17 Ocak 2002
Ne kadar önemli bir konuyu tartıştığının bile farkına varamıyor çoğu zaman Türkiye.
Bir süre önce, uluslararası yürütülen bir operasyon sayesinde Türkiye'de çocuk pornosu ile bağlantısı olan bir öğretmene ulaşıldı.
Bir klasik olarak "İşte sapık" türünde haberlerle konu iki gün içinde tüketildi. Gazeteler, televizyonlar olaya polisiye bir vaka olarak yaklaşıp, kısa sürede içini boşalttıktan sonra, yeni "heyecanlar" peşinde koşmaya başladı.
Bu olay henüz tazeliğini korurken Sabah gazetesinin bir köşe yazarı, açıkça olmasa da satır aralarında çocuk pornosu haklı çıkarabilecek bir yazı kaleme aldı.
Daha önce türban konusunda takındığı tutum "fazla liberal" olarak değerlendirilen yazarın makalesine tepkiler geldi tabii ki. Fakat bu tepkilerin çoğu, üzüm yemekten çok bağcıyı dövmek niyetindeymiş gibi gözüktü.
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2002
Sezon başından beri şöyle tribünde oturup, rahatça bir maç seyremediğimizden şikayet ediyorduk. İlk yarının son maçlarındaki kötü sonuçlar moralimizi iyice bozmuştu. Galatasaray dün gece iyi futbol, pardon çok iyi futbol ve net bir skorla Körfez'i geçerek, yüreğimize su serpti. Vallahi özlemişiz...
Dün geceki kazançlarımıza bakalım... Batista, Galatasaray seyircisinin görmek istediği türden çok kaliteli bir oyuncu. Mücadele gücü yüksek, rakibe basıyor, oyundan düşmüyor, yırtıcı bir futbol oynuyor. Bunlar yetmezmiş gibi bir de gol atıyor. Öp de başına koy... Sonra Berkant... Bu çocuk çok iyi futbolcu. Ligin ilk yarısında bir takım talihsizliklerden ve açık konuşmak gerekirse kendi yanlışlarından dolayı fazla forma şansı bulamadı. Ama belli ki, kendisini iyi hazırlamış. Bunun ilk belirtilerini Yozgat maçında göstermişti. Dün gece de tribünü zevkten dört köşe edecek bir oyun sergiledi. Bir diğer oyuncu Perez... Sakatlık riski yüzünden, yerine oyuncu düşünülen bu futbolcu, gecenin parlayan bir başka ismiydi. Vallahi elimden gelse nazar boncuğu takacağım.
EMANETİ GERİ ALDI
Galatasaray'ın dün geceki galibiyeti pek çok açıdan önemli. Emanetçiye bıraktığı liderliği geri aldı. Taraftarını üzmeden maç kazanabileceğini gösterdi. Ve asıl önemlisi çok güzel futbol oynadı. Deyinmek istediğim iki nokta daha var... Herkes hakemlerin Galatasaray'ı kolladığından bahsediyor. Ben bu sene bu kadar rahat sarı kart çıkartılan bir başka maç görmedim. Galatasaray'ın yediği golde, benim gördüğüm, iki Kocaelisporlu futbolcu armut gibi ofsayttı. Hakemler konusunda Galatasaray'ın kollandığını düşünenler bir de pozisyonları seyretsinler. Aslında bütün bunlar hikaye. Galatasaray bildiği yolda emin adımlarla ilerleyecek. Bize de tribünde oturup keyif çatmak kalacak. Ohh be...
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2002
Metro, İstanbul’da devreye gireli 15 ay oldu. Metro derken...
Moskova veya Londra’daki gibi dev bir ağdan bahsetmiyoruz. Taksim’den Levend’e kadar uzanıyor İstanbul metrosu. Hızlı Tramvay ile bağlantılarla filan, kentin Avrupa yakasında önemli bir alana hizmet ettiğini de kabul etmek gerekiyor.
