Levent Seğmen

Ankara’da sonbahar

11 Eylül 2008
CUMHURİYET’in Başkent’i olup da, eş zamanda bir çok imgenin başkenti olma sorumluluğu düşünce bir kentin üzerine, kent bile zaman zaman çelişir kendi varlığıyla.. Hele kent, pek çok imgenin başkenti olmayı o ya da bu nedenle, becermekte zorlanıyorsa.. Keşke, ’Aşkın Başkenti Ankara’ diyebilsek haykıra haykıra..

Ya da..

’Herşeyin Başkenti’

Belki, ’Sevginin Başkenti’ diyebilmek bile, iki arşın mesafe ederdi.

Benim tereddüt etmeden yapabildiğim tek tanımlama:

’Hürriyetin Başkenti Ankara’

ANKARA’YA SONBAHAR GELDİ

Bugün bakıyorum da, kent içinde siyasetin, kent içinde kavganın neden olduğu toz duman içinde, sonbahar gelmiş çatmış bile..

Ekşi Sözlük’te dolaşırken, gözüme takılıyor..

2003 yılında, siyah martı rumuzlu üye yazmış:

"Ankara’ya en yakışan mevsim sonbahardır aslında. Gri, siyah, beyaz bu kentin üstüne sarı bir elbise gibi yerleşir sonbahar, sadece bir mevsim olmakla kalmaz, simitçilerin billur gözlerine bir yağmur hüznü ile düşer. Ankara’da sonbahar, şiir yazmaya müsait sayfalar gibi açılır Botanik Parkı’nda."

Ağabeyimiz Doğan Hızlan’ın yıllar önce kaleme aldığı köşesinde, ’Ankara’nın Sonbaharı’na rastlıyorum sonra:

"Sonbahar her şehrin kendine özgü güzelliklerini ortaya çıkaran bir ressam.

Her şehirde, her renk bir başka tonda.

İstanbul’un yeşili Ankara’da değişik görünüyor. Denizin mavisi yeşile vurmayınca, yeşil yeşilliğini gösteriyor. Ankara’nın yeşili özgür.

Ankara’nın yeşilini sonbaharda seviyorum. Sanki otomobillerin üstüne, insanların yüzüne yansıyor.

Avareliğin düzene dönüştüğü, gene de insan estetiğini yok etmediği bir şehir Ankara."


KARŞI DAĞLARA YAĞAN KAR

Öyküler
, karşı dağlara yağan kar ile anlatır çoğu zaman kış mevsiminin gelip çatmak üzere olduğunu..

Ankara’nın öyle bilinen, görülen karlı tepeleri yok. Gözümüzün gördüğü, üç beş kuruş fazla rant uğruna, kat sayıları hızla artarak inşa edilen gökdelenler, alışveriş merkezleri..

Biz Ankaralılar yaklaşan kış mevsimini, el yordamı ile anlar olduk.

Oysa, Ankara’nın ’gerçek ve yerel’ ağaçlarının bulunduğu kurtarılmış üç beş parkta, hala çocukluğumdaki gibi geliyor sonbahar Ankara’ya..

Ve iddia ediyorum:

Türkiye’nin en güzel sonbaharı, Ankara’da..

Sonbaharın da Başkent’i Ankara..
Yazının Devamını Oku

Bu kokular hem Atatürk’ü hem de Fatih’i incitirdi

4 Eylül 2008
SEÇİM dönemlerinde bazı şarkılar, siyasi partiler tarafından seçim şarkısı olarak seçilir. İşte o şarkılar, haftalar boyunca insanların hafızalarına kazınır. Özellikle de seçim gezilerini izleyen gazetecilerin zihnine.. Örneğin Sezen Aksu’nun ’Hadi Bakalım’ı ne zaman kulağıma çarpsa, hala aklıma Anavatan Partisi gelir. Ve ne zaman Fatih Sultan Mehmet adını duysam, kapatılan Refah Partisi’nin 1990’lı yıllarda seçim şarkısı olarak kullandığı ’Fetih Marşı’nın, melodisiyle birlikte hiç unutmadığım o satırı..

"Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın..."
/images/100/0x0/55eb22caf018fbb8f8ad8b17
Geçenlerde Fatih Sultan Mehmet’in, kente ve kent yaşamına dair daha önce hiç duymadığım bir sözü gözüme ilişti. Fatih, "Bir kent için en önemli üç şey kanalizasyon, hamam ve kütüphanedir" diyordu.

