13 Aralık 2002
<b>BEŞİKTAŞ</B>, böyle havaya pek alışık değildi... Soğuk, adeta iliklere işliyordu. Ve herbir Beşiktaşlı ısınmak için yetişemeyeceği toplara bile koşuyordu. İlk yarı sanki rüzgar gibi gelip geçti... Oyunun bu bölümü Lucescu klasiğinin değişmeyen izlerini taşıyordu. Tayfur-Yasin ikilisi, öncelikle savunmaya yönelik işlevlere koşarak ve savaşarak katılıyordu. Böyle bir ikilinin gerisinde oynama rahatlığına kavuşan Ronaldo ile Zago da hatasız bir ilk yarı tamamlıyordu. Özellikle Ronaldo'nun performansı her geçen dakika artıyordu. Henüz 3. dakikada kafa ile çizgi üzerinden çıkardığı top, belki de oyunun kader anıydı. Beklenmedik şok bir gol, bir anda Beşiktaş'ı bitirebilirdi. İnönü'de yakaladığı skor avantajını çürütebilirdi. Ve de moralini sıfırlayabilirdi...
Ve bu pozisyon, Beşiktaş'ın ilk yarıda yaşadığı tek korkuydu. Hemen ilk 45 dakika notlarıma bakıyorum. İbrahim için aldığım olumlu notlar bir yarım sayfayı kolaylıkla doldurabiliyor. Ahmet Yıldırım'ın hatasız oyunu notlarımın bir başka köşesine sıkışmış... Pascal için iyi oynadı diyemem. Ancak, oyunda kaldığı her dakikaya yüreğini koyduğunu çekinmeden söyleyebilirim.
Avrupa’da çok koşacak
Ve hemen geliyorum 64. dakikaya... Dün geceyi tartışanlar bu dakikada Beşiktaş'ın yaşadığı korkuyu her fırsatta hatırlayabilirler...
Ronaldo gibi Zago'nun yine çizgi üzerinden çıkardığı bir top, Beşiktaş'a sanki gelecek dakikalar için tur garantisi getiriyordu.
Biliyorum, Beşiktaş'ın iyi oynamadığını söyleyenler çıkabilir. Ya da pozisyon yönünden yine kısır bir 90 dakika geçirdiğini hatırlatanlar olabilir.
Böyle düşünenler artık Beşiktaş gerçeğini kabullenmeli... Lucescu'nun oyun kurgusu hep sonuca yönelik sağlıklı ve sağlam çizgiler taşıyor. Beşiktaş, oyunu hiç süslemeden ve gereksiz fantazilere uçmadan hedefe koşuyor. Bu gerçeği dün gece Kiev'de bir kez daha yaşadım. Ve inandım ki, Beşiktaş bu Avrupa'da çok koşacak.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2002
<B>ELBETTE </B>Beşiktaş'ı gündemin ilk sırasına koyacağım. Ancak, F.Bahçe için kaleme alınmış bir cümleyi tekrarlamadan, işe koyulmayacağım... Diyarbakır yenilgisinden sonra sevgili Ercan Saatçi, F.Bahçelilerin yaşadığı ve yaşayabileceği duyguları satırlarına ne de güzel taşımış...
Şimdi o stadı satsanız, kaybettiklerinizi geri getirebilir misiniz?
Ve hemen F.Bahçe'nin stresli ortamından süratle kaçarak, kış ortasında Beşiktaş'ın bahar havasına koşuyorum...
Maç öncesi diyorlardı ki...
Ali Sami Yen de olsa, Beşiktaş kazanacak.
Karşı çıkanların başında geliyordum...
Biraz zor!
Ve Beşiktaş kazandı. Ama Beşiktaş'tan yana oy kullananlar, şimdi galibiyete toz konduruyorlar...
İyi oynamadan kazandı.
Böyle söyleyenleri anlıyorum. Ancak, Beşiktaş'ın hep böyle kazanacağını da biliyorum.
* Çünkü Lucescu, plan ve oyun kurgusunda Beşiktaş'ı riskten uzak tutuyor.
* Ve bunu yaparken, öncelikle kalesini sağlama alıp, gol yememeyi yeğliyor.