Metro’nun bağlı olduğu İstanbul Ulaştırma A.Ş. Genel Müdürü Abdurrahman Gündoğdu, bir açıklama yaparak, Metro’nun zararda olduğunu duyurmuş.
Henüz yeni sayılabilecek bir yatırımın zararda olması normal. Sayın Gündoğdu, 600 milyon dolara mal olan İstanbul Metrosu’nun günlük taşıma kapasitesinin 250 bin kişi olduğunu, ancak 15 aylık sürede 30 milyon yolcu taşıdıklarını, bunun da günde 70 bin yolcuya denk düştüğünü açıklamış.
10 trilyon gelir elde eden İstanbul Metrosu’nun gideri ise 13-14 trilyon TL imiş. Şu anda yüzde 20 oranında hızlı tramvayın gelirinden sübvanse edilen Metro, günde 150 bin yolcu taşıması durumunda kara geçebilecekmiş.
Bu aydınlatıcı rakamlar için Gündoğdu’ya teşekkür edelim.
Sonra Gündoğdu’nun bu zararın nedenleri ile ilgili olarak yaptığı açıklamaya bakalım.
Gündoğdu, Metro’da çalışan trenlerden çok, aydınlatma, yürüyen merdiven ve havalandırma sistemlerinin elektrik harcadığını söylüyor. Ayrıca, Metro istasyonlarında çok fazla güvenlik elemanı çalıştığını vurguluyor.
Şimdi efendim, ben işletmeci değilim. Fakat sıradan bir vatandaş gözüyle bu açıklamaya baktığımda aklıma ilk gelen cümle; “Eee yani!” oluyor.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2002
Efes Pilsen Cup 2002'nin finalinde, geçen yılın Rusya Şampiyonu Spartak Moskova ile geçen yılın Türkiye Şampiyonu Fenerbahçe karşı karşıya geldi. Rusya Ligi yanılmıyorsam Kasım ayında sona ermişti. Fenerbahçe, ikinci yarıya beraber başlayacağı hocasıyla henüz tanışma döneminde. Bu tür maçlarda skor önemli değil. Tabii ki iki taraf da kazanmak için sahaya çıkıyor. Hiçbir futbol takımı kaybetmek için maç oynamaz. Bizi ilgilendiren, Fenerbahçe'nin durumu.
KONDİSYON DÜZELMİŞ
Lorant henüz bir hafta önce devraldığı takıma tabii ne taktik olarak, ne de kondisyon olarak birşey yükleyememiş. Takımın kondisyonunda, ilk yarım saate baktığımızda hissedilir bir düzelme var. Ama taktik konusuna gelince, Fenerbahçe'nin işi pek kolay gözükmüyor. Yine de, demin belirttiğimiz gibi, konuşmak için çok erken.
Fenerbahçe dün gece Ogün, Revivo, Johnson gibi yıldızlarının parladığı bölümlerde, özellikle golü yiyene kadar çok da kötü değildi açıkçası... Fakat golü yedikten sonra oyundan da, sistemden de tamamen koptular. Fenerbahçe, ligin ikinci yarısına yıldızlarının parladığı anlara güvenerek girmek zorunda gibi gözüküyor. Lorant eğer kısa sürede takıma bir kimlik kazandırmak gibi zor bir işin altından kalkabilirse işin rengi değişebilir tabii ki...
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2002
RİKO, İzmir seferini tamamlayıp döndü. Perşembe geceleri artık klasikleşen toplantıların bir benzerini, ayrı şehirlerde yaşasak da her buluşmamızda anmadan edemediğimiz bir takım muhterem biraderlerimizle düzenlemiş. Fakat nedense çarşamba gecesi toplanmışlar. Ekibe baktığında bu durumun normal olduğunu zaten hort diye görüyorsun. Biz geçen perşembeyi, klasik programa sadık kalarak, iki kişi koçlar gibi muhabbet ederek yedik bitirdik.