Neredeyse 600 yıl öncesinden kopup gelen ve bir muazzam dehayı, öngörüyü gösteren bu sözlerden çok etkilendim.

Sonra ardarda geçmişten fotoğraf kareleri geldi gözümün önüne..

Kapatılan Refah Partisi iktidar yürüyüşündeki gücünü, 1994 yılında yapılan yerel seçimlerden almıştı. Melih Gökçek belediye başkanı seçilmeden önce, kapatılan Refah Partisi’nin Ankara Milletvekili idi.

Dönemin TBMM Başkanvekili Yasin Hatipoğlu ile Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Tekdal, 22 Haziran 1992 tarihinde ciddi bir trafik kazası geçirdiklerinde, kaldırıldıkları Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde Melih Gökçek’in de milletvekili sıfatıyla bulunduğu küçük grupta yaptığımız sohbete dair bir kareyi hatırladım. O günün koşullarında dinin 4’e kadar kadınla evliliğe izin verip vermediğine dair esprili sohbeti...

Kapatılan Refah Partisi ise iktidara ve yerel yönetimlerdeki hükümranlığına, Fatih’in torunu olmakla övünerek, ’Fetih Marşı’ ile yürüyordu.

Gerçek o ki hepimiz ’Fatih’in torunları’, ’Atatürk’ün evlatları’yız.

Denize büyük bir tutku ile bağlı Atatürk’ün, Florya sahillerinde halkla birlikte denize girerken çekilmiş fotoğrafları da belirdi bir anda zihnimde..

Bugün Ankara’da yerel yönetimlerin harem-selamlık havuzları var. Yine yerel yönetimlerin içkili restoranlar ile içki satan büfelere açtıkları savaş da ortada. İnancı yarıştıran ’ezber yarışmaları’ ise cabası..

Atatürk’ün kente dair önceliğinin ne olduğunu, yıllar boyunca didikleyerek katlettiğimiz Atatürk Orman Çiftliği’nin öyküsünden biliyorum.

Fatih Sultan Mehmet’in kente dair birinci önceliğinin ne olduğunu ise yeni öğrendim:

Kanalizasyon..

Bugün Cumhuriyet’in Başkenti’nin, Atatürk Ankarası’nın her yerinden dayanılması güç, kanalizasyon kokuları yükseliyor.

Eryaman’dan geçerken de arabamın camları kapalı olmasına rağmen o koku doluyor içeri; Keçiören, Söğütözü, Yenimahalle, Ahmetler, Çankaya, Bakanlıklar, Akay Kavşağı’ndan geçerken de...

Bugün Ankara’nın değişik yerlerindeki ağır kokularla ilgili haberimizde ayrıntılarıyla okuyacaksınız.

Ancak Ankara koktukça, yetkililer susuyor.

Ankara Hürriyet’in "komutan logar" nitelemesiyle kent gündemine taşıdığı, kent kampanyasına dönüştürdüğü rögar kapakları sorununu da hatırlayacaksınız.

Rögar kapakları hala ya tümsek, ya çukur kent trafiğinde...

Ve yetkililer bu konuda da suskun.

Yerel yönetimlerin harem-selamlık havuzları bana "Atatürk’ün Floryası"nı, kentin caddelerinden artık sokakları saran kokular ise Fatih Sultan Mehmet’in 6 yüzyıl önceki öngörüsünü hatırlatıyor.

Sokaklara bakıyorum, bugün minarelerde boy gösteren ’Hoşgeldin Ramazan’ mahyaları, Ramazan ayı bitince yerini ’Hoşgeldin Yerel Seçim’ afişlerine, pankartlarına bırakacak.

Sezen Aksu’nun, geçmişte Anavatan Partisi tarafından seçimlerde kullandığı şarkının orjinal sözlerinde dediği gibi..

"Hadi bakalım, kolay gelsin. Bir acayip zor yarış. Bana ne aman, ben anlamam. Pek hesaplı ince iş..."
Yazının Devamını Oku

Keşke Ankara büyük bir aile olabilse

28 Ağustos 2008
VATANDAŞ olmak, temelde bir kaç basit soruya verilecek, bir kaç basit cevapla başlar. Bu toprağa basıyorsan..

Bu suyu içip, bu havayı soluyorsan..

Burada öyle ya da böyle karnın doyuyorsa..

