29 Ocak 2002
Çocuk pornografisine karşı bir yasa önerisi hazırlanmış.
ANAP İzmir milletvekili Işılay Saygın, çocuk pornografisine karşı bir yasa önerisi hazırlamış. Yasa önerisinde, “bilişim teknolojisi ve internet ortamında, ar ve hayayı inciten sayfa açılması, elektronik gazete ve bülten suretiyle yayımlanan her türlü, yazılı, resim, işaret, sesli ve sessiz görüntü ve benzerleriyle telefon hatları aracılığıyla bu işlemi yapanlara...” altı aydan bir yıla kadar hapis cezası verilmesi öneriliyor.
Sonunda birinin çıkıp, ceza yasasına böyle bir ek madde önermesi tabii ki sevindirici. Fakat, önerilen ceza, sizce yeterli mi?
ABD ve Avrupa ülkeleri, çocuk pornografisiyle mücadele ederken, bu mide bulandırıcı yayınlara özenenleri caydırabilmek için cezaları en üst düzeyde vermeye çalışıyor.
Çocuk pornografisini cezalandırmak için (Bugüne kadar ne yapılıyordu acaba?) bir girişimde bulunulması olumlu bir gelişme. Sonuna kadar desteklenmeli de. Fakat biz hiçbir işi doğru dürüst yapamaz mıyız allah aşkına?..
El kadar çocukların hayatlarını karartan, pedofiliyi dev bir sektöre çeviren, çocukları bir mal gibi alıp satacak kadar vicdansız birini, 6 aylık veya bir yıllık ceza caydırabilir mi?
* * *
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2002
Rakiplerinin puan kaybettiği haftada Galatasaray'ın üç puanı, averajını da hafiften düzelterek cebe indirmesi, taraftara ilaç gibi geldi. Taraftar deyince iki dakika durmak gerekiyor. Dün gece tribünler hasret duyduğumuz derecede doluydu. Normalde bu kadar seyirciyi, ancak Avrupa kupalarındaki maçlarda görebiliyorduk. Taraftarın ilgisi, takımı da olumlu etkileyecek, bu muhakkak.
İlk yarı ahım şahım bir futbol oynamadı G.Saray, eyvallah. Fakat ikinci yarıda efsane maçlar (bakınız Real Madrid, Milan, gerisini siz doldurun) kadar olmasa da gerekli skoru yakalayacak ve tribünleri gaza getirecek bir futbol sergiledi. Hatırlamak bile istemediğimiz Yozgat ve Denizli maçlarındaki kabusu yaşamadık Allaha şükür.
Hızlı ve sert oynayan Rizespor, 10 kişi kaldıktan sonra zaman içinde gardını düşürünce, fark da kendiliğinden geldi. Ligde yol zorlu ve uzun gözüküyor. Şubat ayındaki program başlı başına bir zorluk zaten. G.Saray, bu zorlu viraj öncesinde, net bir skorla üç puanı aldı ve taraftarını rahatlattı. Kalbimizden geçen, şubat ayının da mümkün mertebe az hasarla atlatılması.
HEP BÖYLE ÜMİT
Burada iş, futbolculardan çok Lucesc'ya düşüyor. Artık cesaret ve G.Saray ruhu devreye girmeli. Rize maçı falan hikaye, G.Saray ruhu, bize şubat ayında lazım. Gözlerimiz dolarak, kalbimiz titreyerek ve göğsümüz kabararak, Ali Sami Yen'den sokaklara akmayı çok özledik. G.Saray taraftarını bundan mahrum bırakma Lucescu.
Son sözümüzü Ümit Karan, için söyleyelim. Sevgili Ümit, G.Saray taraftarının sana duyduğu sevgi ve güven çok az futbolcuya nasip oldu. Dün gece buna layık olduğunu gösterdin. Seni hep böyle görmek istiyoruz. Demin son sözümüz Ümit'e dedik ama Batista'yı atlamayalım. Vallahi çocuk top alacağım derken, sakatlanacak diye yüreğim ağzıma geliyor. Savaşçılığını seviyorum ama sen bize çok lazımsın Batista. Biraz daha sakin ol.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2002
ÇARŞAMBA günü Galatasaray, Denizli ile oynadı, malumunuz. Bu fakir de cimbomun peşinden gezer durur, bunu da biliyorsunuz. Denizli'ye salı günü intikal ettik. Denizli'de gecelemek yerine, her mantıklı insanın yapacağı hareketi yaparak Pamukkale'ye geçtik ve bir otele yerleştik.
