21 Şubat 2002
<B>BURASI </B>Anfield Road. Dünyanın sayılı futbol mabedlerinden biri. Rakip Liverpool. G.Saray'ın hem UEFA Kupası'nda, hem de Süper Kupa'da selefi. Liverpool, kendi liginde ikinci sırada. Fakat, Şampiyonlar Ligi'nde şiddetle puana ihtiyacı var. Maçtan önce İngiltere'de yayınlananan gazetelerin spor sayfalarında Liverpool'un G.Saray'dan ne kadar çekindiğini net bir şekilde görebiliyordunuz. Hatta Liverpool'un yayınladığı maç dergisinde de duydukları endişe çok net bir şekilde seziliyordu.
Liverpool için bu maç ya alınacak, ya alınacaktı. G.Saray, işte böyle bir atmosferde sahaya çıktı. Berkant'la başlayalım. Maça başlamak için Berkant, Lucescu'nun defterinde muhakkak bulunmalı. Dün gece bunu kanıtladı. Hasan Şaş o kadar iyi oynadı ki, oyunda kaldığı sürede, Liverpool tribünleri, ayağına her top geldiğinde yuh çekme gereği duydu. Bülent Akın, G.Saray'a geldiği günden beri belki de en faydalı maçını çıkardı. Defansta Bülent'in, Victoria'nın, Perez'in beyinlerindeki gri hücre sayısı vurdukları kafalardan dolayı herhalde büyük ölçüde zarara uğramıştır.
HERKES RAHAT ETSİN
Ama, esas kahramanı en sona bıraktım. Beckenbauer, Mondragon için, ‘‘Şu anda dünyanın en iyi kalecisi’’ demişti. Bu sözlerine Liverpool'un resmi yayın organında da yer verilmişti. Beckenbauer'den daha fazla futbol bilmiyoruz herhalde. Mondragon, dün gece G.Saray'ın kazandığı büyük başarının en büyük mimarıydı. En azından 7-8 pozisyonda gözlerimi kapadım. Mondragon, gözümü her açışımda beni sevindirdi.
Dün gece kazanılan 1 puan, G.Saray için çeyrek final kapısını aralama yolunda çok mühim. Liverpool'u İstanbul'da yenersek, bu işi büyük ölçüde koparırız gibi geliyor bana. Ondan sonra Barcelona var, biliyorum. Onları da eli boş yollayacağımızı umut ediyorum.
G.Saray, Türkiye Ligi'nde canımızı sıksa da Avrupa'da göğsümüzü kabartmaya devam ediyor. Şu Avrupa Ligi kurulacaksa kurulsun da hem Türkiye rahat etsin, hem G.Saray. Böylesi herkes için daha iyi.
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2002
Dün gece maç takım kadroları belli olduğunda, Galatasaray'ın maçı kazanamayacağı net bir şekilde ortaya çıktı. Lucescu ‘‘Fener maçını futbolcularım oynasın, benim aklım Liverpool'da’’ dedi. Ağzını açıp bu cümleyi kurmasa da, hazırladığı kadro bu anlama geliyordu. Hocanın aklı Kadıköy yerine, Büyük Britanya'da iken futbolcusunun aklı nerede olur? Siz hesaplayın.
Galatasaray kötü oynadı, hırssız oynadı maçı kazanmak için çaba göstermedi vs... Ama açık konuşmak gerekirse Fenerbahçe de gayet kötü oynadı. Çok güzel bir gol attılar. Bir de Mondragon'un inanılmaz bir refleksle çıkarttığı güzel bir şut var o kadar. İkinci yarı başlarken hiç bu kadar renksiz bir derbi seyretmemiştik uzun süredir, diye düşünüyorduk.
Allahtan hakem Ali Aydın gecenin rengini belirledi: Kırmızı. Gösterilen kartların hepsi doğruydu herhalde. Benim gördüğüm kadarıyla tartışılacak bir kırmızı kart yoktu. Belki Hasan'ın kartına acaba diyebiliriz. Ama diğerleri kırmızıydı.
7'YE KARŞI 11 KİŞİ
Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, bugüne kadar 11 kişiye karşı 7 kişiyle tamamlanmış maç seyretmemiştim. Fenerbahçe rakibi yedi kişi kaldıktan sonra oyundan iyice koptu mu desek, yoksa konsantrasyonu mu bozuldu, bilemiyorum. Ama hem kötü oynayan hem de 7 kişi oynayan Galatasaray'ı sizde takdir edersiniz ki pek kolay bulunmuyor. Şimdi üç takımda kafa kafaya yarışacak.
