13 Kasım 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz hafta Yenimahalle’de belediye tarafından yaptırılan çok sayıda tesisin toplu açılış törenine katıldı. Ahmet Duyar’dan övünerek, gururla bahseden Başbakan’ın, şu sözleri yerel gazetelerde ön plana çıktı:
"Yenimahalle öyle bir noktada ki, 100 trilyon borçla devraldı CHP’den iktidarı ve düşünün bütün varlıklarına haciz konulmuş, böyle bir belediye. Ama şimdi çalışıyor, yatırımlar devam ediyor. Her şey ortada. 56 trilyonluk bir bütçeye sahipken, 2008 yılında bu bütçe 235 trilyona çıkmıştır. Artış, yüzde 321"
Başbakan, ’kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla’ misali, CHP’ye de seslendi:
"Siz suistimal yapmazsanız, yolsuzluk yapmazsanız böyle anlamlı başarıları gerçekleştirebilirsiniz..."
Başbakan Erdoğan’ın bir başka konuşmasından ikinci bir tırnak arası verelim. Tarih 26 Ekim 2008, yer AKP Altındağ İlçe Teşkilatı’nın 3. olağan kongresi:
"2004’te Altındağ Belediyemizin yıllık bütçesi 33 trilyon. Belediye bu bütçeyle ancak personel maaşlarını ödeyebiliyor, ancak kendini geçindirebiliyor. AKP bu kısır döngüyü kırmış, bir dönüşüm süreci başlatmıştır. Bugün AKP’li belediyemizin yıllık bütçesi 100 trilyona ulaşmıştır. Bu bütçenin personel giderlerine ayrılan payı 27 trilyondur."
ÜÇÜNCÜ TIRNAĞIN İÇİ
Başbakan Erdoğan’dan aktarmak istediğim bir üçüncü tırnak arası söz daha var. Hatırlayacaksınız, Başbakan Erdoğan geçtiğimiz Ramazan ayının ikinci günü de Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in verdiği iftar yemeğine katılmıştı. Erdoğan, iftar sonrası masada Gökçek ile Ankara’nın sorunlarına ilişkin görüş alışverişinde bulundu.
ANKA’nın haberine göre Başbakan Erdoğan, Gökçek’e BOTAŞ’a olan borçların ödenip ödenmediğini sormuştu. Aldığı olumsuz yanıt üzerine Erdoğan Gökçek’e şunları söylemişti:
"Biz BOTAŞ’a olan borcunuzun ödenmesi için yasa bile değiştirdik. Faizleri sildik, oranları düşürdük, borcun ödenmesi için her türlü kolaylığı sağladık. Buna rağmen borç ödenmemiş. Sen bizi hep savunma yapmak zorunda bırakıyorsun. Bu borcunu ne olursa olsun öde. Bu sıkıntıyı ortadan kaldır."
Recep Tayyip Erdoğan, yıldızı yerel yönetici iken parlayan bir siyasetçi.. Dolasıyla, Başbakanlık koltuğunda otururken partisine mensup yerel yöneticilerin başarıları ile duyduğu gururun, ayrı bir titreşimi var. Hele konu, ’adalet’ ve ’kalkınma’, yani ekonomi olursa..
Tıpkı oğlunun başarıları ile gurur duyan bir baba gibi..
Haydi bir oyun oynayalım. Zaman makinesi ile geçmişe yolculuk yapıp bir asparagas, yani doğru olmayan, hayal ürünü bir haber yazalım..
ASPARAGASIN ALASI
Asparasas haberimiz şöyle olsun:
"Anayasa Mahkemesi, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın nefesini tutarak beklediği AKP’nin kapatılması istemiyle açılan davada kararını açıkladı. Mahkeme’nin kapatılma istemini reddetmesi, AKP çevrelerinde sevinçle karşılandı.
Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen 9 günlük dev festivale katılarak bir konuşma yapan Başbakan Tayyip Erdoğan, AKP’nin başarılı hizmetlerine devam edeceğini belirterek şunları söyledi:
(Bakın size Ankara Büyükşehir Belediyemizden bir örnek vereyim. Başkanımız görevi devraldığında kucağında bulduğu büyük borcu görev yaptığı ilk dönemde ödemiş ve bugün itibarıyla ödediği o borcun yüzde 321 fazlasını belediye kasasına koymuştur. AKP bu kısır döngüyü kırmış, bir dönüşüm süreci başlatmıştır.)
Dedim ya, tamamen hayal ürünü..
Hayal ürünü olmayan, Başbakan Erdoğan’ın Ankara’da kendi partisine mensup üç yerel yönetici hakkında söylediği üç tırnak arası sözü yanyana koyduğunuzda, hayretler içinde izlediğiniz tablo..
Picasso’nun tabloları kadar anlaşılmaz..
Benim ilgimi en çok Picasso’nun ’Üç Müzisyen’ isimli tablosu çeker...
