O lanetli yılın ilk günlerinde, 24 Ocak’ta Uğur Mumcu’nun alçakça katledilmesiyle memleketin üstüne yerleşen karabulut daha da, daha da karararak yerini korudu, kapladığı alanı sürekli genişletti...
Siyasi krizler, ekonomik felaketler, faili meçhuller, derinliğine ve karanlığına erişilemeyen şebeke işleri, suikastlar, çok şüpheli ölümler, katliamlar, terör saldırıları yağdı üstümüze...
Eşref Bitlis’ten Bahtiyar Aydın’a, Cem Ersever’e, hatta Turgut Özal’a, Adnan Kahveci’ye kadar pek çok ismin sis perdelerine sarılı ölümleri...
Sivas’tan Başbağlar’a katliamlar...
Geçip giden 25 yılın ardından, bir çeyrek yüzyıl sonra, meşhur “aldanan ve aldatılan” denkleminde hep aldananların tarafında kaldığımı itiraf etmeliyim...
Nutuklara inandık, aldandık...
Travma geçiştirici ezberden okunan “kararlılık” demeçlerine inandık, aldandık...
Barışın bir gün geleceğine inandık, aldandık...
“Siyasette Kadın Temsili” başlıklı araştırmaya göre 36 ilde görüşülen 5 bin 434 kişinin yüzde 86’sı “kadınların hayatın her alanında erkeklerle eşit fırsatlara sahip olması gerektiğini” düşünüyordu.
Bu görüşe tamamen karşı çıkanların oranı yüzde 7 civarındaydı...
“Daha fazla kadın yönetici olmalı” görüşünü destekleyenler yüzde 72 oranındaydı ve yine yüzde 72’lik bir kesim “İçişleri veya Savunma Bakanlığı, Meclis Başkanlığı gibi” görevleri üstlenmek için kadın veya erkek olmanın fark etmeyeceği görüşündeydi...
Özetle 2011 tarihli bu araştırma, toplumun büyük bölümünün kadınların siyasette temsiliyle ilgili bir meselesinin olmadığını, kadın yönetici sayısının artmasını destekleyeceğini ortaya koyuyordu...
Memlekette kadınların ilk kez katıldığı seçimler 1935 yılında gerçekleştirildiğinde, Meclis’teki kadın vekil sayısı toplamın yüzde 4.5’ine denk geliyordu (18 vekil)...
Bu oran daha sonra yıllarca, 1990’lar sona erene kadar “dev bir rekor” olarak kaldı.
Çok partili döneme geçilen 1950’de oran yüzde 0.61’e düşerken, 1995’e gelindiğinde bile Meclis’te ancak yüzde 1.8 oranında temsil ediliyordu toplumun yarısını oluşturan kadınlar...
2000’li yıllarda AKP ve (bugünkü adıyla) HDP başta olmak üzere siyasi partilerin öncülük etmesiyle kadın siyasetçi sayısında gözle görülür bir artış kaydedildi...
Seçim üzerine hepsi de kendi açısından isabetli olabilecek tahliller, yorumlar, gelecekle ilgili projeksiyonlar arasından geçip giderken “büyük gündemden” rol çalmaya gücü yetmeyecek, hiçbir seçimde kazanamayan/kazanamayacakların ömründen bir kaza, bir dram:
“Kadın işçiler dehşeti yaşadı! Ölü ve yaralılar var...”
Bursa’nın Yenişehir ilçesinde kadın tarım işçilerini taşıyan kamyonetin kaza yapması sonucu 2 kişi öldü, 4’ü ağır 37 kişi yaralandı.
Fasulye toplamaya gidiyorlarmış... Olay yerine çok sayda ambulans sevk edilmiş... Can pazarı yaşanmış... Jandarma soruşturması sürüyormuş...
Türkiye’de 48 farklı ilde ekmek parası peşinde sürünen milyonlarca tarım işçisi var...