* Sonra, Beşiktaş'ı üç puana taşıyacak golü veya golleri oyunun akışında arıyor...
* Ve hiç telaşlanmadan, yine oyunun akışında bazı değişimler yaparak, Beşiktaş'ı sonuca koşturuyor.
***
BEŞİKTAŞ'ı kime mi benzetiyorum?
Sabırlı bir avcıya... Hani, pusuya yatmış gözleri fıldır fıldır, çevreyi süzen, ilk fırsatta tetiğe asılan bir avcıya benzetiyorum...
Lucescu, güzel oyunu bir fantazi olarak görüyor. Ve güzellikleri futbolcularının yetenek veya becerilerine bırakıyor.
Ama önce disiplin, sonra taşıdığın sorumluluk ve görev...
Bunlardan birine sırt çevirirsen, yandın gitti...
Makası yer, kulübeyi boylarsın!
Beşiktaş'ta oynamak istiyorsan, koşacaksın, savaşacaksın ve Luca'yı dinleyip, söylediğini uygulayacaksın...
Yahu, bu koca Beşiktaş'ta herkes mi asker?
Biri hariç herkes asker...
Peki, kim bu paşa?
Sergen Yalçın...
O koşmayacak, sadece kafa yorarak oynayacak.
Diğerleri marş marş...
İşte Beşiktaş!
***
VE perdeyi yine G.Saray-Beşiktaş derbisi ile kapatıyorum. Pascal Nouma'nın ilginç yorumunu tekrarlayarak, bir haftaya daha noktayı koyuyorum...
‘‘G.Saray, Ali Sami Yen'de Beşiktaş'ı yenmeye alışmıştı. Ama yıllar geçiyor ve her şey değişiyor.’’
Evet, Pascal'ın söylediği gibi, yıllar her şeyi değiştiriyor...
Tıpkı, G.Saray'ı değiştirdiği gibi...
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2002
<B>SAHADAKİ</B> Beşiktaş, <B>Lucescu</B>'nun inandığı savaşçılardan oluşuyordu... <B>Luca</B>'nın kadrosu ve oyun kurgusu öncelikle yenilmemeye yönelik çizgiler taşıyordu. Yoksa, kenarda bekleyen Tümer, pekala Amaral'ın yerinde oynayabilirdi. Ya da Pascal ile oyuna başlayarak, İlhan Mansız'ın yanına bir ikinci forvet gönderebilirdi.
Hiçbirini yapmadı Lucescu... Bir forvet gibi sahaya çıkan Pancu'yu bile, öncelikle orta saha işlevlerinde kullanıyor ve bu bölgeyi sağlama alıyordu.
Beşiktaş ilk 45 dakikada iki kez G.Saray kalesine gitti. Biri İbrahim'le diğeri de İlhan'la... Her ikisi de telaş ve dikkatsizlik karışımı kolayca harcanan pozisyonlardı.
İlk yarının soğuk ve rüzgarlı havasında gözüme sıcak görünen tek Beşiktaşlı, savunmadaki savaşçı Ronaldo idi...
***
Beşiktaş, ikinci yarıya şiddetli rüzgarı arkasına alarak başladı. Ancak, Beşiktaş'ın hücum hevesi yine sınırlıydı.
Lucescu klasiği, adeta Beşiktaş'ın iliklerine işlemişti. Ve 58. dakikada Lucescu oyuna Tümer'i alırken neler düşündüğünü bilemiyorum. Ancak, Beşiktaş'ın topu ve tempoyu G.Saray'a bıraktığı dakikalarda Tümer'in oyuna alınışı, zamanında ve gerekli bir değişiklikti.
Tümer'in varlığı, Beşiktaş'a neler getirdi? Öncelikle orta alandan çıkışlar çabuklaştı, pas alış-verişi düzeldi ve hücuma koşan ayaklar çoğaldı.
***
Beşiktaş, skoru ve sonucu bir anda değiştirebilecek ortamı her oyunda diri tutuyor. Ve yemeden atacağı tek golle maçı kazanabileceğine inanıyor.