Pamukkale'nin en iyi otelinde kalmıyoruz ama, Malatya, Rize ve hele ki Yozgat'ta kaldığımız oteller düşünülürse bu otel Londra'daki St. Martin's Lane Hotel gibi kalır.
*
Pamukkale, travertenler, antik şehir, fallik sembollü mezarlar filan 2-3 saati yedik de, koca gün nasıl bitecek. Okumamız, yazmamız var, kitabımız da var, çekildik odamıza haliyle.
Bir ara televizyonda şansımı denemeyi düşündüm. Klasik orta kalite otel televizyonu. 20 kanal varsa bunların 10 tanesi dolu. Dolu 10 kanalın üç tanesinde görüntü net değil, biri yerel kanal vesaire.
Kala kala, klasik, ulusal kanallar kalıyor. Onlarda da hafta içi işkence programları var. Böyle acılar yaşamaya pek karşı olmadığımdan, Sabah Lolipopları filan, ne varsa seyretme kararı aldım.
Test ettim, dayanma sürem ortalama dört dakika kadar bir şey. Dört dakikada bir zap turuna çıkıp, yeniden aynı programa dönebiliyorum. Ama yine dört dakikadan fazla takılamıyorum.
Konuk profili genelde şöyle: Bir tane meşhur veya ikinci dereceden meşhur konuk muhakkak oluyor. Bunlar ağır toplar.
Sonra ‘‘kaset çalışmasını henüz tamamlamış’’ ve yaptığı şarkıların kötülüğüne kendi bile inanamayan pop müzik yıldız adayı bulunduruluyor.
O hep anlatıyor, ‘‘Gerçekten çok emek verdik. Gerçekten müzik yönetmenime teşekkür ederim. Gerçekten samimi bir albüm yaptığımıza inanıyorum. Gerçekten kalıcı olmayı hedefliyorum... Gerçekten Tarkan'ı çok seviyorum. Gerçekten onunla bir tanışabilsem, aşkımı anlatabilsem diye düşünüyorum...’’ Siz de aval aval bakıp kendi kendinize ‘‘Gerçekten mi?’’ diyorsunuz.
Bir de Tarkan gibi olmaya çalışanlar var. Muhakkak Kuzu Kuzu'yu söylüyorlar. Kadınların Tarkan'ın dans edişine tav olduğunu düşünerek kendilerini gaza getiriyorlar ve görülmemiş (Görülmemesinde fayda var tabii ki) figürlerle dans ediyorlar.
Bu ekibin saç modelleri bir inceleme konusu olabilir. Tanımlayamayacağım ama tuhaf duruyor. Hepsinin ismine bir boncuk kondurulmuş. Sahne adamı olduklarını söylüyorlar falan da filan.
*
Her neyse, yaklaşık bir saat kadar bu programlar arasında gezindikten sonra, bir tanesinde takıldım kaldım.
Manzarayı anlatmaya çalışayım. Sunucu bayan stüdyonun ortasındaki koltuğunda yüzünde, ‘‘Ne kadar dolu bir program oldu yarabbim’’ ifadesiyle oturuyor. Doluluk tesbiti fevkalade isabetli.
Çünkü sağındaki koltukta üç tane dansöz oturuyor. Hani Tarkan'la sahneye çıkacakları dönemde peçe takıp takmamaları gerektiğini tartışmıştı canım memleketim günlerce. İşte onlar, Mezdeke.
Mezdeke'nin yanında bir beyefendi oturuyor. Sunucunun sol tarafında da birileri var. Bu arada bir kişi de şarkı söylüyor.
Ama esas programa vurulmama neden olan hikaye, stüdyonun göbek kısmında oturan yorgancılar.