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2008
HAFTA başından beri gazetelerde, haber bültenlerinde, ajanslarda karşıma çıkan ve her satırı içimi dayanılmaz biçimde acıtan bir haber var. Bugüne kadar mesleğinin ’gizli kahramanı’ olan birçok polis memuru arkadaşımdan, "İyi ki polis olmuşum, yoksa bu düzene, bu haksızlıklara ben de isyan edebilirdim" şeklindeki yakınmalarını dinlemişimdir.
O zamanlar bana anlamsız gelen bu yakınmaları, şimdi anlıyorum..
1990’lı yılların başında, mesleğin ’en önemli öğrenme evrelerinde’ Yaşar Sökmensüer’in ’sihirli eli’ olmasaydı, kimbilir belki ’kalemin kutsallığını’ bu kadar iyi anlamayacaktım.
Böyle olunca, içimi acıtan o haberler daha büyük acı veriyor.
Hakaret, belki de bir gazeteye asla girmemesi gereken tek şey..
ARKADAŞIM SELÇUK ŞENYÜZ..
Hürriyet, hafta başında haberi sürmanşetinden ’5 Yıldızlı Maganda’ başlığı ile duyurdu:
"Ankara Sheraton Oteli’nin güvenlik görevlisi Ersin Demirhan, kaba kuvvet uygulayarak yere düşürdüğü Hürriyet Gazetesi foto muhabiri Selçuk Şenyüz’ün kolunun 5 yerden kırılmasına neden oldu.
Devlet Bakanı Murat Başesgioğlu’nun oğlunun düğün törenine gelecek olan Başbakan Erdoğan’ı izlemek için Sheraton Oteli’nin önünde bekleyen Şenyüz, olaydan sonra kaldırıldığı hastanede dün 5 saat süren bir ameliyat geçirdi."
O günden bu yana, kafamda sayısız soru işareti ve bilinmeyen dolaştı.
O YILDIZLARI KİM TAKTI
Fotoğraf altında, "Saldırgan Ersin Demirhan, ifadesinin ardından savcılığın talimatı üzerine tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı" bilgisine yer verilmişti.
Sorular mı..?
Örneğin, kimdi bu Ersin Demirhan..? Referansı kimdi..? Sheraton Oteli’nde çalışmayı hak edecek hangi başarının, hangi sükunetin altında imzası vardı..?
Ve Selçuk’un tartaklanmaya başladığı anda, saldırgana sorduğu soru:
"Sen nasıl Sheraton’da çalışıyorsun kardeşim?"
Magandanın kardeşlikten anladığı, kardeşe kaba kuvvetti.
Bir başka soru..
Maganda, 5 yıldızlı..
Peki magandaya beş yıldızı kim takmıştı..?
Bu sorunun cevabını bulmak için Sheraton Oteli’nin web sayfasında uzun süre dolaştım. Hem vicdanen, hem hukuken o magandaya 5 yıldızı takabilecek tek kişi vardı..
Sheraton Ankara Genel Müdürü Jacques Chevasson.
Magandaya 5 yıldız takan otel yönetimi, Ankara’nın en beyefendi gazetecilerinden Selçuk Şenyüz’e yardımcı olacağına, kafasının üzerinde yıldızlar uçurmayı tercih etmişti..
Soru soruyu doğurdu..
KİMDİ JACQUES CHEVASSON
İnternette arama motorlarına isim ve soyadını yazdığımda, "Soyadının Chivasso olmadığına emin misiniz?" uyarısı geldi.
Sheraton Hotel & Convention Center Ankara Genel Müdürlüğü’ne 7 Ocak 2008 tarihinde atanmıştı. Haberler Chevasson’u şöyle anlatıyordu:
"Çarpıcı kariyeri boyunca Le Meridien, Inter-Continental gibi önemli otel zincirlerinde Senegal, Tanzanya, Venezuella, Dominik Cumhuriyeti, Brezilya, Meksika, Rusya, İngiltere, Almanya, İsviçre, Portekiz, Belçika, İspanya ve son beş yıl Mısır olmak üzere dört kıtadaki pek çok değişik ülkede üst düzey görevler üstlenen Chevasson, Luzern’deki Swiss Otel Okulu mezunu. Son 28 yıldır kariyerini genel müdürlük pozisyonunda sürdüren Jacques Chevasson, geçen 10 yıl boyunca Starwood Hotels& Resorts’da, dünyanın pek çok yerinde bölge müdürlüğü pozisyonlarında görev aldı. İş hayatındaki sloganı ’Profesyonel hizmet’ ve felsefesi ’Günün tadını çıkarmak’ olan Chevasson Fransa vatandaşıdır. Fransızca, İngilizce, İspanyolca, Portekizce ve Almanca olmak üzere beş dil bilmektedir."
5 YILDIZ, 5 DİL, 5 KIRIK
Magandaya 5 yıldız takan otelin müdürü, 5 dil biliyordu. İş yaşamında iki felsefesi ve sloganı vardı. Birisi, ’Profesyonel hizmet’, diğeri ise ’Günün tadını çıkarmak’..