Galatasaray bu düşüşü sürdürdükçe, rakiplerini de rahatlatıp duruyor. Çok konuşulan Fenerbahçe Stadına'da değinmek gerekiyor. Güzel büyük bir stat yapılmış. Atmosferi iyi, fakat akustik açıdan problemi var. Onun da stadın üstü kapandıktan sonra hallolacağı söyleniyor. Yapanların eline sağlık.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2002
YAPI Kredi'nin Galatasaray'daki binasında düzenlenen sergilere dikkat ediyor musunuz? Sanat etkinlikleri, hele de resim sergilerinin peşinden sürüklenen biri değilim. Ama insan arada bir güzel birşeyler görmek istiyor. İşte o zaman direkt gidip bakıyorum, Yapı Kredi'de ne var diye. Şu sıralar (eğer bitmediyse), Safder Tarim'in koleksiyonu sergileniyor.
Safder Tarim'in koleksiyonunda, evimin duvarında görebilmek için ciddi ciddi suç işleyebileceğim güzellikte resimler var. Fikret Mualla'dan Avni Arbaş'a, Eyüboğlu'ndan Orhan Peker'e kadar ne ararsanız var.
*
Ben böyle sanat dünyasının hakimi insan havalarında Topesto'ya gezdiğim bu sergiyi anlatırken, o bir türlü açamadığı bira kutusuna nefretle baktı ve ‘‘Koç Müzesi'nde İhap Hulusi sergisi açılıyormuş, esas ona gidelim’’ dedi.
‘‘Sergi gezdiğimi söylemiş olmam, sergi açılışına gideceğim anlamına gelmiyor. Birincisi ben şarap sevmem, ikincisi kötü şarap hiç sevmem. Sergi açılışlarında da hep kötü şarap olur’’ şeklinde bir cevap verdim.
Topesto, bilgisiyle beni sarsarak şu cevabı verdi: ‘‘Ustacığım, Kulüp Rakısı'nın kapağında herkesin Atatürk'le İnönü diye baktığı bir resim var ya. Onu çizen adam İhap Hulusi...’’
‘‘Bunu biliyoruz, ayrıca o adamlardan biri de bizzat kendisi. Fakat kötü şarapla, bunun ne alakası var?’’ dedim.
O da, ‘‘İhap Hulusi sergisinin açılışında Kulüp Rakısı olmaz mı?’’ dedi.
Mantıklı geldi ve yazıldık Sütlüce'deki Koç Müzesi'ne. Hakikaten vardı Kulüp Rakısı. Hatta yine tasarımı İhap Hulusi tarafından yapılmış olan Birinci Sigarası da vardı.
Grafik meraklısı iseniz kaçırmayın zaten.
*
Biz Topesto ile genel sergi adabıyla pek uyuşmayan ‘‘Vay be, ne güzel çizmiş İhap Baba’’ türü yorumlar yaptıkça, halk etrafımızı boşalttı. İyi de oldu, rahat rahat gezdik.
Topesto sonra, ‘‘Bir sergi daha var’’ dedi.
Suratımda nasıl bir ifade oluştu bilemeyeceğim fakat turşu korkup bir adım geriledi.
Kafa menziline girebilsem, zaten çakacağım kafayı: ‘‘Beni sanat manyağı mı yapacaksın!’’ diye höykürdüm.
‘‘Bu sergiyi açıklamam gerek usta. Tam sergi değil aslında. Hani bu Asuman Krause'nin pozları var ya, onları battal boy sergileyecekler. Daimi bir sergi değil’’ dedi.
*
Kokteyl kuşu olmak pek tarzımız değil fakat, olay Anjelik'te gerçekleşiyormuş ve Asuman Krause de orada olacakmış.
‘‘Haydi buna da bakalım, battı balık yan gider’’ diyerek vardık Anjelik'in kapısına.
Anjelik, bizim bildiğimiz Beyaz Saray. Façayı düzeltmişler sadece. Bu arada yaygın bir yanlış konusunda uyarı yapmak gerekiyor. Beyaz Saray, yani bugünkü Anjelik ima edildiği üzere ‘‘hardcore’’ bir pavyon değildi. Bildiğimiz revü gösterilerinin yapıldığı bir yerdi. Hayatında pavyon görmemiş, Beyaz Saray'a ‘‘Pavyondu burası’’ diyenler.