Evet, iki yorgancı oturmuşlar, canlı yayında yorgan dikiyorlar.
Bir an bütün Türkiye'nin su şebekesine kimyasal bir uyuşturucu katılmış olabileceğinden bile şüphelendim.
Yorgancıların durumunu anlamak için sabrettim ve şarkıyı dinledim. Büyülenmiş bir halde seyrettiğim bu manzaranın rahatlıkla Londra'daki Modern Sanatlar Müzesi Tate'de sergilenmesi gerektiğini filan düşünüyorum bu arada kendi kendime.
Bu güzide müzede sürekli sergilenebilecek bir fotoğraf karesiydi, emin olun. Hatta, program kasetinin Bienal kapsamında gösterilebileceğini bile düşündüm. Böyle gerçeküstü bir manzara.
Neyse, şarkı faslı bitince yorgancıların durumu anlaşıldı. yorgancılık, Türkiye'de giderek gözardı edilen bir meslek dalı imiş. Düşündüm, doğru. Mezdeke'nin yanındaki beyefendi de, yorgancıların meslek örgütünün başkan yardımcısıymış zaten.
Bir an kendime kızdım anlamadan yargılıyorsun diye. Ama bu kızgınlığım, o karenin bir modern sanat müzesinde sergilenmesi yolundaki fikrimi zerre kadar etkilemedi.
*
Sonra bir kanalda Gökhan Güney ve Güngör Bayrak'ın başrollerinde oynadığı ‘‘Hülyam’’ filmini yakaladım. Ben bu filmi daha önce nasıl atlamışım.
Bir klasik diyebilirim. Senaryosu filan bazı tekrarlar dışında inanılmaz iyi mesela. Maça gitmem gerektiği için sonunu seyredemedim ama çok etkilendiğimi söyleyebilirim.
Özellikle hasta Beşiktaş taraftarı, babacan otomobil tamircisi tiplemesi süperdi. Neriman Köksal, ‘‘mama’’ rolünde yine harikalar yaratıyordu.
Bir de Güngör Bayrak ne kadar güzelmiş ve nasıl çabuk unutmuşuz...
Gördüğünüz gibi durumum karışık. Sadeleşene kadar uzuyorum ben. Haftaya görüşürüz...
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2002
HERHALDE 10 yıl filan olmuştur. Kendisini harap edecek seviyede heavy metal dinleyen bir arkadaşımız var. Dinlediği müzik, çamaşır makinelerinin sıkma aşamasında çıkardığı sese filan benziyor. O derecede ileri gitmiş durumda.
Neyse, bu arkadaşımız, normal bir Türk genci. Ailesiyle beraber oturuyor. Annesini hepimiz çok seviyoruz. Harika yemekler yapan, tipik bir anne.
Bir gün, arkadaşımızın annesinin bir cenazeye katılması gerekiyor. Evde giyecek siyah renkli bir şeyler ararken, aklına oğlunun tişörtleri geliyor.
Bizim elemanın odasına dalıyor, siyah renkli bir tişört alıyor, giyiyor ve cenazeye gidiyor.
Giydiği tişörtün ‘‘Overkill’’ adlı heavy metal topluluğuna ait olduğundan, tişörtteki grafiklerin aslında bir cenaze törenine çok da uygun olmadığından filan haberdar değil tabii ki.
Bu olaya yıllarca güldük. Teyzecik bugün bu hareketi yapsa, büyük ihtimal ‘‘İşte Satanist Ana’’ muamelesi görürdü büyük ihtimal. Ne saçma değil mi?
***
‘‘Satanist gençler birer birer intihar ediyor’’ zırvası ilk kez gündeme gelmiyor. Daha önce de aynı başlıklarla, aynı yaklaşımlarla, aynı hedef göstermelerle karşılaşmıştık.
Şimdi yazılanlara çizilenlere bakıyorum ve kafamı taşlara vurmak geliyor içimden. Yahu, insan böyle bir meselede bir arpa boyu yol almaz mı?
3-4 sene önce çıkan yazıları alıp, sadece öznelerle oynayarak yeniden kullansalar, kimsenin ruhu duymaz.