Burası senin vatanın, sen bir vatandaşsın ve bir vatandaş olarak hakların yanısıra üzerine düşen görevler var demektir.

Kentli olmayı bir anlamda, vatandaş olmanın bir alt bilinç düzeyi olarak da düşünülebiliriz.

Türkiye, inanan ve bağlanan bütün vatandaşları ile bir büyük aile..

Birlikte üzülmek, birlikte sevinmek..

Kavga her ailede var. Yanlışlar, hatta entrika bile..

Üç beş çapulcuyu Türkiye ailesinin dışında bırakan da zaten, ailenin diğer fertlerini bebek, kadın demeden öldürmeleri..

BİR YIL SONRA Ankara’DAYIM

Keşke Ankara da, kocaman bir ’aile kent’ olabilse..

Kentimize dair ne varsa hep birlikte üzülsek, hep birlikte sevinsek..

Kavgalarımız, sadece bir ailenin içinde yaşanabilecek türden olsa..

Hakaret etmeyi, akla hayale gelmeyecek iftiralar, çamurlar atmayı kavga etmekle karıştıran aile fertlerinin gözündeki sis perdesi aralanabilse..

Ankara Hürriyet, ilk gününden bugüne ilkeli ve dürüst gazetecilik yapmanın ötesinde, Ankara’nın bir büyük aile olması için gecesini gündüzüne kattı. Şimdi, iki yaşına gelen ankara.sendeyolla.com sitesi ve gönüllü kent habercileri de ailenin en sevilen, saygı duyulan fertleri oldu.

Önceki akşam, Sen de Yolla’nın ne kadar özel bir aile olduğuna bir kez daha şahit oldum.

Kent habercileri ailesinden thaliafortuna (Sinem Şanlı), neredeyse bir yılı aşkın bir sürenin ardından tekrar haber göndermişti.

Şanlı’nın gönderdiği yazıyı okuyunca, bunun bir haber olmadığını gördüm. Sinem Şanlı, bir yıldır haber göndermese bile acısını, ferdi olduğu Sen de Yolla ailesi ile bir şiiri aracılığıyla paylaşıyordu.

***
Ankara’DAYIM

Bağlıyım,

Bağımlıyım bu şehre,

Göbekten dönünce,

Bana çıkıyordu bütün yollar;

Gelmediniz...

Gözyaşlarının ardındayım,

Ararsanız buradayım,

Ankara’DAYIM,

Dayısı ölünce şairin,

Bütün kelimeleri intihar etmiştir.

**

Sen de Yolla ailesinin bütün üyeleri adına thailafortuna’ya başsağlığı, dayısına Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır diliyoruz.

Ankara’nın da, tıpkı Ankara Hürriyet gibi, tıpkı Sen de Yolla gibi bir büyük aile olacağı günleri özlem ve heyecan ile bekliyoruz..
Yazının Devamını Oku

Gelecek yerel seçimlerde benim de bir hayalim var

14 Ağustos 2008
TAKVİMLERİN yıl hanesi henüz 2009’a dönmese de, artık Türkiye genelinde olduğu gibi Ankara’da da erken ya da zamanında yapılacak yerel seçimler kent siyasetine iz düşürmeye başladı. Zaman zaman hataları çeşitli haberlere konu olsa da, Ankara’nın kendi vizyonları ölçüsünde iyi niyetle hizmet etmeye çalışan belediye başkanlarını gözümün önünden geçirdim ayrı ayrı.

Sonra tek tek başkanların özgeçmişlerinde göz gezdirdim. Özgeçmişler, herkesin incelemesine açık belgeler. Benim ne gördüğüm değil, kentlilerin ne düşündüğü önemli son noktada..

Ardından bir gazeteci olarak değil, bir kentli olarak nasıl bir belediye başkanı hayal ettiğimi sordum kendime..

Kaleme ve yazmaya olan sevdam ile tamamen hayal ürünü olan bir başkan adayı yarattım aklımda ve hayalimi sizlerle paylaşmak istedim. Belki başka kentlilerin de hayallerini harekete geçirebilirim diye..

Sonuçta hayaller de parmak izleri gibi, sadece sahibi olan kişiye özel.. İşte hayalimdeki o başkan:

ÖNCE HAYATTA KALABİLMEK

1973 yılında Dr. Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde sıcak bir Ağustos gününde doğdu ve hayatta kalmayı başarabildi.

