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü’ne doğru Eskişehir Yolu’ndan dönen köprüde, şerit çalışması geçtiğimiz aylarda yapıldı..
Köprü dönüşünde çizilen üç şeridin üzerinde, yan yana üç arabanın kaza yapmadan ilerlemesi için, üç arabanın sürücüsünün de akrobasi pilotu olması gerekiyor..
Yolun, bir anda 4 şeritten 3 şeride düşen devamı da cabası.. Ben bunları yazarken kent adına utanıyorum..
Ne yazık ki o yolları yapan mühendisler utanmıyor..
Tabi ortada bir mühendis varsa..
Yazının Devamını Oku

İçişleri Bakanı’na bir açılım önerisi

10 Aralık 2009
GEÇTİĞİMİZ hafta sonunda, üçüncü sayfanın manşeti “Ümitköy’de ilk kapkaç” başlıklı bir haberdi. O gün, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden bir şube müdürü, arkadaşımız Eray Görgülü’yü aramış ve haberi nereden aldığımızı sormuş. Anadolu Ajansı’nın haberi olduğu söylenince, Ajans’ın haberi öyle geçmediğini hatırlatmış. Doğru, Anadolu Ajansı geçtiği haberde olayı sıradan bir kapkaç gibi aktarmıştı. Biz haberimizin spotunda “Jandarma bölgesiyken polis sorumluluğuna geçen Ümitköy’de ilk kez kayıtlara geçen bir kapkaç olayı yaşandı” ifadesine yer verdik. Çünkü önemli olan ve haber değeri taşıyan unsur, hergün yüzlercesi yaşanan bir kapkaç olayı değil, 15 yıldır insanların yerleşik olduğu Ümitköy - Çayyolu - Konutkent - Yaşamkent sahasında ilk defa kapkaç yaşanmış olmasıydı.
Eray Görgülü’yü arayan şube müdürü, “Haber bize büyük sıkıntı yarattı” dedikten sonra telefonu kapatmış..
Öncelikle emniyet mensuplarının bilmesi gereken bir şey var. Haberimizde en küçük bir kasıt yok. Kaygımız, sadece kent güvenliği ile ilgili bir ‘duruma’ dikkat çekmek, polise görevini yaparken yardımcı olabilmekti.
Dün akşam Ümitköy’de, bölgede olup biten her şeyden haberdar olan bir grup arkadaşımla akşam yemeğindeydim. Bölge sakinlerinin arasında dolaşan haberler, fısıltılar, dedikodular gerçekten vahim boyutta.. İnsanlar korku içinde..
Hiç kimse, bu bölgede polise karşı bir ön yargı olduğunu savunamaz. Çünkü, 6-7 yıldan beri burada yaşayan insanların en büyük talebi, Çayyolu’nun ayrı bir ilçe yapılması.. Dolayısıyla polise ön yargı ile bakılması mümkün değil. Bu durum ancak, polisin yanlış ve eksik uygulamaları nedeniyle eleştirilmesi olarak açıklanabilir.
Çayyolu’nun sosyolojik yapısı, herhangi bir Orta Anadolu kentine ya da Ankara’nın başka bir ilçesine benzemiyor.
Çayyolu halkının gündeminin en önemli konusu, hırsızlık, kapkaç, tinerciler ve garip çevirmeler olduğuna göre, bu durum bana göre İçişleri Bakanlığı açısından çok önemli bir fırsatı da beraberinde getiriyor.
Bölge halkı arasında polis ile ilgili bir ‘güven - memnuniyet’ anketi yapılabilir. Eminim böyle bir anketin sonucunda, polis adına çok önemli mesajlar ortaya çıkacak ve emniyet mensuplarının çok daha faydalı hizmetler vermeleri sağlanabilecektir.
Bu bir öneri elbette, faydalı olabileceği kişisel fikrim..
İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü ya da Ankara Valisi buna nasıl yaklaşır, zaman gösterecek..
Yazının Devamını Oku

Yok edilen derelerinde notaları da ölen şehir

3 Aralık 2009
GEÇTİĞİMİZ hafta Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık’ın bir açıklaması dikkat çekici idi. Tanık, Ankara’nın bütün su kanallarını kaybetmiş bir kent olduğunu anlatıyor, kenti sularına kavuşturmak için yürütecekleri çalışmaları açıklıyordu.