Polisin tutumunu ti'ye alan birkaç tane yazı çıktı. O da çok üzücü. Belli ki, polis Satanizm’den haberdar filan değil.
Satanizm nedir, benim de fazla bir fikrim yok. İlgi alanıma girmiyor. Ama hedef gösterilen gençleri ve hedef gösterilme şekillerini gördükçe anormal derecede üzülüyorum.
***
Son operasyonlarda, ‘‘Satanist nedir? Neye benzer? Ne yer içer?’’ noktasından öteye gidememiş olan emniyet güçlerinin Eric Clapton ve Pink Floyd CD'lerine el koyması, yine uzun saçlı ve dövmeli gençleri toplaması, rock barlara operasyon düzenlemesi karşısında söyleyecek söz bulamıyorum.
Bu satırları yazmak bile can sıkıcı, inanın bana.
Sizce, Satanizm'e ilgi duyan, okültik meselelerle ciddi şekilde uğraşan biri, baştan aşağı dövme yaptırıp boynuna pentagram asıp sokaklarda gezer mi allah aşkına. Buna inanıyor musunuz?
Bu şekilcilik size de ahmakça gelmiyor mu?
Son derece üzücü bir intihar olayının ardından Mor ve Ötesi gibi Türkiye'nin yakın zamanda yetiştirdiği en eli yüzü düzgün rock topluluğunun hedef gösterilmesi ne kadar acı!
Olayı yanlış sorgulayıp, psikologların ‘‘Çocuklara ilgi gösterin’’ türü düz ve saçma açıklamalarının ötesine geçemeyip, alakasız insanların hayatlarını kabusa çevirmek akıllı bir iş mi?
***
Moskova'dan aldığım ve üzerinde KGB'nin ilk propaganda afişlerinden biri basılı olan tişörtümü çok seviyorum. Sus işareti yapan bir kadın var tişörtün üzerinde. Görenler de bayılıyor zaten.
Şimdi ben bu tişörtü giyip sokağa çıktığım vakit, memleketin en azılı komünisti mi oluyorum yani? Pöh!
Bu yazıyı yazarken üzerimde olan sweat shirt'ten de bahsedeceğim. Zaten üç gündür filan inadına bu sweat shirt'ü giyiyorum. Hijyenik açıdan problem oluşturana kadar da giymeyi sürdüreceğim zaten.
Siyah bir sweat shirt bu. Ve üzerinde ‘‘666’’ basılı. Gerekli birimler için açıklama yapayım. ‘‘666’’, şeytanı simgeliyor.
Şimdi ben Satanist miyim? Yooo! Sadece bu tişörtü giymeyi seviyorum. Hergelelik olsun diye giyiyorum. Var mı bunu yasaklayan bir hikayemiz?
Son olaylar sırasında lüzumundan fazla yıpratılan Alman Lisesi ve Üsküdar Amerikan Lisesi öğrencileri başta olmak üzere bütün gençlerimizden birinin çıkıp özür dilemesi gerekiyor.
Bütün bu komedi sürüp giderken, en akıllı lafı da Alman Liseli gençler ettiler zaten. FRP olarak bilinen fantastik oyunların Satanizm'le ilgisini derinlemesine (!) inceleyen medyaya, ‘‘Bütün intihar edenlerin boyları 1.70 olsaydı, boyu 1.70 olanlar mı şüpheli olacaktı’’ dediler.
Ben artık sıkıldım vallahi. Bunu bile yazmamak lazımdı ya, her neyse.
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2002
Galatasaray'ın belirsiz aralıklarla yükselen tuhaf bir hastalığı var. Bu hastalığın adı: Kaşıntı. Nasıl bir hastalık biraz tarif etmeye çalışalım. Ligde rakiplerine karşı avantaj mı sağladı, bir anda kaşıntı başlıyor. Arkasından gelenler tarafından yakalanmadıkça bu kaşıntı geçmiyor. Kaşıntının ortaya çıktığı bir başka ortam da deplasman maçları. Maç başlıyor, rakip takım, karşısında G.Saray olduğu için haliyle temkinli davranıyor. Fakat rakip takım bakıyor ki, G.Saray futbol oynamak yerine kaşınıp duruyor, bu kez üstüne üstüne gitmeye başlıyor.