Güven Hastanesi’nde ziyaret ettiğim ’profesyonel gazeteci’ Selçuk Şenyüz, Sheraton’da ’profesyonel saldırıya’ uğramıştı ve hiç de günün tadını çıkarıyor gibi bir hali yoktu..
Kolunda 5 kırık, platinler ve 12 çivi ile..
Gazetelerde pek çok kez şahit olduğum sahneler geldi aklıma..
* İngiltere’de bir kadın, ayakkabısının sivri topuğunun koparak bileğinin kırılmasına yol açtığı gerekçesiyle açtığı davada, ayakkabı mağazasından 7 bin 200 sterlin (yaklaşık 17 bin YTL) tazminat almaya hak kazandı.
* Almanya’nın Hannover kentinde, 3 Mayıs 1982 tarihinde, 19 yaşındayken motosikletiyle bir bisikletliye çarpan ve sol kolu kırılan Türk gurbetçi Mustafa Selim Sürmeli, 17 yıldır Almanya’nın çeşitli mahkemelerine açtığı davalardan 150 bin Euro’dan fazla tazminat kazandı.
* Philadelphia’da bir restoran, mekan içinde kayarak düşen ve kuyruk sokumu kemiğini kıran müşterisi Amber Çarson’a 113 bin 500 dolar tazminat ödemeye mahkum oldu.
* New York’ta rekor tazminat. Gözaltına alındığı karakolda dayak yiyen ve kötü muamele gören bir göçmene mahkeme 9 milyon dolara yakın tazminat ödenmesine karar verdi.
Ve bu haberlerin yarattığı heyecanın, hep bir hayıflanma ile bittiğini gördüm:
"Yok abi, biz adam olmayız"
HEPİMİZ YANILIYORUZ
Artık, Avrupa’ya bakıp "Biz adam olmayız" diyenlere de kızıyorum.
Adam olamayanlar, dünyanın hiçbir yerinde adam olamıyor. Avrupa’da kamuoyu, Selçuk’un uğradığı türden saldırıları öğrendiğinde, ödenen yüklü tazminatlarla tatmin olmuyor.
Gazetelerde, "........ Oteli Genel Müdürü ....... ........., düzenlediği basın toplantısında yaşananlar için özür diledi ve görevinden istifa ettiğini açıkladı" haberlerini bekliyorlar, zorluyorlar.
Bizler ise TV dizilerinden şunu öğreniyoruz:
"........ Oteli Genel Müdürü ....... ........., uluslararası şirketin idare merkezinde üst düzey yöneticilere telefonla bilgi verdi ve (Merak edilecek birşey yok efendim. Türkler, iki gün sonra herşeyi unutur. Bunu da unutacaklardır) dedi."
GERİLİMİN EĞLENCESİ
Sheraton Hotel & Convention Center Ankara’nın web sayfalarında çok dolaştım. Özel bir etkinlik, "Gerilimin eğlencesini hisset" başlığı ve gurur ile duyuruluyordu.
Yarın, yani 31 Ekim Cuma günü ’Halloween Party’, Dj ve canlı müzik eşliğinde 23.00’dan sabahın ilk ışıklarına kadar devam edecekmiş.
En sıradışı giyinen 3 kişiye ve 3 çifte sürpriz hediyeler verilecekmiş.
Web sitesinden bir başka heyecanlı haber:
"Sheraton Ankara ’dan enfes av yemekleri. 20-31 Ekim tarihleri arasında L’Angoletto Restoran’da devam edecek olan "Av Yemekleri Haftası" boyunca, Sheraton Ankara’nın Baş Aşçısı Zeki Açıköz ve ekibi tarafından hazırlanacak leziz av yemeği menüleri akşam yemeklerinde Sheraton’ı tercih eden misafirlerin beğenisine sunuluyor."
Genel Müdür Jacques Chevasson, bir Fransız.. Bu nedenle web sayfasında gözüme çarpan son heyecanlı haber, O’nu hatırlattı:
"En İyi Şaraplar Kadehte...
Bazı zevkler nadir ama unutulmaz olur.
Her bardakta farklı bir yörenin tadı...
Her yemeğinize farklı bir şarap seçebilme, kendi tercih ettiğiniz şarabı tadabilme, şeçkin şaraplardaki nüansı karşılaştırabilme özgürlüğü...
Her bardakta eşsiz bir tecrübenin tadını çıkartın. Seçim sizin."
Kadehimi Selçuk’un sağlığına kaldırıyorum Mösyö Chevasson...
Şerefinize...
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2008
ANADOLU Ajansı, önceki gün saat 11:55’te Büyükşehir Belediyesi’nin yazılı bir açıklamasını abonelerine haber olarak geçti. Habere göre Başkan Melih Gökçek, ’baştan sona yeniden ele alınan Gençlik Parkı’nın çok daha modern ve kullanışlı yeni görüntüsüyle, Başkentlilerin hizmetine sunulacağını belirtiyor ve "Gençlik Parkı’nı yeniden aile parkı haline getiriyoruz ve eski kimliğine kavuşturuyoruz" diyordu.