Tanık ayrıca, Keçiören Belediye Başkanı Mustafa Ak’ın da İmrahor Çayı’nı Keçiören’e akıtma planı olduğunu mutlulukla dile getiriyordu.
İlginçtir..
Normal kentlerde yönetimler, akarsulara sahip çıkıp güzelleştirmek için çırpınırken, biz Ankara’da hepsinin üzerini kapatıp geçmişiz..
Üniversite kenti olmamız gerekirken, gerçekten olmayı bir türlü beceremediğimiz gibi..
250 binin üzerinde üniversite öğrencisi yaşadığı halde, Ankara’da sınırlı sayıda alanın dışında öğrenci göremezsiniz.
Daha doğrusu Ankara’nın aynı zamanda bir öğrenci kenti olduğunu, sokaklarında hissedemezsiniz..
Keza müzik için de öyle durum..

Yazının Devamını Oku

Sevgisizlik hükmü cezaların en ağırı

19 Kasım 2009
KİMİ insanlar yaşama dair her şeyi ansiklopedilerden öğrenirler.. Örnek mi..?
Sevgi ile karşılaştıkları zaman, hemen Türkçe sözlüğü açarlar..
“İnsanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu”
Türk Dil Kurumu’nun sözlüğündeki bu karşılığı okuduktan sonra, ilgi ve bağlılık duydukları kavramlara yönelirler ve onlar için sevgi sadece bunlardan ibaret olur..
Ne yazık ki ilgi ve bağlantı yelpazelerinde gerçek sevgi pek nadir görülür..
Herkes her şeyi sevmek zorunda değil elbet..
Ancak sevginin bittiği yerde saygının başlaması da insanlığın bir gereğidir..
Sıkıntılı durumlar, genellikle sevgiyi sadece Türkçe sözlükteki karşılığı ile tanıyan, ona dokunamayan insanlar yönetmeye talip olduklarında ortaya çıkar.
Benim oturduğum sitenin yönetiminde de böyle insanlar var..
Ama önceki gün önüme gelen bir yazının her satırında, yukarıda özetlediğim sosyal-trajedinin en belirgin izlerini görünce, doğrusu irkildim..
Sokak köpeklerini ‘saldırganlar’ bahanesinin arkasına saklanıp katletmeye yeltenen zihniyetin, ‘sokak kedileri parklara işiyor’ saçmalığı ile tezahürü..
Çayyolu’nda bulunan OYAK 7 sitesinin, bir site sakinine ‘yasal ihtar’ başlığı ile gönderdiği ‘resmi yazı’yı aynen aktarıyorum:

İŞTE O SİRKE MİSALİ KESKİN YAZI

Sitemiz ortak alanları dahilinde ve yakın çevremizde yaşayan sokak kedilerine olan yakın ilginiz, tüm hayvan sever site sakinlerinin iyi duygularını ve sevgisini kazanmıştır. Bizler de Site Yönetimi olarak çabalarınızı takdirle karşılıyor ve destekliyoruz.
Ancak, çok büyük sevgi ve fedakarlıkla yapmakta olduğunuz bu işlem giderek çevreye ve sakinlerimize zarar verebilecek bir boyuta ulaşmaktadır. Çünkü, fedakarane biçimde temin ederek civara yerleştirdiğiniz yem ve mamalar, bölgedeki tüm kedilerin ilgisini çekmiş, gerek site arazisi dahilinde, gerekse hemen yakın çevremizde kedi nüfusu hızlı bir artış göstermiştir.
Bu kediler, haliyle barınma ihtiyaçlarını da bölgemizde karşılamakta, özellikle çocuk oyun parklarındaki kumları bu amaçla kullanmaktadırlar.
Diğer taraftan, anılan hayvanlar yetkili bir otorite tarafından gerektiği gibi aşılanmamakta, sağlık durumları takip edilmemektedir. Civarda başıboş biçimde dolaşmakta, kontrolsüz biçimde çoğalmaktadırlar.
Bu durum sakinlerimiz, özellikle çocuklarımız için çok ciddi bir tehdit ve tehlike oluşturmaktadır.
Her ne kadar takdire şayan çabalarınıza saygı gösteriyor isek de, Site Yönetimi olarak böyle bir duruma müsaade etmemiz kesinlikle mümkün olmayacaktır.
Sorunun çözümüne yardımcı olmak amacıyla söz konusu kedilerin meskun mahallerden uzak bir bölgede beslemenizi önermekteyiz. Bunun şu aşamada en uygun çözüm olacağını değerlendiriyoruz.
Söz konusu kedileri site sınırları içerisinde veya yakın çevremizde beslememenizi diler, aksi takdirde ilgili makamlar nezdinde yasal işlemlere başvuracağımızı üzülerek bildiririz.