İçerisi tıklım tıklım. Ki biz bitmesine yarım saat kala filan gittik, bu boşalmış haliymiş. 20 dakika önce İhap Hulusi sergisinde olmasak, Türk halkının sanat açlığı tavan yapmış diyebilirdik. Ama demedik.
Krause'nin fotoğrafları büyüyünce haliyle daha da güzelleşmiş. Bu fotoğrafları, bir de metinle destekleyerek ajanda hazırlamışlar.
*
Bir baktım metni yazan kişi bizim Hami Çağdaş. Nam-ı diğer Gösteri Hami veya benim kendisine hitap ettiğim şekille Comandante Hami. Hami Bey'e Comandante dememin sebebi, Che tişörtü giymesi.
Fakat Che'nin suratı tam Hami Bey'in göbeğine denk geliyor. Bu durumda Che hafiften deforme oluyor ve ‘‘Tombalak Che’’ oluyor.
Comandante Hami'yi metin için ayrıca tebrik ediyorum. Dört dörtlük olmuş. Topesto'nun metin önerilerini ise o an itibariyle unuttum.
Terbiyesiz herif bir de sırıtarak ‘‘Hami Bey'i madem tanıyorsun, söyle bir akşam hep beraber balık yiyelim, Asuman, Comandante Hami, mesela beeeen!’’ dedi.
Hakikaten terbiyesiz yahu!
*
Sanat maratonumuzu böylece noktaladık. Topesto bir ara içkinin de etkisiyle, ‘‘Bu akşam bir de Suna Kan konseri vardı’’ dedi.
Konser biteli saatler olmuş. Hem sanki gitsek konseri dinleyebilecek. ‘‘Gel usta biz arşivden bir film çakalım, tatlı niyetine’’ dedim.
Onayı aldık evin yolunu tuttuk. Verdik cihaza ‘‘Taş Çağı'ndan Üstsüz Kompüter Kullanan Kadınlara’’ sloganıyla vizyona girmiş olan ‘‘9 Ages Of Nakedness’’ filmini...
Gel keyfim gel.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2002
NİHAYET atlattık Sevgililer Günü'nü. Yanlış anlaşılmasın kalbi taş olmuş bir insan değilim, Sevgililer Günü'nü komik ve gereksiz bulmama rağmen kutlanmasına karşı olduğum da söylenemez. Fakat insan Zincirlikuyu Mezarlığı'nın önünde kalp şeklinde balon satan birini görünce veya sabah sabah gazeteyi açtığında birbirlerine ‘‘Tıytılım, aşkişim, devekuşum, ibibiğim, sümbülüm veya ne bileyim muşambam’’ şeklinde hitap eden insanlar görünce haliyle tedirgin oluyor biraz.
Kişisel kanaatimce, birbirine bu şekillerde hitap eden sevgililerin ilişkilerini bir daha gözden geçirmelerinde fayda var. Bana bir kadın ‘‘Aşkişim’’ filan derse, son gördüğü şey ensem olur herhalde.
Pembe oyuncak ayı, kalp şeklinde pikaçu (kalbin her şeye uyarlanabilir olması da başlıbaşına bir konu zaten) vesaire de sinir bozuyor haliyle.
* * *
Fakat tabii ki insanlar birbirlerini sevsin, hepimiz mutlu olalım, el ele tutuşup sevgi çemberi oluşturalım, çiçekçiler para kazansın, barlar enteresan geceler yapsın... Yeter ki bütün bunlar benden uzak dursun.
Hayatımın en güzel Sevgililer Günü'nü geçen yıl yaşadım. Biraz enteresan bir kutlamaydı ama çok manalıydı.
Geçen yıl Galatasaray - Deportivo La Coruna maçı 14 Şubat'a denk geliyordu. Ben ve benim gibi 20 bin 157 hasta ruh (UEFA istatistik kitabına bakıp yazıyorum, bizde yalan yok), pek sevgili Galatasaray'ımızı tercih etmiştik.
Suat da 11'inci dakikada golü çakarak, sevgimizin karşılıksız olmadığını göstermişti. O gün kapalı tribünde açılan pankart da çok manidardı. Dev bir kalp vardı pankartta ve üzerinde ‘‘Only You’’ (Sadece Sen) yazıyordu.
Orada olmayanlar için hastalık belirtisi olarak görülebilir bu durum, fakat biz samimi söylüyorum, çok mutluyduk. Zaten futbol fanatikleri boşuna dememişler, ‘‘İnsan hayatta bir kez aşık olur, biz her pazar’’ diye...