Annesi Altındağ’da doğup, o bölgeye gönül vermiş eski Ankara kadını olan bir devlet memuru, babası aslen Çubuklu bir aileden gelen ve Keçiören’de toptancılık yapan saygın bir ticaret adamı idi.

GİZLİSİ OLMAYAN ÖĞRENCİ

Hem üniversiteye kadar geçen yıllarında, hem de üniversitede hep örnek öğrenci oldu. Hatta öyle ki, onu anlatanlar önce okul yıllarındaki anılardan yola çıkarak başlarlardı söze..

Annesinden devletin kırmızı çizgilerini, babasından girişimciliğin özgür ama namuslu ruhu öğrenerek büyüdü.

KIRKINCI FIRININ EKMEĞİ

Çevresindeki sorunlara, yaşama ilgi duyduğu ilk gençlik yıllardan itibaren siyasete yakın oldu, ama ne siyasetin oğlu oldu, ne de siyasetin maşası..

Eğer bir gün yaşadığı kente hizmet edecekse, kırkıncı fırından çıkan ekmekleri de yemesi gerektiği unutmadı. Siyasete meraklı fırıncıdan en büyük farkı da bu oldu.

İKİ YABANCI DİLİ BİLMEK

Yıl 2008 olup da 35 yaşına geldiğinde, sadece yolun yarısında değildi. Hem gençti, hem deneyimli, hem bilgili.. Lekesiz geçmişi, erdemini doğrular nitelikteydi.

İyi bir lisans diplomasının yanında bir master ve bir doktora, dünyanın her yerinde başını dik tutacak iki de yabancı dile sahipti.

HAYRAN BIRAKAN PIRILTILAR

Üstelik okul yıllarını haylazlıkla geçirmek yerine, ilgi duyduğu kent yaşamı ve sorunları yüzünden master ve doktorasını da kente dokunan branşlardan seçti.

Dokunduğu yerde hayran bırakan pırıltılar yaratan başarılı bir yönetici, cemiyet ortamlarının en çok saygı duyulan vatansever kişiliği idi artık. Yaş 35 hem yolun yarısı, hem var olmaktan doğan borcun geri ödemesi için en uygun zamandı.

TIPKI BABASI GİBİ YAŞAMAK

Ona doğup büyüdüğü, Ulus’ta ilk aşkı tattığı, Gençlik Parkı’nda ilk rakısını içtiği Ankara’da belediye başkan adaylığı teklif edildiğinde, annesi Kızılay gönüllüsü bir emekli, babası ise mezar taşında "Herkes için yaşadı" yazan bir rahmetli idi..

Kent adına adaylık teklifini kabul ettiğinde, kafasında tek bir şey vardı:

"Bir an önce siyasetten sıyrılıp, kavgayı sözlükten çıkarıp, çocuklarının sıradan bir vatandaş olarak yaşam kuracakları bir kent yaratmak."

Herkes için yaşamak, tıpkı babası gibi..

Önümüzdeki seçimlerde ümidim olmasa da, hayallerimin izlerini arayacağım..

Ama kentli, en azından özgeçmişlere etraflıca bir göz atmalı..
Yazının Devamını Oku

Kent olarak soyuluyoruz

7 Ağustos 2008
YILLAR önce izlediğim bir film, dünyanın en büyük banka soygunlarından birisini anlatıyordu. Bir hacker grubu, özel bir yazılım hazırlamış ve bankanın bilgisayar ağına yerleşirmişti. Hergün, yüzbinlerce mudinin hesabından bizim paramızla 1 kuruş, 3 kuruş gibi küçük miktarlar, bankada açılmış kişisel bir hesaba otomatik olarak aktarılıyordu.

Yapılan kesinti çok küçük olduğu için mudilerin bunu fark etmeleri, fark etseler bile üzerine gitmeleri de yok denecek kadar küçük bir ihtimaldi. Ancak o küçük rakamlar yüzbinlerle, milyonlarla çarpıldığında ortaya inanılmaz bir toplam çıkıyordu.

Ankara Hürriyet’te hafta başından beri Deniz Gürel’in hazırladığı dilenci dosyasını takip ediyorsunuz. İnanılmaz rakamlar, dilencilik örnekleri yer aldı.

Büyükşehir Belediyesi Zabıta Dairesi Başkanı Mehmet Ercan, ’korkunç artış’ diyerek geçtiğimiz yılın ilk altı ayında bin 409 dilenciye işlem yapılırken, bu yılın ilk altı ayında rakamın 3 bin 82’ye çıktığını açıkladı.