Aynı gün aynı haber, saat 16:53’te, ’Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Gökçek başlıklı haberimizi aynen tekrarlıyoruz’ notu düşülerek yeniden geçildi. İki kez yayınlanmasına rağmen, metinde bir değişiklik yapılmamış olması, haber merkezimizin ilgisini çekti.
Küçük bir araştırma ile nedenini öğrendik. Haberde ’Gençlik Parkı’nın 2 - 3 ay içinde biteceği’ belirtiliyordu. Ancak ilk haberde bazı aboneler teknik nedenlerde 2 ile 3’ün arasındaki tireyi görememiş, dolayısıyla bu ifade ’Gençlik Parkı’nın 23 ay içinde biteceği’ şeklinde algılanmıştı.
Anadolu Ajansı da, yanlış algılamanın önüne geçmek için haberi tekrar yayına vermişti.
Ajans’ın böyle durumlarda ilkeli duruşu, bilinen bir gerçektir. Ancak geçmiş deneyimlerimiz ve çeşitli projeler gösteriyor ki, Gençlik Parkı’nın açılışının 23 ay sürmesi her zaman ihtimal dahilinde..
Yani Anadolu Ajansı’nın geçtiği ilk haber doğru da çıkabilir.
NASIL MI?...
Açıklandığı tarihte bitirilemeyen kavşaklar, açıklandığı tarihte getirilemeyen su.. Hatta metro.. Gençlik Parkı’nın ne zaman biteceği konusunda da kamuoyu ne yazık ki yanıltıldı. Hem de diğer örneklerde olduğu gibi, defalarca..
Üstelik bu sefer yanlış enformasyon kervanına TBMM, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve Ankara Valisi Kemal Önal da katıldı.
2 Nisan 2008’de CHP Ankara Milletvekili Tekin Bingöl, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın yanıtlaması istemiyle TBMM Başkanlığı’da bir soru önergesi verdi. Bingöl önergesinde, Gençlik Parkı’nda çalışmaların ne zaman tamamlanacağını soruyordu.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay, bu soruyu 86 gün sonra yanıtladı. Bakan, yanıt yazısında ’Ankara Valisi Kemal Önal’ın bilgi notunu’ kaynak gösteriyordu. Belli ki İçişleri Bakanı bile, konu Ankara’da bir projenin bitirilme tarihi olunca, temkinli davranmayı tercih ediyordu.
İçişleri Bakanı Atalay, 28 Haziran 2008’de Gençlik Parkı’nın Ağustos ayı sonuna kadar bitirilmesinin planlandığı açıkladı.
DAHA DA GERİYE DÖNERSEK..
Melih Gökçek, 6 Mayıs 2005’te kapattığı parkın, 29 Ekim 2006’da açılacağına dair söz vermişti. Tarihler 2008 yılının Şubat ayını gösterdiğinde, henüz ihaleye bile çıkılmamıştı.
Ve bugün 22 Ekim 2008..
Gökçek’in 5 ayda bitireceğine dair Ankaralı’ya söz verdiği park, 40 aydan fazla bir zaman geçmesine rağmen hala bitirilemedi.
Trajik olan ise Devlet’in İçişleri Bakanı bile parkın ne zaman biteceğini bilememişti, tam olarak bilemiyordu..
3 ay sonra ya da 23 ay sonra..
Gençlik Parkı mutlaka açılacak..
Ve kimse bu öyküyü hatırlamayacak..
Hayırlı olsun.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2008
YILLAR önce okulda ders sırasında duyduğum ve Türkçe karşılığı o gün dikkatimi çeken Almanca bir cümle, ’çirkinleşme’ sinyalleri veren yerel seçim sürecinde hafızamda kendini tekrarladı: ’Kent yaşayan bir organizmadır’.. Teknoloji çağının yaratıp geliştirdiği yeni nesil reflekslere uydum ve cümleyi internette araştırdım. Daha önce sadece üç yerde bu cümlenin kurulduğunu gördüm.
Birisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın bir demeci, diğeri TMMOB Şehir Plancıları Odası’nın 2000 yılındaki Dünya Şehircilik Günü Bildirgesi ve sonuncusu da Banka Sigorta İşçileri Sendikası Ankara ve İç Anadolu Şubesi Başkanı, politikacı, yazar Yaşar Seyman’ın sevgili Veli Sarıtoprak’a verdiği röportajda vardı.
Oysa bana göre kritik olan bu yaklaşım, çok daha fazla yerde karşıma çıkmalı, tartışılıyor olmalıydı.
Önce şaşırdım..
Sonra Ankara’da iyi niyet ile oluşturulan her tartışma zemininin, bir anda nasıl kavga zemini haline getirildiği aklıma geldi, şaşırmamaya karar verdim.
Komplekslerin olduğu her yerde her tartışma, kavga demekti.
13 EKİM VE ANKARA
Ben o sözü duyduğum ilk günden beri, kent benim için yaşayan bir organizmadır.. Duyuları, mutlulukları, kederleri, hatta ağrıları vardır.