* * *
İkinci favori Sevgililer Günü hikayemde üç kişi var. Ben olaya dahil değilim fakat üç kahramanı da tanıyorum.
Dikkatli okurlar, bu hikayeyi hatırlayabilir. Ben yazmamıştım ama gazeteye bir şekilde yansımıştı.
Üst düzey bir yönetici olayın baş kahramanı. Kendi doğumgünü de dahil olmak üzere hiçbir özel günle ilişkisi yoktur. Böyle bir şuur gelişmemiş diyelim kısaca.
O gün Ankara'ya gitmesi gerekiyor. Buraya kadar iyi, özgür bir insan, istediğini yapabilir. Fakat kendisine bir kurban seçiyor. Bu noktadan sonra kısaca ‘‘Kurban’’ olarak anacağımız arkadaş, ‘‘Sör, bugün 14 Şubat Sevgililer Günü, Demirbank iyi günler diler’’ diyemiyor bir türlü.
Hoooop, Ankara'ya uçuyor bunlar. İşlerini hallediyorlar ve yemeğe gidiyorlar.
Film burdan sonra kopuyor. 14 Şubat olduğu için restoranın bütün masaları iki kişilik hazırlanmış.
Mutlu çiftler gelecekler, romantik bir yemek yiyecekler, başbaşa kalacaklar... Klasik hikaye işte.
Böyle bir ambiansa iki yetişkin erkeğin girmesi biraz tuhaf karşılanıyor. Neticede Londra'nın Soho'sunda değiliz. Ankara'nın Çankaya semti burası.
* * *
Masada her şey kalp şeklinde tasarlanmış. Kaşığın sapından ekmeklere, masa örtüsünden gelen makarnaların biçimine kadar her şey kalp şeklinde.
Manzarayı gözünüzün önünde canlandırmaya çalışın lütfen. Bu arada üçüncü şahıs devreye giriyor. Koca restoranın en tuhaf üçlüsü (tek üçlüsü demek daha doğru olur) böylece oluşuyor.
Sahneye üçüncü sıradan giren kişinin elinde bir anayasa kitapçığı olması (Cumhurbaşkanı Sezer'in Başbakan Ecevit'e anayasa kitapçığı fırlattığı günler yaşanıyor) ve bu kitapçığı masaya fırlatması, mekanda kalan son romantizm kırıntılarını da ortadan kaldırıveriyor.
Bütün bunlar olup biterken, özel gün şuuru gelişmemiş üst düzey yönetici nihayet ortamda bir tuhaflık olduğunu fark ediyor ve ‘‘Yahu niye her şey kalp şeklinde burada?..’’
Sinirleri artık laçka olan Kurban, gözyaşlarını daha fazla tutamıyor ve sadece ‘‘Bugün Sevgililer Günü’’ diyebiliyor.
Yönetici ‘‘Eh, senin sevgilin yok mu, niye buradasın?’’ diye soruyor bu kez. Yani o dakika Kurban fiziksel müdahalede bulunsa ve mahkemeye çıkarılsa beraat eder.
Bu arada ‘‘Kurban’’ın manital pozisyonu yalan olmuş bile. Çünkü sevgili İstanbul'da özel bir ambians yaratmış, otelde yer ayrıltılmış filan..
O dakikadan itibaren, İstanbul'daki sevgiliyle canlı telefon bağlantısı kuruluyor ve bu durum açıklanmaya çalışılıyor.
Kızı ikna edebiliyorlar mı? Nedense bu hikayeyi her dinleyişimde benim de aklıma bu soru geliyor ama sormaya üşeniyorum...
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2002
Derbi maçları öncesinde yapılan konuşmalar, verilen demeçler, yapılan yorumların sizce inandırıcı bir yanı kaldı mı bilemiyorum.
Ama ben uzun bir süredir artık klasikleşmiş bu filmi “Tabii canım, tabii” diyerek seyrediyorum.