Dün gece Denizlispor golü bulana kadar mükemmele yakın bir futbol oynadı. Organize ataklar geliştirdi, sürpiz toplarla çıktı. Velhasılı kelam G.Saray sadece seyretti.
İkinci yarıda Denizlispor golü bulduktan sonra G.Saray'ın kaşıntısı geçer gibi oldu. İyi futbol oynamadı ama, en azından oynarmış gibi yaptı. Oynarmış gibi yapması bile 1 puan çıkarmasına yetti.
Denizlispor'da kaleci Süleyman hariç bütün futbolcuları çok beğendim. Kaleciyi beğenmememde onun bir suçu yok. Çocukcağıza doğru dürüst kendini gösterme fırsatını vermedi ki G.Saray. Dünya üzerindeki hiçbir takım sürekli maç kazanacak diye bir şey yok. Bunlar olacak şeyler. Ama futbolun keçiboynuzu tadında olması bizim de tadımızı kaçırıyor haliyle.
Süper Lig puan cetveline baktığımızda sonuncuyla onuncu arasında taş çatlasa 4-5 puan fark olduğunu görüyorsunuz. Bu da demektir ki, ligde kalmak için dişini tırnağına takmış en az 10 takım var.
Söylemek istediğimiz, ikinci yarıda hiçbir maçın kolay olmayacağı. Puanları döküp saçarken biraz daha dikkatli olunmalı. Naçizane fikrimiz budur.
Son biz söz de sayın Lucescu'ya. Hafta arasında idmanda futbolcularına bir masal anlatmış. Bu hafta anlatacağı masal için La Fontaine'den bir öneri getirmek istiyorum: ‘‘Tavşan ile kaplumbağa.’’ Umarım mesaj alınmıştır.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2002
Galatasaray yoğun maç stresine alışkın olduğunu bir kez daha gösterdi. Kocaeli gibi çok koşan bir rakibin ardından, ligin eskisi kadar olmasa da güçlü rakiplerinden G.Antep'i rahatça geçti. Maçtan önce ayak üstü lafladığımız bir arkadaş G.Saray tribünlerinin ortak endişesini dile getirdiğinde ‘‘ağzından yel alsın‘‘ demiştik. Endişe şöyle; ‘‘Fener puan kaybettiğinde G.Saray da kaybediyor.’’
İçten içe benim de paylaştığım bu endişe neyse ki dün gerçekleşmedi. G.Saray'ın sistemi gayet güzel oturmuş. Bunu Madagaskar'dan, Kolombiya'ya kadar zaten herkes biliyor. Sergen gününde değil. Olsun. Ayhan iki kişilik oynuyor. Yıldızların sayısının artması ve takımın giderek daha da artan bir tempoyla oynaması haliyle tribünün de hoşuna gidiyor.
TANSİYON
G.Saray'ın dün gece özellikle ilk yarıda oynadığı futbol taraftarı mest etti. Dün geceki maçtan bahsederken hakem Metin Tokat'dan bahsetmemek olmaz. Sakin giden maçı çileden çıkartmak için yanlış üstüne yanlış yaptı. Tribünün tansiyonunu arttırdı. Kendisi beğendi mi yaptığını, ona sormak lazım. Batista'nın kafasında Mustafa'nın kramponunun izi çıktı. Yazık değil mi şimdi. Aynı dakikalarda Antepli Hakan da sedye ile oyunu terk etmek zorunda kaldı. Ali Sami Yen'in ambulansları full mesai yaptı dün gece. Bu kadar sertliğin olmasında hakemin etkisi muhakkak ki var.
Ama neyse bırakalım tüm bunları bir kenara. G.Saray dün gece hiç te fena olmayan bir futbol ve net bir skorla zorlu bir engeli daha aştı. 3. yıldıza heveslenen çok, biliyoruz fakat G.Saray'ın bu yıldıza gün geçtikçe yaklaştığıda gerçek.