İşte, geçen perşembe diğer elemanın buluşma noktamıza düşmesini bekliyorum. Bir yandan da (Ayıp ama oluyor böyle şeyler) yan masadaki muhabbeti kesiyorum.
Yan masada Ece Temelkuran ve bir grup arkadaşı oturmakta. Böyle kulak kabartacağıma, yekten muhabbete girme kararı alıp, masaya yancı olarak yazılıyorum.
Ece Temelkuran Milliyet'te yazıyor, zaten biliyorsunuz. Oturdukları masa kadın ağırlıklı. Konuştukları mevzular karşısında bir armut gibi duruyorum. Bir ara laf nereden geldi kesinlikle hatırlamıyorum ama, Ece'nin ismine geldi. Daha doğrusu kendisi bizzat getirdi.
*
Küçükken adıyla ilgili büyük bir meselesi varmış. Mesele isminin kısa, yani üç harfli olmasıymış. Kadın milletinin problem bulma konusundaki başarısını genellikle kafasını taşlara vurarak izleyen bu fakir, hanımefendinin problem yaratmada bir şahikaya imza atmış olduğunu, tabii ki o anda belirtti.
O devam etti: ‘‘5 yaşında filanım. Annem beni anaokuluna kaydetme kararı aldı. Anaokuluna gittik fakat annem işe geç kalıyor. Ben kendimi kaydettiririm düşüncesiyle gitti. Akşam almaya geldiğinde 'Ben Ece'nin annesiyim, kızımı almaya geldim' diyor. Anaokulundaki insanlar, 'Hanımefendi burada Ece diye bir çocuk yok' diyorlar. Annem korkudan bayılmak üzereyken, 'Temelkuran, Ece Temelkuran' diyebiliyor. Anaokulu insanları da, 'Bir Temelkuran var ama adı Ece değil, Aydeniz' diyorlar...’’
Bunun üzerine masadaki bir iki kişi daha küçükken kendilerine başka isim beğendiklerini söylediler. İşi, eğer gazino şarkıcısı olsalardı kimin ismi en üste yazılırdı noktasına getirdiklerinde artık masayı terk etmek gerektiğini anladım...
Ece'ye yaşadığı (Ve bir şekilde bize de yaşattığı) bu travmayı yazacağımı söyledim. O da ‘‘Adımla sanımla yaz’’ dedi. Ben de ‘‘Hangi adını kullanacağız’’ dedim. Dünyanın en manasız yaratığıymışım gibi suratıma baktı muhabbetine döndü.
Zaten bu sırada benim eleman da hafif donma tehlikesi atlatmış vaziyette kahveye geldi. Bunun buzları biraz çözülünce, NBA ağırlıklı sağlam bir geyik patlatıldı ve hakikate döndük...
Bağımsız Filmler Festivali
SİNEMAYA gitmememe halime, 22, 25 ve 26 Ocak tarihlerinde son veriyorum. ‘‘Nasıl bu kadar net tarihlerle konuşabiliyorsun’ diyenlere cevabım, ‘‘İsterseniz saat de bildireyim’’ olabilir, ona göre.
İstanbul Bağımsız Filmler Festivali ayın 18'inde başlıyor. Ve festival programında kaçırırsam kahrolacağım üç film bulunuyor.
Bunlar için biletimi bile temin etmiş durumdayım. Bilet konusunda 5N1K programı ve CNNTürk reklam bölümünün sponsorluğunu da arkama aldım zaten. Sponsorluk dediğim, onlar bilet alıyorlardı, yüzsüz bir şekilde ‘‘Bana da alsanıza’’ dedim, aldılar. Parasını da kabul etmediler.
Medyaya leke düşürdüm diye bir ara hayıflandım ama onlar da gazeteci diye kendimi fazla da hırpalamadım açıkçası.