Yaşayan Ankara, üç gün önce Başkent oluşunun yıldönümünü kutladı.
Mutluluktu..
Verilen demeçlere, atılan nutuklara göz attım, neyi kutladığımızı unutup oy hesaplarını anlatan yöneticilerimiz bile vardı. Yeni kuşağın öğrenim hayatları boyunca tarih derslerinde dinlemekten bıktığı soluk ve kalıplaşmış paragraflar da.. Kimse, Merkez Bankası gibi Başkent’in malı olduğu halde sökülüp İstanbul’a götürülecek olan simgelerden bahsetmiyordu demeçlerinde. Ya da ben göremedim..
Ezberlenmiş bir nakarat yükseliyordu hep bir ağızdan..
’Kutlu olsun Ankara’..
Bu nedenle 13 Ekim, yaşayan bir organizma olan Ankara’nın mutluluğunun hüzne ve kedere dönüştüğü gün oldu benim için.
ŞEKER HASTALIĞI
Duyular, mutluluklar, kederler, hüzün.. Hepsi bir kent için mümkündü. Ama ya ağrılar..?
Kısa süre önce annemin karşılaştığı ciddi bir sağlık sorunu nedeniyle, yeni birşey öğrenmiştim. Şeker hastaları, bu rahatsızlıklarından ötürü kalp krizinin sinyallerini veren ağrıları hissedemiyor ve ölüm bir anda karşılarına çıkıyordu.
Ankara’nın yaşadığı kent ağrıları gibi..
Çoğu zaman kelimelere dökmekte zorlandığım karabasanı, o an ilk defa bu kadar yakınımda hissetim.
Ankara belki de, şeker hastasıydı..
Sonra Ankara’nın hangi ağrıları hissettiğini anlamaya çalıştım.
Eskiler ’ilk göz ağrısı’ derler.. ’Son göz ağrısı’ deyimini kullananlar da var.. Çok değer verdiğim bir dostum uzun yıllar önce, üç kardeş içinde ortanca olmaktan şikayet ederdi hep. Derdi ki, "İlk göz ağrısı değilsin, son göz ağrısı değilsin.. Ortanca göz ağrısı sen isen, ağrı bile değil sadece ortancasın. Ortanca çocuklar bu yüzden, sevilmediklerini hissederler."
Cumhuriyet’in Başkenti’ni şeker hastası yapıp, ortanca çocuk ağrısı çektirmeye kimsenin hakkı yok.
Çünkü Ankara, yaşayan bir organizma ve Cumhuriyet’in gözbebeği..
Başkent oluşun kutlu olsun Ankara..
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2008
KİMİ detaylar, yaşamın akışı içinde yıllar boyunca aktarılacak, anlatılacak ’kıssadan hisse’ öykülerine dönüşür. Geçtiğimiz günlerde ODTÜ kampüsünde gezinirken, benim de yaşantımda yer etmiş böyle bir detay yeniden canlandı.. 1990’larda, neredeyse bütün dünyanın arkasını döndüğü bir katliam, nefreti en ahlaksız biçimiyle kusan bir savaş yaşanıyordu Balkan coğrafyasında..
O savaş, Saraybosna’nın Markal semtinde 40’tan fazla insanın ölümü, 80’den fazla insanın yaralanması ile sonuçlanan Pazar yeri katliamı ile kazındı hafızalara..
1995 yılında savaşın artık son günleri sayılan bir zamanda, dönemin Başbakanı Tansu Çiller ile Saraybosna’ya gitmiştim.
Uçağımız kente inen ilk sivil uçaktı.
Hayatımda ilk defa gerçek ve çok ağır bir savaştan çıkmış bir kent görüyordum. Gördüğüm son kent olmasını dilediğimi hatırlıyorum..
BİT ŞAMPUANI
Gazetecilik güdüleri ile insani duyguların harmanlandığı nadir anlardan birisini yaşadığımı fark ettim. Her detay önemliydi. Pazar yerinde, sokaklarda gezerken savaştan çıkmış bir milletin nasıl tertemiz giysilerle dolaştığına şahit oldum. Büyük çoğunluğu kış mevsimini, cadde aralarındaki refüjlere ektikleri lahanaları yiyerek geçirmişti.
Sağlık Bakanlığı uçağımızın kargosuna, alabildiğince sağlık malzemesinin yanı sıra ’bit şampuanı’ da koymuştu. Kente geldiğimizde, savaş boyunca tek bir bit vakası bile görülmediğini duydum.
Gülümsedim..
Delik deşik binalar, acılar, kokusu hala tüten ölüm.. Savaşın enkazı arasından yeşeren bir filizdi Saraybosna..
Arkadaşlarımızla uzun uzun bu coğrafyanın kültürü üzerine sohbet ettik.
Ama esas beni sarsan bilgi, kafilemize rehberlik eden Dışişleri görevlisinden geldi:
"Başta üniversitede öğrenim görenler olmak üzere, öğrenciler savaş boyunca küçük gruplar halinde nispeten güvenli evlere alınmış ve eğitimlerine olabildiğince devam etmeleri için çaba gösterilmişti."