Zaten malumunuz G.Saray'ın işi gerçeklerle.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2002
RİKO'yu sonunda gurbet ellere postaladık. Eleman uzun süredir hayalinde olan işi başardı ve BBC'ye kapağı attı. 6 aylık sözleşme yaptı ama bence o sözleşme uzar. Tabii Riko için iyi oldu fakat, biz burada kıymetli bir biraderimizi kaybetmiş olduk.
Hoş, hain bir grup, Riko'nun son gece Kaktüs'ten gidişini alkışlarla kutladı ama dokunmadık.
Bunun gideceği belli olduğundan beri bir son gece planlaması yapılıyordu. Kardeşimizi öyle ‘‘Hııı, gidiyorsun demek sen’’ diyerek yollamak her şeyden önce bize yakışmazdı.
Şöyle pastadan kızların çıktığı bir parti filan da yapmadık. Daha efendi bir ambians yaratıldı, Rikoperverler ve Riko'nun hakikaten gittiğine bizzat şahit olmak isteyenler Saki'de toplandı.
Ben Cimbom'un erteleme maçından sonra olay mahaline geldim. Bu arada masanın bir bölümü hafiften alkole doymuş tabii ki.
Alkollü ortama sonradan kabak gibi girince biraz tuhaf oluyor ama neyse açığı kapatmaya çalıştık elimizden geldiğince.
*
Masanın en sonunda bir kitap kalabalığı dikkatimi çekti. Baktım Martin Mystere ciltleri. Ciltlerin hemen yanında da bizim Domat Efendi'nin eşi oturuyor.
*
Şimdi burada bir parantez açmak gerekiyor. ‘‘Domat diye isim mi olur?’’ diyeceksiniz. Olur kardeşim. Benim hiçbir arkadaşımın ismi normal değil. Hem Domat, isim değil lakap.
Fakat Domat'la yıllardır muhabbeti olup da esas adını bilmeyen bir dolu insan var. Bu arada hazır parantezi açmışken, bu sevimli noktalama işaretinin gazıyla devam edelim. Duyduğumuz kadarıyla ikinci bir insan ‘‘Ben Domat'ım’’ diye ortalıkta geziniyormuş.
Olmaz kardeşim! Biz bir tane Domat Efendi tanırız. ‘‘The one and only Domat. Kaf Kaf Domat...’’ Yanlış olmasın.
Her neyse, parantezin suyunu çıkardık.
‘‘Nedir bunlar?’’ diye bizim Domat Efendi'nin zarif eşine sordum.
‘‘Riko'nun Martin Mystere'leri’’ dedi. Ama suratındaki ifade, hikayenin bu kadar basit olmadığına dair işaret çakıp duruyor.
Bir anda Mayk Hammer tribine girdim ve ‘‘Niye buradalar?’’ dedim.
‘‘Ben getirdim’’ diye cevap verdi.
‘‘Yoksa?...’’ diye endişeyle sordum ve direkt suçunu itiraf etmeye başladı.
Meğer Domat Efendi, bir süre önce çok başarılı bir operasyonla, Riko'nun Martin Mystere zulasını patlatıp, direkt kendi kütüphanesine indirmiş.
Riko zaten gittim gideceğim telaşında. Gözü Martin Mystere, Zagor Tenay görecek durumda değil.
Domat, Martin Mystere ile memnun mesut yaşayacağını düşünürken, eşi de hain planlar yapmakla meşgulmüş meğer.
*
Domat, garibim, Ukraynalar’da ekmek parası kazanmaya gitmiş vaziyette. Riko'nun gecesinde eşi tarafından temsil ediliyor. Ve tabii ki Martin Mystere'lerin evinde ve emniyette olduğunu düşünüyor.
Fakat fena planlarını uygulamakta kararlı olan eşi, Domat Efendi'nin yokluğunu fırsat bilerek, Riko'ya, ‘‘Aaaaa! Senin bizde çizgi romanların vardı’’ diyerek oltayı atıyor.
Çok afedersiniz, tabir biraz ayıp kaçacak ama, eşeğin aklına karpuz imajını yerleştiriyor böylece.