Çankaya Belediyesi Zabıta Müdürü Ahmet Turna da, yılın ilk altı ayında bin 500 dilenciye işlem yaptıklarını açıklıyor.

Üstelik bu rakamlar, sadece iki belediyenin yakalayıp işlem yaptığı dilencileri kapsıyor. Yani diğer ilçelerdeki dilenciler, yakalan(a)mayan dilenciler de hesaplandığında tablonun daha da vahim hale geleceği aşikar.

Aslan payını kim alıyor?

Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı çeşitli raporlarda, dilenciliğin organize suç örgütlerinin yeni finans kaynakları arasında bulunduğu bilgisine de yer veriliyor.

Bu rakamlar ve tablo, bir film senaryosu olan büyük banka soygunu ile Ankara’daki dilenci çeteleri arasında benzerlikler olduğunu düşündürüyor.

Duygularımızı sömüren, kandıran, bizleri enayi yerine koyan dilencilere verdiğimiz küçük küçük paralar, biraraya gelip büyük meblağlar oluşturuyor. Ve o meblağlar, aşağıdan yukarı bir sistem içinde paylaşılıyor. Aslan payı elbette, en tepelerde gezen gizli zenginlerin, suç örgütlerinin oluyor.

İki belediyenin verdiği rakamlar ve matematik ortada. 4 bin 500 dilenciden her biri günde 50 lira toplasa, ayda bin 500 lira, yılda da 18 bin lira yapıyor. Yani bu dilencilerin bir yıllık toplam ’sadakası’ 81 milyon YTL’yi buluyor. Buzdağının görünen kısmındaki rakamlarla yapılan basit bir matematik hesabı bile büyük toplamlar veriyorsa, bir de gerçek hesabı düşünün.

Kent olarak, Başkent olarak, Ankara olarak resmen soyuluyoruz. Bunun klasik bir soygundan farkı ise, hırsızın çalmayı kafasına koyduğu parayı, ona kendi ellerimizle vermemiz. Zabıta müdürlerinin verdiği rakamlar, bu soygunun boyutlarının her geçen gün daha da büyüdüğünü gösteriyor.

Dilencilerle mücadele eden tüm zabıta şeflerine ve memurlarına teşekkür etmek gerekiyor. Ancak yine de bu büyük soygunu önlemenin tek bir yolu var, o da dilenciye aldanıp para verme alışkanlığını toplum olarak terk etmemiz.

Başkent dilenci cenneti olmasın..
Yazının Devamını Oku

Köyünde iki ineği satıp Türkiye’de tatil yapmak

12 Temmuz 2008
KENT haberciliği ile ulusal habercilik arasındaki önemli farklardan birisini, yıllık iznimi alıp ailemle birlikte küçük bir kaçamak yaptığım Güney sahillerinde öğrendim. Ulusal haberciler için yıllık izin dönemlerinde cep telefonlarını kapatıp, genel gündemden kopmak nispeten kolaydır.

Oysa şimdi anlıyorum ki, eğer haber için çalışma sahanız ’kent’ ise izinde de olsanız baktığınız her yerde ’yerel haber’ görüyorsunuz.

Çünkü kent haberciliği yaşamın, yaşamın içindeki detayın ta kendisi..

Alanya’da keyifli günler geçirdiğim Hedef Resort Otel’de, fırsat buldukça hem Türkiye’den hem de dünyanın çeşitli ülkelerinden insanlarla sohbet edip onların ’yerel dünya’larını onlardan dinlemeye çalıştım.

Otelde Türkler, Almanlar, Polonyalılar, Danimarkalılar, Kazaklar ve Kırgızlar’ın yanısıra, Rusya’dan gelen konuklar ağırlıkta idi. Zaten son yıllarda Güney bölgesi turizminde Rus turistlerin ağırlığı herkesin bildiği bir gerçek.

Böyle bir ortam içinde, bir otel personelinin Rus bir çift ile uzun sohbeti dikkatimi çekti. Sohbetin ardından, bu defa otel personelini lafa tutma sırası bana geldi. Duyduklarım beni önce şaşırttı, sonra kafamda ardarda birçok sorunun sıralanmasına neden oldu.

Otel personeli Rus çifte, 5 YTL karşılığında düzenlenen bir Antalya turuna katılmak isteyip istemediklerini sormuştu.