Söz konusu üç film şöyle sıralanıyor: ‘‘Baise Moi/ Düz Beni’’, ‘‘Ed Gein’’ ve ‘‘Chopper/ Katil...’’
‘‘Baise Moi’’ geçen yıl bayağı bir haber olmuştu. Burada gösterildikten sonra da haber olacağı kesin. Fırsat bulursanız kaçırmayın. Biraz ciğer rendeleyeceğine eminim fakat değecek. Detay vermeyeyim bununla ilgili, daha iyi olur.
‘‘Ed Gein’’, seri cinayetler tarihinin en karizmatik isimlerinden biri. Alfred Hitchcock, ‘‘Psycho/Sapık’’ı Ed Gein'den ilham alarak çekmişti mesela. Keza, ‘‘Silence Of The Lambs/Kuzuların Sessizliği’’nde de ilham kaynağıdır. 1950'lerin ABD'sinde, küçük bir kasabada annesiyle yaşayan sakin bir adam. Anne, biricik evladını döverek büyütüyor.
Daha sonra anne ölüyor ve Ed Gein korkunç gösterisine başlıyor. Gein'le ilgili yazılmış ‘‘Deviant’’ın okuduğum en iyi ‘‘true-crime’’ kitaplarından biri olduğunu söyleyebilirim. Adam, kurbanlarının derilerinden elbise filan diker... Bir de bu filme gece yarısı gideceğim. Şimdiden tırstım vallahi.
‘‘Chopper/Katil’’ de Avustralya'nın en meşhur katilinin hayatını konu alıyor. Ama onu akşam, daha makul bir saatte seyredeceğim.
İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nde daha pek çok iyi film var. Araya sıkıştırabilirsem Coen Biraderler'in filmine de gitmek istiyorum mesela. Siz de ilgi gösterin, bir festival kazanalım.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2002
İKİ sene önce, Londra'dayım. Londra'da olmak her zaman şahane de, Büyük Britanya'nın bu güzel başkentinde bulunmamın sebebi Soho'da serserilik yapmak değil. Siemens, üstün teknoloji ürünü bir takım komünikasyon aletlerinin tanıtımını yapıyor. Elektronik dünyasıyla ilgim, fazla komplike olmayan müzik setlerini çalıştırabilecek düzeyden öteye gitmediği için uzman tanıtıyor cihazları ben boş boş bakıyorum. Aklım Soho'daki Bargain Books'ta gördüğüm Eric Stanton albümlerinde kalmış zaten. Pound hesabını denkleştirebilsem toplantının sonunda soluğu orada alacağım...
Adam telefonun özelliklerini anlattıkça anlatıyor. Bir telefon üstüne dalağımı yarsam üç cümle belki kurarım. Fakat elemanda bilgi birikimi var. Bir yerde beynini, ruhunu akıtmış bu işe.
Neyse efendim. Bir ara bu beyefendi, ‘‘Yakında, SMS aracılığıyla kişilerin nerede olduklarını kolayca bulabileceğiz. Bu teknoloji özellikle çocuklarını merak eden annelerin hayatını çok kolaşlaştıracak. Çocuğunuzun mobil telefonuna bir mesaj yollacayacaksınız. Sistem çocuğun nerede bulunduğunu belirten bir mesajla sizi aydınlatacak’’ dedi.
O sırada toplantıya katılmış olan bütün erkekler, ‘‘Hooop usta sen ne diyorsun?’’ pozisyonuna geçtiler haliyle.
***
‘‘Niye böyle yaptılar?’’ diye sormadığınızı umuyorum. Ama soranlar olabilir diye mevzuyu açıklığa kavuşturalım. Elektronik uzmanı bu arkadaş içinde ‘‘Teknoloji kötü niyetli insanların eline geçerse, bu bütün insanlığın felaketi olur’’ cümlesi geçen bir film seyretmemiş herhalde.
Bu sistem, basit bir şekilde özetlemek gerekirse, zamparalığın sonunun geldiğinin habercisidir arkadaşlar.