Riko ‘‘Hakikaten yahu!’’ diyor ve Martin Mystere'ler için görüşmeler başlıyor. Ve emanetin teslimi için Riko'nun veda gecesi uygun görülüyor.
Tabii ben bu durumu öğrenince hiddetlendim ve ‘‘Hiç mi vicdanın sızlamadı?’’ diye sordum Domat Efendi'nin eşine.
Vicdansız kadın, ‘‘Yooo, entel kitaplarıma yer açtım kütüphanede, oh ya!’’ dedi.
Bunun kesinlikle boşanma sebebi olduğunu, eğer hakim olsaydım ve böyle bir davayla karşılaşsaydım, bu hanımefendiyi nafaka bile bağlamadan boşayabileceğimi, Domat Efendi'nin bahtsızlığının kalbimi nasıl derinden yaraladığını filan anlatıp durdum.
Fakat ne fayda!
Kumpas kurulmuş, olan olmuş, gerek planlama, gerek uygulama açısından çok başarılı bir operasyona imza atmış olan Domat biraderimiz Martin Mystere'ler'i kaptırmış.
Esefle kınadık tabii ki.
*
Neyse Saki'den kalkıldı ve Kaktüs Kahvesi'ne gidildi. Kaktüs tayfası, bir süredir her çaldıklarında ‘‘Usta bak, Riko'nun anısına çalıyoruz’’ dedikleri şarkıyı bir kez daha çaldılar.
Şarkı Goldfrapp'in ‘‘Are You Human?’’ı. Yani, ‘‘Sen İnsan mısın?’Terbiyesizlik tabii canım, başka izah yolu yok.
Riko yaban ellerde memleket hasreti çekmesin diye bir arkadaş, özel paket hazırlamış. Pastırma, zeytin, eski kaşar ve çay.
Riko'yu, ‘‘Deli Dana hadisesi varken bunu Britanya'ya sokamazsın’’ diye doldurup, pastırma zulasını patlattık.
Kaktüs'te herhalde ilk kez pastırma yenmiş oldu. Çayı da demletse miydik yahu?..
Neyse, öyle de iyiydi.
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2002
ASLINDA canım sadece ‘‘Erkekler İçin Taocu Sevişme Sırları’’ndan bahsetmek istiyor. Fakat siz de takdir edersiniz ki, Hürriyet bunun için pek uygun bir yayın değil. Kitap, Dharma Yayınları tarafından basılmış. Normalde, ‘‘Rüzgarda Savrulan Yaprak’’, ‘‘Olduğun Yere Varmak’’, ‘‘Kelebeğir Rüyası’’ gibi ancak silah zoruyla okuyabileceğim hassas kitaplar yayınlıyorlar.
Fakat Mantak Chia ve Michael Winn'in yazdığı, Cem Şen tarafından Türkçeye çevrilen bu kitap, süper bir hareket.
Elime ulaştığından beri, ziyaretime gelen herkes kitaba sulanıyor.
Malum nedenlerden dolayı detaya giremeyeceğim. Fakat bir iki başlık aktarmazsam çatlarım.
Sperm akışkanının mühürlenmesi için güç kilidi çalışması.
Chi'nizi mikrokozmik yörüngede dönüştürmeyi öğrenin.
Güneşten cinsel enerji özümsemek (Mesela bunun nasıl yapıldığını anlatsam da inanmazsınız. Tao meselesi hakikaten akıllara zarar...)
Dil Kung Fu'su (Bu ayrıca roman olur. Portakalla yapılması gereken bir idman var, ne siz sorun ne ben söyleyeyim...)
***
Yok, yok ben bu meseleyi hemen kapatayım. Elim yaz diyor, aklım dur diyor.
Bu kitabı aşacak, daha eğlenceli bir mevzu gelmiyor aklıma bir türlü. Ama İngiltere'nin en harbi musiki mecmuası olarak kabul edilen Q Dergisi'nin son sayısında okuduğum ve çok hoşuma giden, eğitim konulu bir hadiseden bahsedebiliriz.