SANKİ BİR CİNAYET İDDİANAMESİ

OYAK 7 Sitesi’nin yönetimi, sokak kedileri için ‘çocuklarımıza yönelik çok ciddi bir tehdit ve tehlike’ değerlendirmesi yapmış..
Yetmemiş, sokak hayvanlarının soğuk havalarda yaşama tutunması için “1KAPSU” kampanyası başlatan Yenimahalle Belediyesi’ne, ‘otorite gerektiği gibi aşılamıyor’ diyerek iftira atmış..
O da yetmemiş, hayvan sever bir çifte ‘kedini de al git’ demiş..
Allah’tan kedilere bu iyilikleri yapan iki güzel insandan birisi emekli bir astsubay, diğeri de eşi..
Yoksa kamuoyunda, çoğunlukla emekli askerlerin oturduğu OYAK 7 Sitesi’sin bu ‘çok büyük tehdit ve tehlike’ değerlendirmesi, maazallah Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı bir ‘tehdit ve tehlike’ değerlendirmesi bile sanılabilirdi.
Yazıktır..
Günahtır..
İki tanesi dişi ve kısır, dört tanesi erkek olan ve üremeleri tıbben mümkün olmayan altı tane kedi ile uğraşmak, ayıptır..
Bakalım OYAK 7 Sitesi’nin başvuracağını açıkladığı mahkemenin reisi ne diyecek..?
Dünyanın en ağır cezası, insanların vicdanlarında verdikleri ‘sevgisizlik’ hükmüdür..
Aman dikkat..
Ağır gelmesin..

Mesaj panosu

ANAFARTALAR Caddesi’nde görev yapan trafik ekibinin, İtalya Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano ve eşi Clio Napolitano’nun Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni ziyareti sırasında trafiği düzenlerken, vatandaşlara karşı kibar ve yapıcı tutumuma tanık oldum. Örnek olması dileğiyle teşekkür ederim.
Yazının Devamını Oku