Evli erkekler (Aslında hayatında bir kadın bulunan her erkek) bundan böyle teknoloji kurbanıdır. Düşünün adam kaçamak yapmaya niyetleniyor. Zır telefon çalıyor. Karısı ‘‘Neredesin?’’ diyor. Adam sallıyor, ‘‘Başağrısı konulu bir panel izliyorum hayatım.’’ Kadın cevabı yapıştırıyor: ‘‘Fakat teknoloji senin Beyoğlu İmam Adnan Sokak'ta, Kaktüs'te takıldığını söylüyor...’’
Siz bitmişsiniz arkadaşlar, bunu peşinen söyleyeyim.
Siemens, bu teknolojiyi henüz servise sunmadı bildiğim kadarıyla. Dünya çapında bir boşanma furyasını göze alamamış, böyle bir sorumluluk üstlenmek istememiş olabilirler.
Fakat, bir başka hain bu fenalığı yapmış. Hem de yine çocukların masum dünyaları üzerinden devreye sokmuşlar bu teknolojiyi.
***
Hürriyet muhabiri Ardıç Aytalar'ın haberine göre, 100o dolara satın alınabilen veya 60 dolara kiralanabilen bir sistem aracılığıyla, internet üzerinden çocuğunuzu takip edebiliyormuşsunuz.
Haberde, çocuklar, servis aaçları vesaire ön plana çıkarılmış. Ama bu teknolojinin fena insanların (Burada kıskanç eşler oluyor fena insanlar) eline geçtiğini düşünsenize.
İzlenecek kişiye 30 dolar değerinde bir anahtarlık taktığınız vakit, hangi vakit nerede hop diye bulabiliyorsunuz.
Ve bu daha bir başlangıç. Teknolojinin bu hızla gelişmesi durumunda kaçacak hiçbir yeriniz kalmayacak. Tam bir ‘‘Büyük Birader Seni İzliyor’’ durumu.
***
Bu kadar kötü haberden sonra pek yapamadığım bir işe kalkışayım ve ‘‘Kadınlar inanmak istedikleri şeye inanırlar’’ konulu bir fıkra anlatayım size.
Adam evde miskin miskin otururken karısı gelir ve ‘‘Sigaram bitmiş bana sigara alır mısın?‘‘ der. Adam oflaya puflaya kalkar, giyinir, sokağa çıkar. Marketler kapalı olduğundan sigara bulurum ümidiyle bir bara gider.
Gitmişken de bir içki söyler. Bu sırada barda hemen yanında oturan kadınla sohbete başlar. Kadın beraber yemeğe gitmeyi teklif eder. Yemeğe giderler, oradan dans etmeye, oradan da kadının evine. Adam kadınla yatar.
Daha sonra eve dönme vaktinin geldiğini düşünür ve toparlanmaya başlar. Kadın sorar ‘‘Karına ne diyeceksin peki?’’
Adam cevap verir, ‘‘Boşver şimdi, talk pudran var mı?’’ Kadın talk pudrasını getirir, adam ellerine kollarına, kazağına bolca talk pudrası sürüp evine döner.
Karısı haliyle köpürmüş bir vaziyette adamı bekliyordur.
‘‘Nerdeydin bu saate kadar rezil herif!’’ makamından başlar söylenmeye.
Adam cevap verir: ‘‘Bara gittim, bir kadınla tanıştım. Beraber önce yemek yedik, sonra dans ettik, sonra da onun evine gidip seviştik’’
Kadının öfkesi ikiye katlanır ve bağırır: ‘‘Bana yalan söyleme. Yine o salak arkadaşlarınla bowling oynadın değil mi?’’