Çoğunluğu kadınlardan ve çocuklardan oluşuyor. Bursa’daki kazada ölenler gibi çok sayıda Suriyeli de bu ucuz ve güvenceden uzak işgücü ordusunda mecburi nefer...
Günlük kazançları ortalama
Ağaçların suya erdiği, endemik bitkilerin hayata ve zamana tutunmaya çalıştığı, yolu düşenin huzur arayıp bulduğu güzeller güzeli bir koy...
Rant hayaliyle üstüne dökülecek salyadan korumak, kollamak, geleceğe emanet etmek için gözümüz gibi sakınmak gereken bir miras...
Hal böyleyken “yine” ihaleye çıkartıldı ve “verildi” Kleopatra Koyu... “Yine” diyorum çünkü 2015’teki ihale tepkilerle birlikte püskürtülmüştü.
Ancak “Kime verildi?” diye soracak olursanız işin o kısmı biraz karışık. Alanın bile haberi yok desem inanır mısınız?
Arkadaşımız Aysel Alp, Kleopatra Koyu’nu kimin aldığını ve koya nasıl bir tesis yapılacağını öğrenmek için yola çıkmış, akla hayale gelmeyecek tuhaflıkta bir manzarayla karşılaşmış.
Olaylar şöyle gelişiyor...
Koy, 30 Mayıs’ta düzenlenen ve “butik ihale” izlenimi yaratan bir ihale ile “5+24”, toplam 29 yıllığına bir firmaya tahsis edildi.
Yöre halkı damdan düşen bu ihalenin ardından ayaklandı, sivil toplum örgütleri, siyasi parti temsilcileri vb bir protesto eylemi düzenledi.
Açıklaması “Gençlerin eylemleri ya da etkilerinden doğan, kayda değer kültürel, politik ya da sosyal değişim” olarak yapılan kelime, 10 yıllar içinde neredeyse sistematik olarak apolitik hale getirilen gençliğin değiştirme gücünü hatırlatması bakımından dahi önemliydi.
Seçme ve seçilme yaşının 18’e indirildiği, nesil mühendisliğinin düşleri süslediği, ısmarlama gençlik tariflerinin söylev ve demeçlerde sıkça belirdiği memleketimizde ne vaziyette acaba genç kitleler?
Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Fatoş Karahasan, Sia İnsight’ın 15-24 yaş arası 2 bin gençle 45’er dakikalık görüşmelerle oluşturduğu araştırmayı merkeze alan bir kitap yayınladı: ‘Açılın Gençler Geliyor’ (*)
Karahasan’ın kitabı ve araştırma sonuçları haberlere yansıdı zaman içinde ama küçük bir hatırlatma yapmakta fayda var:
Dünyayı ele geçirmek üzere “dizayn edilen” gençlerimizin yüzde 95’inin pasaportu yok, olmayanların yüzde 88’i de önümüzdeki bir yıl içinde almayı düşünmüyor.
6 aylık pasaport bedeli 214 TL, Türk Lirası’nın değeri, döviz almanın bedeli ortadayken ne diyeceksin?
Hem çıksa ne yapacak çocuklar? Yüzde 89’una “çat pat” bile olsa yabancı dil öğretememiş değiştirmelere doyulmayan eğitim sistemi.
Başka ülkelerin gençleriyle karşılaştırıldığında matematikten okuduğunu anlamaya kadar her dersten sınıfta çakan çocuklarımız.
“Maliye’den hazine arazilerini kullananlara müjde” başlıklı haberi görünce “Hah işte!” dedim, hiç hazine arazisi görmemiş, bir mülksüz olmama rağmen...
İşin müjdeli kısmını Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın Anadolu Ajansı’na verdiği demeçten öğrenelim:
“2B kapsamında satışı mümkün 519 bin taşınmazın 10,7 milyar lira bedelle satıldığını ve bunun 7,8 milyar lirasının tahsil edildiğini belirten Ağbal, ‘728 bin vatandaşımıza tapularını verdik. Böylece 2B arazilerine ilişkin yıllardır çözülemeyen sorunu çözdük ancak bu süreçte bazı vatandaşlarımız süresi içinde başvurusunu yapamadı, bazıları da tanınan sürede ödemesini gerçekleştiremedi. Şimdi bu vatandaşlarımıza yeni bir fırsat sunuyoruz.’ dedi.