Kötü bir öğrenci sayılırdım. Derslerde canım çok sıkılırdı. Şimdi ‘‘failatün müfredatı’’ gibi tartışmalar yapılıyor ya. O haberleri okurken bile içim daralıyor.
Fakat Q'da okuduğum haber, okul hadisesine bakışımı değiştirdi. Haber, ABD, Hollanda ve Büyük Britanya'daki bir takım üniversitelerde okutulan dersleri konu alıyordu.
Az sonra sıralayacağım okullarda, ciddi ciddi bu konularda dersler veriliyor.
Mesela Indiana Üniversitesi'nde gidip paşa paşa ‘‘Frank Zappa'nın Müziği’’ başlıklı bir ders alabilirsiniz.
Veya Amsterdam Üniversitesi'nde ‘‘Madonna: Fenomen ve Müziği’’ başlıklı derse katılabilirsiniz.
Leeds Üniversitesi öğrenciler için daha eğlenceli bir ders koymuş: ‘‘Cock Rock'ta Fallik Erkeklik: Popüler Müzik, Cinsiyet ve Cinsellik.’’
Chicago'daki Northwestern Üniversitesi'nde Pink Floyd'un bir albümü, ‘‘The Wall’’ üzerine ders veriliyor. Yani adam bir sömestr boyunca çıkıyor kürsüye ‘‘The Wall’’ anlatıyor. Ders yılının sonunda elemanlarda bu albümü dinleyecek hal kalır mı, bilemiyorum tabii. Yine de enteresan olmalı.
Devam edelim. Greensboro'daki Kuzey Carolina Üniversitesi, dünyanın en uzun süren kimyasal uyuşturucu tribi olarak da bilinen Grateful Dead'e takılıyor. Dersin adı: ‘‘Deadhead 101’’
Michigan Üniversitesi, Almanların meşhur ‘‘Krautrock’’u üzerine, Liverpool'daki John Moores Üniversitesi ‘‘Dj Kültürü’’ üzerine, California Üniversitesi ‘‘Tupac Shakur'un Şarkı Sözleri’’ üzerine, Teksas Üniversitesi de ‘‘Hip Hop Kültürü'nde Kadınlar’’ üzerine eğitim veriyor.
Benim favorim ise Massachusetts'deki Williams College. ‘‘Bob Dylan'ın İzinde: Müzik, Adam ve Mit’’ konulu dersi alabilmek için yeniden okul hayatına dönmeye razıyım vallahi.
Kilink İstanbul'da
İstanbul Bağımsız Filmler Festivali, bugün başlıyor. Vatana millete hayırlı olsun. Şahane bir programı olan festivale, son dakikada iki film daha eklendi. Aslında film değil, başyapıt demek gerekiyor.
Fantastik Türk filmlerinin efsane yönetmeni Yılmaz Atadeniz'in ‘‘Kilink İstanbul'da’’ ve ‘‘Yılmayan Şeytan’’ adlı filmleri, 20 Ocak Pazar gecesi, daha doğrusu geceyarısı 24.00'te gösterilecek.
Atadeniz'in de katılacağını söylüyorlar bu gösterime. bir de festivaldekilere, ‘‘Temiz kopya bulabildiniz mi?’’ diye sordum, ‘‘Evet’’ dediler.
Bakın, sözüme güvenin. Eğer seyretmediyseniz, kaçırılacak bir hadise değildir ‘‘Kilink İstanbul'da.’’
Size, İF İstanbul'un internet sitesindeki tanıtım yazısını da aktarayım bari: ‘‘Kilink'in tabutunu ele geçirip, zerk ettikleri bir ilaçla dirilten bir çete vardır. Kilink, Profesör Hulusi'nin çalışmaları ilgisini çektiği için, profesörün odasından icadı çalarak onu öldürür. Ancak formül eksiktir. Paris'e gitmeye hazırlanan Kilink, yolculuğunu erteleyerek formülün geri kalan kısmını buluncaya kadar İstanbul'da kalmaya karar verir ve olaylar çok değişik bir şekilde gelişir.’’
Haydi kalın sağlıcakla
Yazının Devamını Oku