Bu bir Lucescu klasiği... Beşiktaş'ı hep bu kalıplar içinde tutuyor. Disiplinden uzaklaşmadan, koşarak ve savaşarak Beşiktaş'ı hedefe taşıyor. Dün de böyle yaptı... Ve derbiye damgasını vurarak Beşiktaş'ı liderliğe taşıdı. Kutluyorum.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2002
<B>BEŞİKTAŞ, </B>işin şakaya gelmediğini kaçırdığı penaltıdan sonra anlayabildi! Ve Bülent Uzun'un çaldığı penaltı düdüğü, Beşiktaş için bulunmaz bir fırsattı... Çünkü, kötü oynuyordu, düşündüğünü uygulayamıyor ve rakibi yüreklendiriyordu.
Hemen geriye, penaltı dakikalarına dönüyorum... Herkes, Bülent Uzun'un verdiği penaltıya isyan etti... İsyancılara, pozisyonun nasıl oluştuğunu sordum... Kimseden net bir yanıt alamadım. Çünkü, gözler o anda topu ceza sahasına taşıyan İbrahim'e kaymıştı. Ve kimse, topsuz alanda Cem Beceren ile Pascal Nouma arasında neler geçti, pek sağlıklı göremedi...
Eğer, Uzun pozisyonu yakalayıp da çaldıysa, bravo... Yoksa, bu karar gereksiz bir fantaziden öteye geçmez.
***
Beşiktaş'ın ilk yarıdaki performansı, Lucescu'yu bile kızdıracak kadar cılız ve etkisizdi. Özellikle orta saha adam ve alan paylaşımında yetersizdi. Tümer'in bu bölgeye ilk yarıdaki katkısı, sadece yarattığı iki kişisel atakla sınırlı kaldı. Oysa, tekniği ile rakibin adeta cirit attığı orta alana kişilik vermesi gerekirdi. Bunu beceremedi Tümer...
***
Beşiktaş, dün ‘‘takım olabilme’’ özelliğinden uzaktı. Lucescu da bunu gördüğü için, Yasin'i, Ali Cansun'u ve Eser'i oyuna alarak, tempoyu kişilerle değiştirmeyi denedi.
Acaba, pazarın telaşı, yani G.Saray derbisi, Beşiktaş'ın dünkü performansını etkileyen bir neden olabilir mi?
Tartışma gereğini bile duymuyorum... Ve her iki maçın da Beşiktaş için aynı önemi taşıdığına inanıyorum. Açıkcası, pazarın telaşının bir bahane gibi Beşiktaş'ın üzerine çökmesini kabullenemiyorum.
Peki, Beşiktaş bu turu nasıl kurtardı? Hemen söyleyeyim... Maçın final bölümünde, işin ciddiyetini kavrayarak oyuna sarılışı ve Niyazi'nin en can alıcı dakikada attığı golle... Ali Cansun'un golü ise, sadece turun bir garantisiydi.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2002
<B>HİÇBİRİ, </B>onların jesti kadar etkileyici değildi. Ne G.Birliği'nin İnönü'de Beşiktaş'a direnişi. Ne Diyarbakırspor'un Malatya'da kükreyişi.
Ne Kocaelispor'un Elazığ'dan getirdiği üç puan.
Yok, yok... Hiçbiri.
Peki, Altaylı Oktay'ın şahane golü?
Ya da Beşiktaş golünde Tümer ile Sergen'in ortak şovu?
Hayır, hayır... Hiçbiri!
Hiçbiri, Augustine ve Lucescu'nun davranışları kadar etkileyici değildi.
***
VE hemen Augustine'i Fair-Play kürsüsüne çıkartarak, olayı tekrar canlandırıyorum...
Başkent'te Ankaragücü-G.Saray maçı oynanıyor. Bir kontratakta ve G.Saray savunmasının çizgi halinde yakalandığı bir pozisyonda, Augustine topla buluşuyor.
Topu alıp gitse, ortalığı kasıp kavuracak. Mondragon'la karşı karşıya kalacak.
Öyle yapmıyor! Önündeki boş alana aldırmadan, kalkıp topu taca atıyor.
Deli mi bu adam?
Hayır... Tam bir centilmen.
***
SEVGİLİ Augustine, çıktığın kürsüde bir yer aç. Oraya biraz sonra başka bir centilmen göndereceğim.
Yer, İnönü Stadı. Beşiktaş-G.Birliği oynuyor.