İnanamadım..
Ateş altında ’ev okulları’..
SAVAŞ YOK
ODTÜ’nün güzelim sonbaharında gezinirken, gözlerim binalara değdi. Hangilerinin yıkılmak istendiğini merak ettim. Sonra ODTÜ’yü bir bıçak gibi kesmesi için inat edilen otobanın nereden geçirilmek istendiğini araştırdı gözlerim..
Saraybosna’da havan mermileri uçuşurken, eğitim için gösterilen özveriyi ve ’inadı’ düşündüm.
Kampus gençlik kokuyordu.
Ring bekleyen yurt öğrencileri, kimi yavaş kimi aceleci öğrenci adımları..
Bütün ihtişamıyla sonbaharı gördüm..
Çok düşündüm..
ODTÜ kaçak tezgah açan işportacıların peşine zabıta takılacak bir pazar yeri değildi.. İçinden otoban geçecek dağ başı, hiç değildi..
ODTÜ bizimdi..
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2008
RAMAZAN, bayram, hatta Ankara.. Her nedense, bu kavramlar ne zaman önümüze çıksa, eskiye dönme eğilimi gösteririz çoğu zaman.. Ramazan ayı gelir, sohbetlere "Nerede o eski ramazanlar" diyerek başlanır..
Bayram olur, yine aynı dönüş geçmişe..
Ankara, biraz daha farklı..
Ankara, yılda bir ya da iki kere karşılaştığımız mutluluk değil, içinde yaşadığımız şehir..
Ankara konusunda geçmişe dönüşü, sadece eski Ankara fotoğrafları ile karşılaştığımda yaşıyorum..
Gençlik Parkı mesela..
Opera tarafında, mini tren istasyonunun ilk durağının bulunduğu girişteki merdivenlerde fotoğraf çektirmek modaydı benim çocukluğumda.. Bir de dönme dolabın ’kefe’lerinde..
Artık yok.. Daha doğrusu, Ankara’nın simgesi olarak yok..
Simge yapmayı beceremeden, yıkıp yeniledik..
ARTIK YOKLAR
Bayram geldi, ben de geçmişe döndüm.. Çocukluğuma dokunabildiğim özel mekanları düşündüm birer birer.. Düşündükçe, sustu geçmişim..
Çocukluğumdan hatırladığım meydanlar vardı.. Artık yoklar..
Ulus Kızılay hattında işleyen troleybüsü kızıma anlatmaya kalksam, beceremem.. O daha ’tornet’in ne olduğunu bilmiyor ki..
Bizim tornete bindiğimiz sokaklar cadde oldu, artık yoklar..
Benim çocukluğumda, evde verilen davetlerde içilen içkilerin şişeleri biriktirilir, hurdacıya verilip karşılığında ya leğen ya mandal alınırdı..
Halı döverdik, hem de doyasıya.. Çünkü bahçelerimiz vardı, ama hepsi otopark oldu.. Artık yoklar..
Bunca yokluğun içinde, en çok çocukluğuma dokunabildiğim mekanların yokluğu ağır geliyor bana..
DUT GÖLGELERİ
Mahallenin çocukları, internet kafe müşterisi oldu..
Mahallenin ağabeyleri ise şiddet dizilerinin figüranları..
Sokaklarının köşesinde kızlı erkekli oturup çekirdek çitlenen kaç mahalle kaldı..?
Yıllar önce kaç dut ağacı vardı Ankara’da, bugün kaç sokakta dut gölgesi var..?
Mahalle muhtarının çakmağı var ama, ’windproof’..
Şimdi bir de, mahalle olan belediyelerimiz var..
Kim muhtar, kim başkan..
Sahi, mahallenin delisi kim olacak..?
Ne güzel dönüştük kentsel olarak..
Acaba, çocukluğumuzun sözlüklerinde karşılığı olan kaç mahalle var..?
ŞEKER BAYRAMI
Şeker Bayramı ve çocukluğum deyince bakıyorum da, sadece Öksüzler Sokak’ta kalan bir iki kırıntı ve çocukluğumun kıyısında geçtiği demiryolu var..
Üzerine bir devlet kuracak paranın dökülüp de, içinden bir enkaz çıkacak kaç şehir var.?
Bayram, her şeye rağmen çok güzel..
Kutlu olsun..
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2008
ANKARA Valiliği yaklaşık bir yıl önce ’rüya gibi’ bir kampanya başlattı. Doğrusu gazeteci olarak bizler hem biraz şaşırdık, hem de sevindik. Valilik, "Bir Rüyadır Ankara" isimli projesi ile dev atılımlar yapacağını açıklamıştı. Şaşırdık, çünkü kente dair sorunlara hep
mesafeli yaklaşan Ankara Valiliği, Ankara’nın tanıtımına dair eksikliğe bir anda büyük önem verip sahiplenmişti.