Bu hafta sonu Fenerbahçe ile Galatasaray, Kadıköy’de hep olduğu gibi yine “önemli” bir maç oynayacak. Uluslar arası boyutta yapılan bir araştırmaya göre, Galatasaray-Fenerbahçe maçları “dünyanın en mühim derbileri” sıralamasında üçüncü sırada yer alıyormuş.Dünyaca meşhur olduğunu bilmezdim bu müthiş rekabetin ama hoşuma da gitmedi değil. Türkiye’de her maç heyecanlı olabilir ama Fenerbahçe-Galatasaray maçı kadar heyecanlısı yoktur. Bu fikrime katılmayanlar çıkacaktır ama genel eğilim de benim bu görüşüme yakındır diye tahmin ediyorum.Bu büyük rekabet sadece saha içinde yaşansa ve bitse ne kadar mükemmel olurdu değil mi? Ama olmuyor işte, buna izin verilmiyor.İki tarafın da yöneticileri, maça birkaç hafta kala birbirlerine laf atmaya başlıyor. Soslu konu, sansasyon ve spekülasyon görünce dayanamayan spor basını da bu karşılıklı laf atışmasına resmen çanak tutuyor.Ağzını açan, karşı tarafı suçluyor ve konuşmasını şöyle bağlıyor: “Ama falanca beyin açıklamalarının ezeli rakibimiz ve dostumuzu bağlamadığını biliyoruz. Bu talihsiz açıklama dostluğumuza gölge düşüremeyecektir...”Eh güzel kardeşim, o gölgeyi bizzat sizler düşürüyorsunuz zaten.Ortalığı keman yayı gibi gerdikten sonra son dakikada “Dostluk rüzgarları essin, maça birlikte el ele gidelim” türü açıklamalar bir işe yaramıyor, bunu bilmiyor musunuz Allah aşkına?Neticede Şeref Tribünü’nde maç seyredenlere bir şey olmuyor tabii ki!
Ben bir Galatasaray taraftarıyım. Yıllardır da maça giderim. Derbi maçlarında iki kulübün taraftarının tribünleri yarı yarıya paylaştığı o güzel dönemlerde (Ah Adnan Polat, ah! Kulakların çınlasın, ne diyeyim başka şimdi!..) maçlara mahallemizde toplanıp birlikte giderdik.Kapıda Fenerli arkadaşlar kendi kuyruklarına, biz kendi kuyruğumuza sıralanır, maçı seyreder, maç sonunda da yine beraberce eğlenmeye (Daha doğrusu yenilen tarafı kızdırmaya) giderdik.Bu havayı bugün yakalamanın imkanı yok artık. Çünkü Galatasaray yönetiminin birkaç yıl önce aldığı saçma bir karardan sonra, deplasmana giden takıma 1000-2000 kadar bilet verilmeye başlandı.Taraftarlar artık polisle koordineli bir şekilde belirlenen bir noktada toplanıp, polis kortejiyle ezeli rakiplerinin stadına gidiyor, maçı korkunç şartlarda seyrediyor ve yine polis kordonunda geri dönüyor.Güvenlik açısından böyle bir uygulama tabii ki şart. Ama maksimum güvenlik önlemleri altında gerçekleştirilen bu deplasman yolculuğu iki tarafı da geriyor, gizli bir savaş havası doğuyor.1993 yılında üç kulübün taraftar grupları bir “centilmenlik antlaşması” imzalamıştı. O günden bu yana münferit olaylar dışında büyük kavgalar yaşanmadı. Tribünlerin hakim grupları, yandaşlarını 9 yıldır ellerinden geldiğince kontrol altında tutmaya çalışıyor.
Üç büyük takımın birden zirvede iddiasının olduğu bu sezon, demin bahsettiğimiz antlaşmanın unutulacağından korkuyorum.Yöneticiler ve medya bu tür gerçekleri göz ardı etmekten vazgeçmeli ve derbi maçlar öncesinde “barış rüzgarı” estiriyor havasında tansiyonu yükselten açıklamalardan uzak durmalı.
Yoksa olacak kötü hadiselerin hesabını kimse veremez.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2002
İKİ dakika ortadan kaybolmaya gelmiyor vallahi. Küçücük ve zorunlu bir izin yaptım netice itibariyle. Bir yere gittiğim de yok, buradayım işte tamam mı?.. Aslında siz bu yazıdan önce dün Hürriyet'te çıkan yazıyı okumuş olacaksınız. Ne yazık ki sizin okuma sıranızla benim yazma sıram uyuşmadığından böyle bir abuk durum oluşuyor.
Aman neyse, daha fazla karıştırmayayım ben bu mevzuyu.
*
Bilmem hatırlar mısınız, Paris'te havaalanında 19 yıl boyunca yaşayan (Ve belki hala yaşamayı sürdüren) bir Vietnamlı vardı. 19 yıl olmayabilir, adam Vietnamlı da olmayabilir ama burada araştırmacı gazetecilik yapmıyoruz.
Böyle bir adam vardı işte. Bir şekilde havaalanında kalmaya başlamış bir gün. Gelen geçen yolcular sandviç ısmarlıyor, bira ısmarlıyor, harçlık veriyor, o da havaalanında öyle takılıyor.