Bu ’ücreti bizim için küçük’ davet üzerine Rus çift, 15 günlük Türkiye tatiline iki ineklerini satarak geldiklerini, yanlarında sadece 14 Amerikan Doları paraları olduğunu, dolasıyla günlük harcamalarının 1 Doları geçemeyeceğini anlatmışlardı.

Tesadüf mü bilmiyorum, Türkiye’de de iki ineğinizi sattığınızda, anne, baba ve çocuk olarak bir aile aynı şartlarda beş yıldızlı bir tatil yapmanız mümkün.

Varlık içinde yokluk mu, yoksa yokluk içinde varlık mı, karar vermek gerçekten zor. Hem Türkiye için, hem Rusya için..

Yerel habercilik belki de, iki inek ile bir tatilin muhasebesi üzerinden sosyo-ekonomik bilmeceleri çözmeye çalışmanın keyfi..

İnek dünyanın her yerinde inek, yaşam dünyanın her yerinde yerel.
Yazının Devamını Oku

Atatürk’ün köpeği de kedi yavrusu da aynı

5 Temmuz 2008
ANKARA Hürriyet en başından beri, sadece genel bir bakış açısı ile kenti değil, kent içinde ’yaşama dair’ ne varsa, her detayın içinde olmayı, her detayı kent ile birlikte yaşamayı hedefledi. Bu nedenle çeşitli etkinliklerimizde, kendimizi ifade etmenin en iyi yolu olduğu için ’Kentini yaşayan gazete’ sloganını mutluluk ve heyecanla kullandık. Kentimizin karanlıkta kalan sokaklarında da biz vardık, ilçe olma vaadi ile kandırılıp gururu ile oynanan Çayyolu’nun gizli öfkesinde de..
/images/100/0x0/55ea3d1af018fbb8f8734a4a
Kimi zaman bir ressamın elindeki fırçanın tuale dokunuşunu sorguladık, kimi zaman baz istasyonların sağlımıza nasıl dokunduğunu..

Keşfetmenin heyecanı

Bu yılın hemen başında Söğütözü’ndeki yeni binamıza taşındık. Yani mahalle değiştirdik. Ev değiştirip taşınmanın sıkıntısı kadar, yeni evimizi ve yeni mahallemizi keşfetmenin heyecanını da yaşadık.

Yeni yerimizde iki sokak köpeğini sahiplenip, onlara sağlıklı bir ortamda bakabilecek imkanlara da kavuştuk. Bu köpeklerden birisi olan Botoks’u, Hürriyet’in 60. yılı nedeniyle verdiğimiz özel ekte Ankara Büro ekibinin fotoğrafı içinde gördünüz.

Kentin, en az insanlar kadar önemsenmesi gereken sakinleri olan hayvanlarla yeni binamızda bir aradayız. Üstelik sadece iki köpeğimiz değil, kimseden kötü muamele görmeden binanın etrafında özgürce dolaşan bir yavru kedimiz de oldu.

Yavru kedi her ne kadar 60. yıl fotoğrafını kaçırmış olsa da, kocaman bir bahçede ve otopark katlarında güven içinde yaşamını sürdürüyor.

Bizler ise ’yaşama dair’ gerçeklerin, bize daha yakın olmasından mutluyuz.

Yılan Osman ve Pakize

Gazete olarak kentimizi yaşarken, yine en başından beri büyük duyarlılık gösterdiğimiz konulardan birisi de sokak hayvanlarına yapılan ve ’hayvanlığa sığmayan’ eziyetler oldu.

Ortaya çıkarttığımız köpek katliamlarının peşini hiç bırakmazken, AOÇ Hayvanat Bahçesi’nden kısa süreli yok olan Yılan Pakize’yi de hep birlikte dikkatle izledik.

Geçtiğimiz günlerde Bülten Sokak’ta bir apartmanın bodrum katında kafasına vurulup bayıltılan ’Yılan Osman’ da kent yaşamının bir parçası oldu, gönüllü kent muhabirlerinin hayvan sevgisi ile dolu haberlerine konu ettikleri yüzlerce hayvan da..

Mustafa Kemal ve Foks

Büyük önder Atatürk’ün de yaşamında havyan sevgisinin özel bir yeri olduğu çeşitli kaynaklar tarafından aktarılıyor.

Birinci Dünya Savaşı sırasında kapısının önünde yatan köpeği, Kurtuluş Savaşı sırasında bir Yunan komutanına ait olan bir köpeğe baktığı, anlatılanlar arasında..