Sarı kartlı Sergen, bir sarı kart daha görürse, kırmızı kartla oynu dışı kalacak. Ve kupadaki Elazığ maçında oynamayacağı için, hafta sonunda Ali Sami Yen'deki G.Saray derbisinde forma giyebilecek.
Basit bir hesap...
Seyirci sürekli tempo tutuyor Sergen'e...
Sergen Yalçın sarı görsene...
Ve taraftar bağırmaya devam ediyor...
Sarı görsene, Ali Sami Yen'de oynasana.
Bu sözleri hemen Lucescu'ya aktarıyorlar. Ancak, Luca şiddetle karşı çıkıyor. Ve hemen Fair-Play'i hatırlatıyor...
Olmaz, olamaz. Bu bize yakışmaz. Sakın, böyle bir hareket yapmasın!
İşte bir centilmen daha...
Onu da Augustine'in yanına, şeref kürsüsüne gönderiyorum.
Ve her ikisini de kutluyorum.
***
VE bir lig sürüp gidiyor. Haftalar geçtikçe, maçların zorluk derecesi de artıyor.
Bu sezon nefes nefese bir lig izleyeceğiz. 15. haftayı geride bıraktık, iki Anadolu takımı G.Antep ve G.Birliği zirve inatlarını hala diri tutuyorlar.
Trabzon, sanki pusuda bekliyor.
Ve heyecan şimdiden hafta sonundaki G.Saray-Beşiktaş derbisine kaydı.
Dev derbiden nasıl bir sonuç çıkar?
Sonucu bir kenara atın. Asıl, maç sonrası kopacak kıyamete bakın...
Terim ve Lucescu'nun kişiliklerinde yaratılacak yangını düşünün...
Bir hafta boyu hiç gündemden düşmeyecek bir soru, her fırsatta hepimize sorulacak...
Terim mi, yoksa Lucescu mu?
Bana sorarsanız, bundan gereksiz bir arayış olamaz.
Ama başkalarına sorarsanız. Bundan iyi polemik konusu da bulunmaz...
Bazen ne acayip sorular sorup ve ne saçma yanıtlarla gündem yaratıyoruz.
Ama gel de anlat!
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2002
<B>YÜKSEK</B> gerilimli bir film gibiydi... Stres, sahanın her noktasında adeta kol geziyordu. Ve böyle bir ortamda Beşiktaş'ın yaşadığı sıkıntılar, gerekli tempoyu frenliyordu. Sergen ve Tümer'in birlikte kulübede oturduğu ilk 45 dakikada, Beşiktaş hücum hevesini pozisyon etkinliğine dönüştürmeyi beceremiyordu. İlk yarıda bu ikiliden biri pekala oynayabilirdi. Ve pas trafiğinde çekilen zorluklar, Tümer veya Sergen'in yumuşak ayaklarında giderilebilirdi.
Herhalde Lucescu, göbekteki iki adam; Ronaldo ve Zago'nun kulaklarını çokca çekmiş... İlk yarıda hücuma hiç katılmadılar ve sürekli kendi alanlarında kaldılar. Belli ki, G.Birliği'nin kontratak ustalığı, Lucescu'yu böyle bir önleme itiyordu.
Geriden ve orta alandan top çıkmayınca Pascal ile İlhan Mansız ikilisinin çabası da koşuşmadan öteye gitmiyordu. Hatta, yan yana gelip, bir pas alış verişi bile yapamıyorlardı.
***
Kanatlarda, Tamer ile İbrahim oyunun savunmaya yönelik işlevlerini kusursuz uyguladılar. Ancak, hücumdaki etkinlikleri rakip defansı paniğe sürükleyecek seviyede değildi. Lucescu, 53. dakikada Tümer'i oyuna aldı. Amacı, lidersiz ve müthiş bir top kaybıyla oynayan Beşiktaş'ı toparlamaktı.
Tümer'in varlığı bir şeyler değiştirdi mi? En azından hücumdaki tempo arttı. Ve rakip kaledeki pozisyon sayısı yükseldi. Ancak Beşiktaş, zorluk derecesi üst düzeyde bir maç oynuyordu. G.Birliği alan daraltarak, Beşiktaş'ın düşüncelerini uygulayacak zaman ve boşluk bırakmıyordu. Sergen-Tümer yan yana oynar mı? Böyle söyleyenlerin dilini mi kesmeli... Sergen'in oyuna girdikten bir-iki dakika sonra Tümer'le yaptığı verkaç ve attığı gol, iki ustanın birlikte sergiledikleri nefis bir şovdu.