Şimdi ben bu adamı niye anlatıyorum.
Bizim Riko Paşa, BBC'yle 6 aylık sözleşme imzalayıp Büyük Britanya'ya gitti ya, heriften o günden beri haber yok.
Son görenler, uçağın kalkmasına iki üç saat kala, Riko'yu taksiye bindiren arkadaşlar.
O kadar tembih ettik, ‘‘Gidince ve vazife başlayınca, sarkıt bir elektronik posta’’ diye halbuki.
Yok işte, sorumsuzluk abidesi insandan bir haber bile yok.
Benim senaryom şöyle: Bizimki o Paris'teki Vietnamlı gibi Heathrow'da yaşamaya başladı. Aslında yalan konuşmayalım, yakışmaz öyle bir şey bize, haber var paşadan. Fakat bize direkt yoldan ulaşılmadı.
Burada alınganlık yapacak durumumuz yok fakat, değerli bir biraderimizin çok isabetli bir şekilde buyurduğu gibi kırıldık ve zamanı geldiğinde bu kırığa aynı şekilde karşılık vereceğiz.
Şimdilik genel eğilim, kolunun kırılması şeklinde.
*
Her neyse, Riko Paşa gitti fakat hayat devam ediyor. Nedir hayat dediğimiz: İşe gelinip gidiliyor, mahalle kahvesine uğranıyor, geleneksel perşembe toplantıları iki kişiyle bile olsa sürdürülüyor.
Bu arada sinemaya gidilmiyor mesela. Bu fobimizden daha önce bahsetmiştik. 30'uncu dakikadan, bilemedin 40'ıncı dakikadan sonra, ilgisini kaybetmiş çocuklar gibi kalkıp salonda dolaşmak filan istiyorum.
Evde problem olmuyor ama sinema izleyicilerinin bu durumu -haliyle- hoş karşılamayacağından emin olduğum için gitmiyorum işte.
En son Bağımsız Filmler Festivali'nde ‘‘Ed Gein’’ ve ‘‘Baise Moi’’ya gittim. ‘‘Ed Gein’’ berbattı. Bu kadar şahane materyalden bu kadar dandik film nasıl çıkarılabilmiş çözemedim. Zaten son 20 dakikada uyudum.
‘‘Baise Moi’’ da hakikaten dedikleri gibi ‘‘pornografik bir Thelma ve Louise...’’ Fakat porno seyredecek olsa insan daha iyi pornolar kesin bulur.
Şiddet filmi istiyorsan da, gel bana liste hazırlayayım istersen. Niye bu kadar abartılmış vallahi çözemedim. Seyrettikten sonra ‘‘Eee, ben neyi anlamadım şimdi’’ diye sordum bir de yanımdaki arkadaşlara.
Vaziyetimiz şimdilik budur arkadaşlar. Önemli bir değişiklik olursa zaten haber veririz...
(Oğlum Riko, yaşıyorsan haber ver len! Batuğ sağlamından sopa aramaya başladı bile, o kadarını söyleyeyim.)
Blue Jean hadisesi
Yıl 1987. Hey Dergisi'nde gazeteciliğe başlamışız. Ablamdan ve onun arkadaşlarından dolayı aile geleneği olarak gördüğüm Hey'de çalışmak çok hoşuma gidiyor.
İşten kafamı kaldırabildiğim anlarda direkt arşive girip eski Hey'leri okuyorum filan falan. Mütevazı bir dergiyiz. Kağıdımız ucuz, baskımız çok iyi değil ama okuyucu bizden memnun biz onlardan. Kalpten çalışıyoruz.
Muhitin tek delikanlısı olarak yaşamaya alışmışken bir anda mahalleye çok artist bir oğlan taşınıyor: Blue Jean!
Tamamı kuşe, pırıl pırıl basılmış. Çıkartmalar, posterler... Biz bir anda kavruk kalıyoruz alemde. Hayır içerik konusunda bir kompleksimiz yok.
Hatta, çok daha iyi dergi yaptığımızı düşünüyoruz. Fakat okuyucu kitlesi, ‘‘Yazık bunlara da, güzel dergi yapıyorlar’’ demiyor, direkt yakışıklı oğlanın peşine takılıyor. Bljue Jean'den sonra Hey devam etti yoluna ama rakip ağır basınca zaman içinde güzeller güzeli dergimiz kapandı. Kapandığında ben artık Hey'de değildim ama çok üzülmüştüm.