Ağabeyimiz Bekir Coşkun’un aylık Performans Gazetesi’nde Dr. Altan Armutak’ın yazısından köşesine taşıdığı bilgilere göre, Atatürk’ün en sevdiği hayvan olan ve Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde her zaman el üzerinde tutulduğu anlatılan Foks’un öyküsü özetle şöyle:

"Atatürk, Foks’un ne yiyip ne içtiğinden, ne zaman çiftleşeceğine kadar hemen her şeyiyle yakından ilgilenirdi. Ama gün gelir, Foks’la yolları ayrılır. Köşke ikinci bir köpek gelmesini kıskanan Foks, bir gün kendisini kaldırmak isteyen Atatürk’ün elini ısırır. Ancak (yaşamı boyunca hayvanların öldürülmesine karşı çıkan, başıboş kedi ve köpeklerin Hayvanseverler Derneği aracılığıyla sahip edinmelerini sağlayan) Gazi, Foks’un davranışına hiç sinirlenmemiş, eli pansuman edilirken şöyle demiştir: (Fenalık yapmak için ısırmadı)..

Ama yakınları ’Sahibini ısıran köpekten hayır gelmez’ diyerek, ilaçla sonsuza dek uyutulması için Atatürk’e ısrar ederler. İzin verdi mi vermedi mi bilinmez ama Foks o günlerde öldürülür. Foks’un ölümü Atatürk’ü adeta yıkar. Günlerce yüzü gülmez olur. Artık Foks’un konusu her açıldığında, gözleri acıyla dolar.

Veterinerin aymazlığı

Bu arada Atatürk Orman Çiftliği’nin veterinerleri, Foks’un ölüsünü gömmezler. Herhalde Atatürk’ün köpeği olduğu için, derisini yüzüp içini doldurarak bir vitrine yerleştirirler. Amaçları Atatürk’e bir sürpriz yapmaktır.

Bir gün Atatürk’ün yolu çiftliğe düşer. İçeri girip Foks’un doldurulmuş bedeni ve donuk gözleriyle karşılaşınca donakalır. Gazi, gördüğü manzara karşısında çok ıstırap çekmiştir. Bir ara öfkelenir gibi olur, ama veterinerlerin şaşkın bakışları arasında çiftliği terk eder... Foks’un doldurulmuş cansız bedeni, ertesi gün hemen kaldırılır. Uzun yıllar Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nda muhafaza edilen Foks, Anıtkabir’de Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen ve 26 Ağustos 2002’de Cumhurbaşkanı Sezer tarafından açılan Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi’nde sergilenir."

Unutmadık, unutmayacağız

Bizler kent habercileri olarak, ’yaşama dair’ hangi detay varsa onun peşinde koşmaya hiç yorulmadan devam edeceğiz. Atatürk’ün köpeği de, bodrumdaki kedi yavrusu da, sokaktaki aç hayvan da bizim için bir..

Hayvan sevgisinin siyasete, kişisel tatminlere alet edilmemesi için gereken hassasiyeti göstereceğiz.

Bodrum katlarını seçen yavru kedileri de seveceğiz.

Kent yaşamının renkli bir parçası olan hayvanları koruduğunu, kolladığını açıklayan herkese tavsiyemiz, kamuoyunun önüne yaşamlarındaki hayvanlarla birlikte çıkmaları..

Ankara Hürriyet çalışanları olarak, kentimizi yaşarken hayvanların da aramızda olduğunu hiç unutmadık, unutmayacağız..
Yazının Devamını Oku

Çayyolu otobosünde unutamadığım yaşlı

21 Haziran 2008
BU hafta üyemiz Bilkenteer, ankara.sendeyolla.com’a gönderdiği yorum-haberinde oldukça hassas bir konuyu gündeme getirdi. Yeşil otobüslerin seferlerine son verilmesinin ardından, ulaşım sıkıntısının Çayyolu’nda daha çok arttığına dikkat çeken Bilkenteer, bir başka sorunun varlığından söz ediyor. Önce Bilkenteer’in satırlarını sizlere aktaralım:

"Otobüs yetersizliğinin yanısıra bir sorun daha var ki, çalışan, hastaneye gitmesi gereken, sağlık sorunları olan, hamile ve çocuklu Çayyolu nüfusunu, ulaşımın 1 saati aştığı Çayyolu-Kızılay hattında daha da zor duruma sokmaktadır.