Oysa aynı Ankara Valiliği’ni, ne
köpek katliamlarında, ne
su tartışmalarında görmüştük, ne
alt üst geçit ve köprülü kavşak tartışmalarında, ne
ODTÜ binaları için verilem
’yıkın’ emri ile
’yol geçirin’ inatlaşmasında, ne de kokan Başkent utancında duymuştuk.
Vali Kemal Önal’ın yakın çevresine, kurumlar ya da kişiler arasında geçen tartışmalara girmek istemediğini ifade ettiği de kulağımıza gelen bilgiler arasında... Yeri gelmişken bir hatırlatma yapmakta fayda var. Kent sorunlarının, küçük bir
kahvehane köşesinden, kent
bürokrasisinin en üst kademelerine kadar
her yerde tartışılmasından daha doğal bir şey olamaz.
NE OLDU BİZİM RÜYAMIZAHerşeye rağmen Ankara için bir tanıtım atağına başlanması, alkışlanması gereken bir girişimdi.
Ankara Hürriyet olarak bu girişimi de geçtiğimiz yıl
alkışladık.
Valiliği böyle bir kampanya için harekete geçiren belki de, internet sitesinde yapılan "Ankara’nın turizm açısından yeterince tanıtıldığını düşünüyor musunuz?" başlıklı anketin sonuçları idi. Ankete katılan 30 binin üzerinde kişinin yüzde 67’si
’Kesinlikle hayır’ yanıtını veriyordu.
Ankara Valiliği’nin internet sitesine dün yeniden girdim. Sitenin anasayfasında ’Bir Rüyadır Ankara Projesi’ ile ilgili tek bir linke, tek bir duyuruya rastlayamadım.
Sahi ne olmuştu
rüyamıza..?
İnternet sitesinde,
kuytu köşeleri gezmeye başladım. Ve proje ile ilgili
ilk, tek ve son haberin 5 Kasım 2007 tarihinde yayına verildiğini gördüm.
"Ankara Valiliği ’Bir rüyadır Ankara’ sloganıyla Anadolu Medeniyetleri Müzesinde tanıtım gecesi düzenlendi" başlıklı habere göre, İçişleri Bakanı
Beşir Atalay, "Başbakanımız buraya katılamadığı için üzgün, ama bir mecburiyet. Başbakanımızın sizlere selamını iletmek istiyorum" diyordu. Yani proje
Başbakan’ın da takdirini kazanmıştı.
ORTADOĞU’YU ŞEKİLLENDİRDİ
Ankara Valisi
Kemal Önal ise konuşmasında, başlatılan tanıtım etkinliğinin kısa sürede beklenen faydayı sağlayacağını dile getiriyordu.
Atatürk’ün Ankara’nın Başkent olması ile ilgili "Ankara, Cumhuriyetin merkezi olacak, bölgemizin dış politikası burada şekillenecek ve yabancı devlet başkanları, yabancı elçiler bu Anadolu bozkırından fışkıran modern Başkente gelecekler ve biz onları burada ağırlayacağız" sözünü hatırlatan Ankara Valisi Kemal Önal, bugün bunun gerçekleştiğini görmekten ayrı bir mutluluk duyduğunu ifade etmişti. Önal, "Şu anda BM Genel Sekreteri, ABD Dışişleri Bakanı, İran ve Irak heyeti aynı gün buradalar ve bölgenin politikasının şekillenmesine çalışıyorlar" açıklamasını da yapıyordu.
Yani ’Bir Rüyadır Ankara Projesi’ sayesinde,
Ortadoğu bile yeniden şekilleniyordu.
Sonra gözüme bir başka şey çarptı internette..
Ankara İl Genel Meclisi’nin Nisan ve Mayıs aylarındaki toplantısının
gündem maddeleri arasında, proje çerçevesinde çıkarılan ’Bir Rüyadır Ankara’ isimli derginin
’neşriyatının durdurulması’ yönünde bir talep yer alıyordu.
Eskiler, kendilerine bir rüya anlatılmaya başladığı anda hemen atılıp, ’Hayırdır inşallah’ derler. Biz de
Ankara olarak bir rüya gördük.
Hayırdır inşallah..Cevap bekleyen sorularKent sorunları günlerce tartışılırken susan
Ankara Valiliği, bir anda
Ortadoğu’nun şekillenmesine katkı sağlayan bir projeye imza atmıştı.
Bildiğim ve hatırladığım kadarıyla proje çerçevesinde, geçtiğimiz yıl yoğun şekilde reklam panolarında yer alan ilanlar ve içerik ile kalitesi
tartışmalı bir dergi dışında bir şey yapılmadı.
Ve bazı sorular cevap bekliyor:
Projenin toplam bütçesi ne kadar?
Bugüne kadar kaç lira harcandı?
Ankara’nın tanıtımına katkısı ile ilgili araştırma ve taramalarda hangi faydaların elde edildiği tespit edildi?
Kampanyayı Ankara Valiliği adına yürüten firma hangi kriterler gözönünde bulundurularak seçildi?
İhalesine hangi firmalar katıldı?
Aynı firma, Ankara Valiliği’ne başka hangi hizmetleri veriyor?