Blue Jean 15 yaşına basmış. İlk gün hazırlayanlar da arkadaşımdı, sonrakiler de. Hepsini çok severim, Blue Jean'in çok başarılı bir dergi olduğunu kabul ederim.
Ama Hey'in yok olmasında bir şekilde payı olduğunu düşündüğümden bir yandan kıl olmayı da sürdürürüm.
Buradan Blue Jean'ci arkadaşları kutluyor ve selam sarkıtıyorum.
Ama ben hala Hey'imi istiyorum. Yine çıkartsalar ya! Hey Girl'ü karıştırmayın o ayrı, sinirlenirim şimdi bak!
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2002
BÜYÜK kentte yaşayan insanların geliştirdikleri bir takım özel refleksler var. Bu refleksler, vahşi doğada ayakta kalabilmek için gerekli olan davranışları bilmekle aynı değerde. Mesela beni Belgrad Ormanı'nın koşu parkurunda tek başıma bıraksalar, ana yola çıkmayı başaramam büyük ihtimal. Doğa konusunda böyle bir cahilliğim var.
Ama bırakın Türk çetelerinin hakim olduğu Kuzey Londra'nın en bela noktasında, burnumu bile kanatmadan İstanbul'a kadar dönebilirim.
Büyük şehir refleksi iyi bir şey yani. Herhangi bir sokağa ucundan bakarak, ‘‘Buraya girilir veya girilmez’’ kararını şıp diye verebilirsiniz.
İlla girmek gerekiyorsa, arızalı bir muhite, orada nasıl yürüyeceğinizi, neye bakıp neye bakmamanız gerektiğini, bakış sürenizin ne kadar olacağını falan filan kestirebilirsiniz.
***
Büyük şehirlerin en eğlenceli yerleri, genelde en belalı yerler olduğundan, böyle bir donanıma sahip olmanız şart zaten.
Bundan bir süre önce Frankfurt'a gitmem gerekti. Frankfurt, daha önce de bahsetmiştim, kesinlikle dünyanın en eğlenceli yeri değil.
Hatta en sıkıcı şehirler sıralamasında iddialı bir yer. Buradaki bütün hikaye Kaiser Caddesi'nde.
Avrupa'nın pek çok kentinde olduğu gibi merkez tren istasyonunun civarı, bütün arıza mekanların toplandığı bölge oluyor. Genelevler, porno dükkanları, en orijinal barlar filan hep bu Kaiser Caddesi'nde.
Frankfurt'ta otel odasında sıkılarak ölmektense, Kaiser Caddesi'ni tetkik etmeye karar verdim tabii ki.
Otelden çıktım, porno Almancası dışında Almanca konuşamadığımdan İngilizce olarak yol yardımı istedim ve merkez tren istasyonuna ulaştım.
‘‘Bekle beni Kaiser Caddesi, nedir olayın çözeceğiz’’ tavırlarıyla vurdum kendimi yollara.
Pek orijinal bir hadise bulamadım açıkçası. Caddenin yan sokakları ‘‘genelev-dönerci-genelev-porno dükkanı-genelev-dönerci’’ şeklinde planlanmış.
Yürümekten sıkıldığım bir noktada, ‘‘İlk gördüğüm bara gireyim bari’’ dedim ve dışarıdan baktığımda bara benzeyen ilk mekana kapağı attım.
***
İçerideki manzara umduğumdan çok daha enteresandı. Barın bütün duvarları, boks maçı afişleriyle kaplanmıştı. Barda sıralanmış insanların yaş ortalaması 60'ın üzerindeydi.
O dakikada kendimize 70'lerin New York'undan kopup gelmiş bir Stüdyo 54 ambiansı beklemediğimizden, bulduğumuza şükredip bara iliştik.
Barda sağıma ve soluma baktığımda, dizilmiş adamların hiçbirinin yüzünde girinti veya çıkıntı olmadığını fark ettim.
Huysuz İhtiyar böyle bir ambianstan daha önce bahsetmiş olduğundan, anında düşmüş boksörlerin takıldığı bir bara düştüğümü çaktım.
Barda duran ve ‘‘Bavyera tombulu’’ şeklinde tarif edebileceğim yaşlı kadından bir bira istedim.
Bardakiler o esnada, birayı fıçı formatında içtiğine emin olduğum bir kadını artık eve gitmesi gerektiği konusunda ikna etmeye çalışıyorlar.
Fakat kadının bırakın evi bulmasına, bar kapısını tutturmasına bile imkan yok.