Bu kesim maalesef özellikle mesai bitiş saatlerinde ayakta evlerine dönmek zorunda kalmaktadırlar. Yaşlılara Türk toplumunun saygısı sonsuzdur. Fakat bazı kişiler bu saygıyı bir zorunlulukmuş gibi kendileri için kullanmakta, başkalarının haklarına ve kişiliklerine saygı göstermemektedirler.

En son 119 numaralı otobüste hamile olan genç bir kadın, kendisinin ’yaşlı’ olduğunu belirtip o yerde oturması gerektiğini savunan bir kişi tarafından hakarete uğramış ve yerinden kaldırılmıştır. Genç bir çalışan, hasta olduğunu belirttiği halde yer vermesi için oturduğu yerden kaldırılmış ve yolculuk esnasında otobüste baygınlık geçirmiştir.

Bu gibi olaylar Çayyolu otobüslerinde sıkça yaşanmaktadır. Dershaneden dönen ve 122 nolu otobüste oturacak yer bulan bir öğrenci, sanki toplum bireyi değilmiş gibi kişiliğine saygı gösterilmeden azarlanmış ve yerinden kaldırılmıştır. Yine 65 yaş üstü bir zat tarafından."

Uykuya dalma oyunu

Yıllarca Çayyolu - Kızılay hattındaki belediye otobüslerini kullandığım için, benim de yakından gözlem yapma şansına sahip olduğum bir konu bu.

Kuşak çatışmasının, koltuk çekişmesine döndüğü o otobüslerde hem yaşlı yolcuların, hem de genç yolcuların yaptıkları bir yanlışı aktarmak istiyorum öncelikle. Çok sayıda genç yolcunun, boş koltuk bulup oturdukları anda kafalarını cama yaslayıp ’uykuya dalma oyunu’ ile inecekleri durağa kadar hiç gözlerini açmadıklarına şahit oldum.

Orta yaş üzeri yolcuların ise ayakta giderken, en küçük bir sarsıntıda bile önlerindeki koltukta oturan genç insanın üzerine ’yanlışlıkla’ düştüklerini, üstelik bu yanlışlıkla düşmelerin 5 saniyede bir tekrarlandığını gördüm.

Yaşlısına saygı göstermeyen bir toplumun, insani değerler konusunda önemli eksiklikleri olduğu tartışılmaz bir gerçek. Yaşlılarımıza saygı göstermenin ötesinde, hepimiz onları korumak ve kollamakla yükümlüyüz.

Ancak yaşlılarımızın da, belirli bir yaşa gelip ’ tam birey’ olmuş genç insanlara, onlara verdikleri değeri daha çok hissettirmeleri gerekiyor. Özellikle de kent yaşamında..

Karşılıklı olduğunda

Kentlinin kendi parası ile ’balık istifi’ yolculuğa zorlandığı EGO otobüslerinde, ben de başımdan geçen bir olayı paylaşmak istiyorum.

Yıllar önce bu satırlara konu olan Çayyolu otobüslerinden birisine, Necatibey Caddesi’ndeki duraktan bindim. Benim gibi çilesini çekenler, otobüse o durakta binip de bir koltuğa oturmanın neredeyse imkansız olduğunu gayet iyi bilirler.

Arka kapının yanındaki direğe tutundum ve yolculuk başladı. Çok hastaydım ve kendimi kötü hissediyordum. Hemen yanımda oturan 70 yaşlarındaki beyefendi, bir iki dakika sonra yerinden kalkıp bana koltuğunu gösterdi. Şaşkınlıkla irkildim ve kesin bir dille bu teklifi geri çevirdim. Yaşlı beyefendi ısrarlıydı, hiç iyi görünmediğimi söyledi. Bunu da yalanladım ve iyi olduğumu söyledim. Ama bir türlü ikna olmuyordu. Gözlerimin içine baktı ve şu cümleleri kurdu:

"Delikanlı, bir insanın ne kadar hasta olduğunu ya da olmadığını anlayacak yaştayım. Lütfen beni kırma. Sizler bizim geleceğimizsiniz. Bizim size ihtiyacımız var, senin ise bugün bu koltukta oturup dinlenmeye."

Saygı, sevgi, aşk.. İnsana dair hangi güzel duygu varsa, karşılıklı olduğunda çok güzel. Genciyle, yaşlısıyla..
Yazının Devamını Oku