Müjde işte bu fırsatın altında.
Satın alma hakkına sahip olup gerekli süre içinde başvurmayanlara veya taksitlerini yatırmayanlara vesaire 30 Kasım’a kadar ödeme hakkı...
Bu “müjde” aslında pek yeni bir müjde değil...
Gerçek mağdurların sorunlarını halletmek gibi faydalı kısmının dışında orman arazisi talanını tetikleyen, rant makinesinin ağzını sulandıracak fırsatlar içeren karanlık bir yönü de olan süreçte yakın geçmişe bakmak faydalı olabilir.
2004’te dönemin Çevre ve Orman Bakanı
Betonarme ranta peşkeş çekilen İstanbul’un yeşil alan ihtiyacı ortadayken büyük bir park ancak mutluluk verir biz şehir mahpuslarına...
‘Millet bahçesi’ kavramı 19’uncu yüzyılın ortalarından sonra gündeme gelmiş bir kavram. Yanılmıyorsam Abdülaziz devrinde yapılmış ilk uygulama...
Halkın nefes aldığı, huzur bulduğu, sosyalleştiği bu bahçeler zamanla parklara evrilmiş ama ‘millet bahçesi’ ismini severim...
İş bu noktaya gelmişken, ‘millet bahçesi’ ile ilgili bir öneride bulunmadan önce bir hatırlatma, uyarı yapayım...
Bir televizyon dizisi marifetiyle memleket gündemine inceden mesajlar yollayan aksiyon figürüne dönüştürülen II. Abdülhamid devrinde sansür memurlarının üstünü “cırt” diye çizdiği sakıncalı kelimeler arasındaydı “millet”...
Sultan hazretleri rahatsız olmasın, vesveseye kapılmasın diye basın sansürüyle ilgilenen tipler “millet”i çizip “ümmet” yaparmış...
2. Abdülhamid’in, istibdadın sansürlediği diğer kelimelerden bazılarını hatırlamış olalım bu vesileyle: Adalet, müsavat (eşitlik), cumhuriyet, istikbal, buhran, siyaset...
Bugün
İdris Sarıkaya 126 bin TL tazminat kazandı ancak şirketlerin sürekli el değiştirmesi nedeniyle hiçbir mal varlığı bulunamadı. Zor durumdaki Sarıkaya soruyor: “Şirket yetkililerinin kazadan sonra bize, ‘Ölseydiniz kurtulurduk, sakat kaldınız başımıza bela oldunuz’ dediği gibi ölse miydik?”
Arkadaşımız Banu Şen’in 3 Kasım 2014 tarihinde, kazadan 7 yıl sonra hazırladığı ve “Ölmedik, 7 yıldır peşlerindeyiz” başlığıyla Hürriyet’te yayınlanan bu haberinin üstünden 4 yıl geçti.
Önce kazayı hatırlayalım.
31 Temmuz 2007’de, Soma’da Azyak Kömür Madencilik firmasına bağlı kömür ocağında, yerin 350 metre altında “hatalı” dinamit patlatılması neticesinde 5 işçi yaralandı.
Kaza neticesinde gözlerini kaybeden Kandemir ve halen vücudunda 17 cıvata ile ve açık yaralarla yaşayan yüzde 48 bedensel engelli olarak hayata tutunmaya çalışan Sarıkaya hukuk mücadelesi başlattılar.
Sarıkaya haberde belirtildiği üzere 126 bin TL tazminata hak kazandı. Kandemir’in bu haberden sonra sonuçlanan davasında da firma 1 milyon 76 bin TL ödemeye mahkûm edildi.
Peki, Banu Şen’in haberinden sonra ne oldu?
Hiç...