***
O esnada benimle birlikte bar nüfusunu gençleştiren bir adam (ki o da kafadan 50 vardı), kalktı ve juke box'a 2 doyçmark basıp bir CD seçti.
Çalmaya başlayan şarkıyı nasıl anlatabilirim bilemiyorum. Orson Welles'in ‘‘I Know What It Is To Be Young’’ından bile kötüydü diyebilirim mesela.
Şarkı Almanca. Arkeolojik metotlarla tarihlemek gerekirse, 1960'ların sonlarına veya 1970'lerin ilk yarısına ait.
Engelbert Humperdinck'in Almanca versiyonunu düşünün ama bir de üzerine Alman folklorik öğelerini ekleyin.
Müdahale etmek de istemiyorum. Yaşlı başlı herifler boksör neticede. Arıza çıkarmaya gelmez böyle mekanlarda. Adam hayatının yumruğunu sana çakıverir, karizmayı toplatacak oto tamircisi aramak gerekir sonra Almanya'da.
Fakat birader, bir şarkı, iki şarkı üç şarkı... Yerimden hafifçe doğruldum. Gittim müzik otomatının yanına. Buldum Rolling Stones'un best of albümünü.
Mutluluktan çıldırmış bir şekilde çaktım iki doyçmark'ı, ‘‘Satisfaction’’ dönmeye başladı bu kaybetmişler mekanında.
Yerime döndüm, bir sağıma, bir soluma baktım ‘‘Bozdu mu arkadaşlar bu müzik sizi’’ gibilerden... Barın ucundaki ihtiyar boksörlerden biri kafasıyla ‘‘İyidir’’ gibilerden selamı çaktı.
Bir bira daha söyledim, Bavyera Tombulu'yla iki dakika lafladım, sonra Frankfurt'un sıkıcı sokaklarından otelime döndüm.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2002
Galatasaray, Türkiye'de deplasman fobisi bulunmayan belki de tek takımdı. Bundan önceki yıllarda hangi deplasmana giderse gitsin, Ali Sami Yen'de oynadığı futbolu oynardı. Puanını alırdı veya alamazdı, ama en azından Mecidiyeköy'de seyrettiğiniz takımla, atıyorum Arapkir'de seyredeceğiniz takımın futbolunun üç aşağı beş yukarı aynı olacağını bilirdiniz.
Bu sene G.Birliği maçından buyana hiçbir deplasmandan içimiz rahat, ruhumuz şen dönemedik. Dün gece Antalya'daki G.Saray'ın, Gaziantep veya Kocaeli maçındaki G.Saray ile hiçbir alakası yoktu. Sanırsın, o takım gidiyor, başka bir takım çıkıyor sahaya. G.Saray'ın atakları forvete ulaştığı anda kızgın tavaya düşmüş margarin gibi eriyip gidiyor. Arif'in kolları ayaklarından çok çalıştı mesela. Şehrin işlek bir kavşağında vazife yapan trafik memuru gibiydi. Sürekli eliyle koluyla top istiyor, gelen topu ne alabiliyor, ne verebiliyor.
BAHANESİ YOK
Antalyaspor, G.Saray'ın yakın dönemdeki diğer deplasman rakipleri gibi sert oynadı. Aslında sertlik bahanesine sığınmak da saçma. Bunun adı düpedüz kötü futbol, şuursuzluk, 3. yıldızı istememe hali. Ne derseniz deyin işte.
Bu sene deplasman maçlarına gelirken denemediğim numara kalmadı. Sezon başında ‘‘renk yapmama’’, yani maçlara giderken sarı kırmızılı herhangi bir obje taşımama kararı almıştım. Cüzdanımdaki kombine kartı dışında G.Saray logolu veya genel manada sarı kırmızı hiçbir şey taşımıyorum. Fakat bu deplasman sıkıntısı canıma yetti. Kadıköy'deki Fener maçına Karıncaezmez Şevki gibi ful aksesuar gitmeyi bile düşünüyorum. İşin şakası bir yana, bu puan kayıpları için beylik cümleler kurmaktan da sıkıldım. Görünen o ki, G.Saray forvette işe yarar bir model üretemezse, rakipler hafta sonlarını gayet rahat tamamlayacaklar. Dün geceki maçta iki taraf da galibiyeti hak etmedi. Futbolun adaleti dile gelse, zaten beraberlik derdi. Ama futbolun adil olduğunu kim söylemiş ki...
Yazının Devamını Oku