Bir okul, bir uygulama ve grip tatilinde ders

12 Kasım 2009
TAM bir yıl önce bu köşede, Büyükşehir Belediyesi’nin ODTÜ’nün ortasından otoban geçirme girişimi, 1990’ların ortasında şiddetli bir savaşın içinde olan Saraybosna’da eğitime ve eğitim kurumlarına verilen özel önemi anlatarak eleştirmiştim. Saraybosna’da başta üniversitede öğrenim görenler olmak üzere, öğrenciler savaş boyunca küçük gruplar halinde nispeten güvenli evlere alınmış ve eğitimlerine olabildiğince devam etmeleri için çaba gösterilmişti.
Yaylım ateşi, tank mermisi altında ‘ev okulları’..
Geçtimiz hafta sonunda değer verdiğim bir bürokrat arkadaşım, büyük bir heyecanla şahit olduğu bir olayı anlattı.
Maya Koleji, grip salgını nedeniyle okulların tatil olduğu hafta, derslere kesintisiz devam etmişti.
Hem şaşırdım, hem mutlu oldum.
Gözümün önüne, savaş sırasında gördüğüm Saraybosna ile o talihsiz kentin ‘ev okulları’ geldi.
Domuz gribi salgının savaştan tek farkı, ortalıkta ateşli silah olmaması..
Bu nedenle Ankara’daki bütün okulları tatil edip öğrencilerimizi sığınaklarına, evlerine göndermedik mi..?
Arkadaşımdan, Maya Koleji’nin derslerine nasıl kesintisiz devam ettiğini de dinledim.
Altıncı, yedinci ve sekizinci sınıf öğrencileri, evlerinden öğretmenlerinin sanal ortamda anlattıkları derslere canlı olarak katılmışlardı. Ders sırasında öğretmenlerin soruları cevaplamış, öğretmenlerine soru sorabilmişlerdi.
Bu sistemin kurulması için, Türkiye’nin en önemli eğitim/bilişim firmalarından birisi olan Sebit’ten teknik destek almışlardı.
Kutluyorum..
Ancak tek başına benim ya da birilerinin Maya Koleji’ni kutlaması yeterli değil..
Milli eğitim ile ilgili kurumların, bu örneğe dikkatini de çekmek gerekiyor..
İki yıl önce, geçmişte siyaset adamı olarak önemli hizmetler vermiş olan ve bu misyonu hala devam ettiren Ekrem Pakdemirli de, bir sohbetimiz sırasında üzerinde çalıştığı benzer bir sistemi heyecanla anlatmış, demo uygulamalarını göstermişti.
Aradan geçen süre içinde ne oldu bilmiyorum..
Ekrem Hoca’nın sisteminde de, öğrenciler ile öğretmenler sanal bir sınıfta bir araya geliyorlardı. Her öğrenci evinden bir internet adresine bağlanıyor, web kameraları aracılığıyla, karelere bölünmüş ekranda öğretmenle birlikte bütün sınıf birbiri ile görüntülü ileşitim kurabiliyordu.
Bu uygulama modeli, eğitimin birçok alanında büyük fayda sağlayabilir..
Belki öğrenci arkadaşlarım bana kızacaklar..
‘Aşı tatili’, ‘kar tatili’, ‘grip tatili’..
Okulu kırıyorduk ne güzel, diyecekler..
Ama ben, hala belini tam olarak doğrultamamış bir ülke olmamızda, bu tatillerin, izinlerin de önemli rolü olduğunu düşünüyorum..
‘Atam izindeyiz’ dedikten sonra bu sözümüzü, ‘izne çıktık’ olarak algılayan bizler değil miyiz..?
Yazının Devamını Oku