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2008
ÜÇ yaşlarında bir çocuğun küçücük bir kutu süte, annesini görmüşcesine baktığını ilk defa o gün gördüm.. Sokakta karşılaştığım o çocuğun ismini hiçbir zaman öğrenemedim. Ankara’dan yanımda getirdiğim küçük kutu sütü uzattığımda, kız çocuğunun gözleri gözlerime değmişti. Unutamadım..
İlk gençlik yıllarında Attila İlhan’ın o güzel şiirini, Alpay’ın sesinden dinlerdik şarkı olarak..
Gözlerin gözlerime değince,
Felaketim olurdun ağlardım.
Bıkıp usanmadan çalar söylerdik o şarkıyı.. Felaket sözcüğü ilk defa o yıllarda dikkatimi çekmişti. Ama gerçek felaketin ne olduğunu, yıllar önce yine o gün gördüm.
Tarih 17 Ağustos 1999
17 Ağustos 1999’da, bütün Türkiye deprem felaketi ile sarsılmıştı. Depremin ertesi gününde Yalova’ya girdiğimde, karşılaştığım tabloyu tarif etmek mümkün değildi. Yıllar sonra Ankara Sanayi Odası binasında tadilata karar verdiğinde, binanın yeni deprem yönetmeliğine uymadığı ortaya çıktı. Hiç tereddüt etmeden eski bina yıkıldı. Ayrı yere daha modern ve deprem yönetmeliğine uygun yeni bir bina yaptılar.
Üstelik hiç kimse zorlamadan, güle oynaya..
Bunu öğrendiğim gün, o küçük kız çocuğunun gözlerindeki ifade tekrar gözümün önüne geldi. ASO, alkışlanacak bir karara imza atmıştı. Ancak bir şeyi de düşünmeden edemedim. Acaba Başkent’in kaç binası yeni deprem yönetmeliğine uygun değildi?
Bu sorunun cevabının ne zaman verileceğini kestirmek çok güç.
Tarih 17 Ağustos1668
Ankara’da deprem, Bala depremine kadar yeni kuşakların pek de tanıdığı bir kavram değildi. Her zaman yaygın olan kanaat, Ankara’nın deprem açısından güvenli bir kent olduğu idi. Oysa 430 yıl önce, 17 Ağustos 1668’de Ankara da büyük bir deprem ile sarsılmış.
Bu bilginin kaynağı, Dr. Caroline Finkel’in Londra üniversitesinden Prof. Dr. N. N. Abmraseys ile birlikte kaleme aldığı ’Türkiye ve Komşu Bölgelerin Deprem tarihi: 1500 - 1800’ isimli kitap. Dr. Finkel, 1999’da Milliyet Gazetesi’ne verdiği röportajda, şunları söylemiş:
"1668 Ankara depremi Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerindeki en büyük depremlerden biriydi ve Bolu’dan Erzincan’a kadar uzanan alanı etkiledi. 1939 Erzincan depremine kadar bölgede büyük bir deprem faaliyeti görülmemiş olması, 1668 Ankara depreminin şiddeti hakkında bir fikir verebilir.
Avrupa kaynaklarından öğrendiğimize göre, 15 Ağustos’ta öncü şok Ankara kalesine, evlere ve surlara hasar verdi. İki gün sonra başlayan sarsıntılarla kalenin bulunduğu tepeden aşağıya kayalar yuvarlandı. Yer yarıldı ve içinden sülfürlü alevler yükseldi. Bir kaynağa göre, kadın ve çocuklar ağlıyordu... Erkeklerin içine düştüğü dehşet anlatılır gibi değildi. Herkes kenti boşaltarak dağlara, bahçelere, bağlara çekildi. Yalnızca kalenin Türk komutanı ve askerleri yerlerinde kaldılar."
Zor olan ve kolay olan
Caroline Finkel’in bu tespitleri üzerine, internette küçük bir araştırma yaptım. Deprem ile ilgili televizyonlara uzun uzun demeçler veren uzmanların ve uzman kuruluşların, 1668 yılında meydana gelen deprem ile ilgili bir açıklamasına rastlamadım.
Belki Ankara bundan sonraki 430 yıl boyunca tek bir deprem bile görmeyecek. Bunu bilmek, bugünün teknolojik imkanları ile mümkün görünmüyor. Ama doğal felaketlerin en karakteristik özellikleri de, beklenmeyen bir zamanda gelmeleri..
Yalova’da gördüklerimden ve yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey oldu. Normal bir yaşam akışı içinde binalarda deprem dayanıklılığı açısından tespitler yapmak, depremin yıktığı binlerce bina enkazı arasında hasar tespiti yapmaktan çok daha kolay..
Marmara depremi sonrasında sokakta karşıma çıkan o kız çocuğu gibi çocukları, artık sadece parklarda mutluluk içine oynarken görmeyi diliyorum.
Ve felaketin de, sadece Attila İlhan’ın o dizelerinde bir kadına duyulan aşkın yarattığı felaket olarak kalmasını..
Yazının Devamını Oku