***
Israrla yazıyorum... Beşiktaş, kötü oynadığı dakikalarda veya maçlarda bile rakibe pozisyon rahatlığı vermiyor. Üstelik atacağı tek golle maçı kurtarabilecek ortamı her zaman diri tutuyor. Ve kazanma hırsı, amaca yönelik kararlılığı Beşiktaş'a 90 dakikanın her anında skoru değiştirecek zemin hazırlıyor.
Dün de bu farklı kimliği ile oynadı Beşiktaş. Ancak, söylediğim gibi oyunun zorluk derecesi üst düzeydeydi ve G.Birliği kolay yutulur gibi değildi. Savunmanın bir anlık şaşkınlığı, kazanılmış maçı alıp götürdü. Kaybettiği puana rağmen Beşiktaş'ta suçlanacak tek kişi bulamıyorum. Çünkü, kötüler bile yüreği ile oynadı...
Ancak, bir davranışa anlam veremedim. Sevgili Lucescu, tüm çabasına karşın hiç bir etkinlik gösteremeyen İlhan Mansız'ı neden 90 dakika oyunda tuttu? Sabrına bir neden bulamıyorum.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2002
<B>GÖZLERİMİ </B>skora kapıyorum ve maçın bitimini beklemeden yazıma bir moral turu atarak giriyorum... Kiev'deki rövanşa korkmadan gideceğimi söylesem, acaba yanlış mı yaparım?
Eğer, söylediğimi inanarak haykırıyorsam ve oyunun genelinde gördüklerim beni yanıltmıyorsa, Beşiktaş bu işi İnönü'de bitirdi...
Şimdi dönüyorum dün geceye. Önümdeki ilk yarı notlarında, Beşiktaş'ın harcadığı 4 net pozisyonu tanımlayacak bir kelime bulamıyorum. Pascal'ın yarım volesi için kötü bir şanssızlık diyebilirim. Ancak, Tümer ve Tamer'in dışarı attığı 2 kafa vuruşuna hemen bir damga vuracağım: Gereksiz telaş ve beceriksizlik.
***
İlk yarıda rakibe tek pozisyon bile vermeyen Beşiktaş'ın yediği kolay gol, savunmanın ailece yaşadığı şaşkınlığın acı faturasıydı.
Oysa, oyunun gelişimi ve görünümü Beşiktaş'ın rakibinden farklı özellikler taşıdığını adeta haykırıyordu.
Öyleyse, Beşiktaş daha sakin ve stresten kaçarak sahanın genelindeki egemenliğini, rakip ceza sahasına da kolayca taşıyabilirdi. Ancak, bir gerçek her Beşiktaş atağında adeta sırıtıyordu. İlhan Mansız'ın yokluğu, Pascal'ın stilini ve performansını etkiliyordu. Pascal özellikle giriştiği her fizik savaşında yanında Mansız'ın eksikliğini hemen hissediyordu. Pascal'ın kazandığı ve kazandırdığı toplara, ikinci hamleyi yapacak bir İlhan Mansız yoktu Beşiktaş'ta...
***
Yine de farklı bir özelliği, zorlandığı dakikalarda Beşiktaş'ı sarıp sarmalıyordu. Beşiktaş, birlikte oynayan-yardımlaşan ve takım olabilme gibi kolektif duygular taşıyan bir topluluktu...
İşte dün gece bu değişik sıfatını kullanarak skoru lehine çevirirken, oynatamadığı yıldız futbolcuların mazeretine sığınmadan İnönü'de nefis bir savaşım örneği veriyordu.
***
Kimler bu savaşta ön plana çıktı... Şöyle bir bakıyorum...
Ronaldo sahanın en iyisi. Zago müthiş bir savaşçı. Tayfur, her ikili mücadelenin galibi... Tolga, Ronaldo ile birlikte savunmanın en diri ve sağlıklı adamı... Yasin, her rakip atağı kesen dalgakıran. Pancu mu, onu anlatacak kelimeler bulamıyorum.