Nazım’ın Moskova’da verdiği şıklık dersi

5 Kasım 2009
ANKARA’da kültür sanat işleri nedense hep sessiz sedasız, içine kapanık bir havada gerçekleşir. Popüler etkinliklerde bile aynı yüzleri, aynı izleyicileri görürsünüz. Sayı değişmez.. Popüler olmayıp da sadece bir sanat dalını ilgilendiren etkinliklerde ise bir avuç insan olur genellikle..
Ankara’da kravat takanların çokluğundan mıdır bilmiyorum, kültüre sanata dokunmak isteyenlerin sayısı oldum olası azdır.
Ankara’nın 11 üniversitesinde onbinlerce genç insanın eğitim görmesine rağmen, gözleriniz o genç simaları bu tür etkinliklerle nafile arar..
Hafta başında Ankara’da önemli bir etkinlik düzenlendi. Çağdaş Azerbaycan edebiyatının önemli isimlerinden ANAR, ilk defa Ankara’da basılan kitabının tanıtım kokteyli için Anadolu Gösteri ve Kongre Merkezi’ndeydi.
Kalabalık bir davetli topluluğunun katılımını ve aralarında çok sayıda genç insan bulunmasını görmek beni çok mutlu etti. Ancak önemli bir buluşma olduğunu düşünmemin nedeni kalabalık değil, ANAR’ın Nazım Hikmet ile hayattayken tanışmış, görüşmüş ender edebiyat adamlarından bir tanesi olması.. Nazım Hikmet’e dair yaşanmışlıklarını, büyük şairle ilgili bugüne kadar pek de bilinmeyen anekdotları ‘Kerem Gibi’ isimli kitabında kaleme almış.
Nazım Hikmet’in ‘Güneşi İçenlerin Türküsü’ isimli kitabı 1929 yılında Bakü’de basılmış..
Bugün ANAR’ın bizim pek bilmediğimiz Nazım Hikmet’i anlatan kitabı ise ilk defa Ankara’da basıldı.
Kitabın basılmasını sağlayan kurum da dikkat çekici..
Avrasya Yazarlar Birliği..
Milliyetçi - muhafazakar duruşa sahip, önemli bir edebiyat platformu..
Fotoğrafın bütününe bakıldığında bu kitabı,  Türkiye’de milliyetçi - muhafazakar bir edebiyat grubunun Nazım’dan ilk resmi özürü olarak nitelemek de mümkün..
ANAR ile Avrasya Yazarlar Birliği’nin Genel Merkezi’nde gündüz saatlerinde bir araya gelip Nazım Hikmet ve kitabı hakkında sohbet etme imkanı buldum. Anlattıkları arasında bana göre en dikkat çekici olan, Nazım Hikmet’in Türkiye’de komünizmin simgesi kabul edildiği yıllarda, Azerbaycan’da Türklüğün simgesi olarak büyük sevgi görmesi..
Çünkü Türkçe konuşmanın yasak olduğu o dönemde, Nazım Hikmet düzenlenen toplantılarda Azerbaycan Türklerine kendi Türkçe şiirlerini okuyor. ANAR, bu toplantılar sırasında Nazım Hikmet’in sık sık “Ben Türküm, siz de Türksünüz. Milletimiz, dilimiz bir” vurgusu yaptığına bizzat kendisinin şahit olduğuna özellikle dikkat çekiyor.
‘Kerem Gibi’ isimli kitap, Nazım Hikmet’in Sovyetler’deki macerasına ve kişiliğine ışık tutuyor. ANAR’ın kitapta da yer alan bir hatırasını, kendi anlatımıyla buradan da aktarmak istiyorum:
“Moskova’da yaşayan Azerbaycanlı arkadaşımız Ekber Babayev vardı. Benim de Nazım’ın da arkadaşı idi. Rusça çevirilerimizi de yapardı. Bir akşam ben Moskova Oteli’nde kalırken, Nazım ile gelip beni alacakları haberini gönderdi. İki araba ile geldiler. Bir arabada Nazım oturuyordu, yanında şoförü vardı. Öbür arabada Ekber vardı. Ben de Ekber’in arabasına bindim. Araba ile giderken birden Nazım’ın arabası durdu. Nazım içinden indi. Sokakta biraz o yana bu yana gitti. Sonra yeniden arabasına bindi. Bir süre sonra bunu bir kez daha tekrarladı. Ekber’e neden böyle yaptığını sordum. Kendisine sormamı söyledi. Arabadan üçüncü inişinde ben de indim, yanına gittim. (Üstat siz neden böyle yapıyorsunuz?) diye sordum. Nazım’ın cevabı öz oldu: (Moskova’ya göstermek istiyorum ki, şık giyinmek nasıl olur)”
ANAR bu hatırasının ardından, Nazım Hikmet’in her zaman şık giyinen, giyimine özen gösteren bir kişi olduğunu hatırlatıyor ve komünist rejim döneminde Moskova’da ‘şık olmak’ kavramının pek bilinmediğini dile getiriyor.
Dilerim Ankara’da bu tür kültür sanat etkinleri, edebiyat buluşmaları daha geniş çevrelerin katılımı ve desteği ile büyüyerek devam eder. Özellikle çocuklarımızın yaşamlarının sadece bilgisayar, internet, cep telefonu ve mp3 çalarlardan ibaret olduğunu düşündüğümüz de, bu etkinliklerin önemi bin kat daha artıyor..  Sırtımızı dönmeyelim..
Yazının Devamını Oku