Ve hemen aklıma maçtan bir gün önce HÜRRİYET'in manşeti geliyor... Ne demiştik, nasıl bir mesaj verip Beşiktaş'ı yüreklendirmiştik...
Beşiktaşlı korkma!
Evet sevgili Beşiktaşlılar, Kiev'deki rövanştan da korkmayın. Galiba bu iş dün gece bitti.
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2002
<B>PEK </B>tartışmadan ve başka bir aday aramadan <B>Ersun Yanal</B> haftanın teknik adamı seçildi. Oysa, başka isimler de yarattıkları sonuca göre, aynı koltuğu <B>Ersun Yanal</B>'la paylaşabilirlerdi. Örneğin, Altay'ın teknik patronu Ümit Turmuş. Göztepe Teknik Direktörü Mustafa Fedai... Şöyle bir nabız yokladım...
Hangisi?
İlle de Ersun Yanal...
Niye Ersun Yanal?
Taktiksel anlayışı mükemmeldi.
Peki, haftanın takımı?
O da G.Birliği.
Neden ?
Çünkü, G.Saray'ı yendi.
***
KONUŞMALARDAN sonra bir süre düşündüm. G.Saray galibiyetinde iki kavram ön plana çıkıyordu.
Biri Ersun Yanal, diğeri G.Birliği futbolcuları.
Ya, İlhan Cavcav?
Hemen onu tanıyanlara telefon açıp, Cavcav'ı sorup soruşturdum... Ve sayın başkanla ilgili ilginç ipuçları yakaladım... Bilgilerinize sunuyorum...
Futbolcuyu o seçer, transferde masaya o oturur. Aklına koyduğu futbolcuya önce menajer Cem Onuk'u gönderir. Sonra gider aynı oyuncuyu 2-3 kez de izler.
Sadece bu sezon Ersun Yanal'ın isteği üzerine Beşiktaş'tan Ümit'i, Denizli'den Veysel'i aldı.
Bu iki futbolcu, Cavcav'ın başkanlık döneminde G.Birliği'nin gerçekleştirdiği en yaşlı transferlerdir.
Oysa, Cavcav yatırımı hep genç ve yetenekli futbolcuya yapar.
1977-78 döneminde G.Birliği'nin amatör kümeye düştüğü sezonda başkanlığı üstlendi.
25 yıldır G.Birliği'nin başında. Ve kulübün şu anda Başkent bankalarındaki parası 31.5 milyon dolara ulaştı.
Ve yarattığı G.Birliği tesisleri Avrupa'da bile dillere destan. Değerine fiyat biçilemiyor.
G.Birliği'ni şirket gibi kár amacı ile yönetir. Genç futbolcuyu arar, bulur, yıldız yapıp satar.
Ve bir de dip not: Cavcav'ı yönetici çevresi pek sevmezmiş. Nedenini sordum... Dediler ki, onunla pazarlığa oturan hiç kimse derin bir kazık yemeden masadan kalkmaz.
Bunları neden yazdım... G.Birliği'nin, bugünlere gelişinde ve G.Saray galibiyetinde Cavcav’ın katkılarını unutanlara hatırlatmak için...
Az daha atlıyordum!
Ersun Yanal'ı, Ankaragücü'nden koparıp, G.Birliği'ne getirmek için çarpışan kimdi?
O da İlhan Cavcav...
***
VE koca ligde tek yenilmez takım kaldı. O da Beşiktaş...
Sakatlıklar ve cezalar. Binbir sorunlar ve dertler. Hepsi gelip Beşiktaş'ın yakasına yapıştı.
İlhan Mansız, Dinamo Kiev maçında yok. Çünkü cezalı.
Ahmet Dursun hem ligde, hem Dinamo maçında yok. Çünkü sakat.
Sergen, Adana maçında yoktu. Korkudan riske edilmedi.
Tümer mi? Daha cezası bitmedi.
Bir sezon top oynamayan Pascal, yeni yeni kendine geliyor.
Ve Beşiktaş yenilmezlik unvanını sürdürüyor!
Nasıl mı?
Çünkü, teknik patron ipleri sağlam tutuyor..
Yazının Devamını Oku