Olay bundan ibarettir. Hürmet ederim.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2002
İnanın niyetim kimseyi üzmek değil. Amacım 'Gariban edebiyatı' değil
Ama bu konuda çok da neşeli birşeyler yazamayacağım. Doğalgaz fiyatları ne kadar indirilsin, kar yağdığında neden çaresiz kalınıyor gibi güncel problemler zaten herkesin kafasını yeterince meşgul ediyor, bunu da biliyorum.
Pazartesi günü, öğlen saatlerinde gazetede otururken telefonum çaldı. Arayan bir okuyucu. Belli ki ilk aradığı ben değilim. Fakat bazı yazarlara ulaşamayınca beni de denemek istemiş olmalı. Çünkü bu tür çağrılar genellikle meşhur yazarlar aracılığıyla yapılır. Bu da doğaldır. Onların daha çok tanıdıkları, daha geniş bir okuyucu kitleleri vardır...
Arayan hanımefendi, "Kanat Bey, ben 50 yaşlarında, anne, hatta bir anneanneyim" diye başlayan bir konuşma yaptı.
Konuşmanın detaylarını vermek gerekmiyor herhalde. Şu anda milyonlarca kişinin yaşadığı dramın bir örneği. Eşini kaybetmiş, ailesinin geçimini evlere temizlik yaparak sağlamaya çalışıyormuş.
Dediğim gibi böyle milyonlarca örnek var biliyorum.
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2002
YALAN söylemek, özel bir yetenek gerektiriyor. Ben yüz yüze pozisyonda kolay yalan söyleyebilenlerden değilim. Fakat telefonda gayet başarılıyımdır. Yalan derken, çok klişe olacak fakat ‘‘kimseye zarar vermeyen’’ yalanlardan bahsediyorum. Yoksa, var bizim de aile terbiyemiz. Kimseyi yalan dolanla zor vaziyette bırakmıyoruz. Yaratıcı yalancılık konusunda Topesto'yu tek geçerim.
Bundan birkaç ay önce Topesto bana uğradı. Yanında da bizleri ‘‘ilkel maçolar’’ olarak değerlendiren ve sadece parası bittiğinde veya sevgilisinden ayrıldığında filan hatırlayan yeğeni var.
Bizim yüzümüzden erkeklerle ilişkilerinin yürümediğini iddia ediyor ama bir yandan da bizi çok seviyor.
Her neyse işte... Klasik bir Topesto cumartesisi. 20 kişiye söz vermiş, hepsini birden ekmeye çalışıyor. Ofis hayatına geçiş yaptığından beri nefret ederek taşıdığı cep telefonu cırıl cırıl çalıyor. Tuttu telefonu bana uzattı ve durumu idare etmemi söyledi. Ben de arayanlara sevdiğim yalanlardan oluşturduğum bir kolaj sunuyorum.
‘‘Topesto bozulan elektrikli battaniyesini tamire götürdü’’ diyorum, ‘‘Manisa'dan çağırdılar, minareden mesir macunu atan adamın yerine geçmesi gerekiyormuş’’ diyorum, ‘‘Çatıya anteni düzeltmeye çıktı’’ diyorum... Veriyorum yalanı anlayacağınız.
Topesto'nun ‘‘seyreltilmiş feminist’’ yeğeni bir süre bizi izledikten sonra: ‘‘Bundan sonra hiçbir söylediğinize inanmam mümkün değil. Hatta, hiçbir erkeğe güvenmem mümkün değil’’ diyerek ortamı terk etti.
*
Topesto, önem verdiği yalanlarını bir sanatçı inceliğiyle söyler. Tek bir yalanın ortaya çıkma ihtimalinin yüksek olduğunu düşündüğünden, ana yalanın etrafını, küçük ve birbirini destekleyen yalanlarla süsler.
Mesela klasikleşmiş ‘‘öküz toplantısı’’na katılamayacak, başka bir operasyon var. Önce ‘‘Sen Burak'ı tanıyordun değil mi?’’ der. Sen ‘‘Hangi Burak?’’ dersin, bu cevap verir ‘‘Hani ilk Amerikan futbolu takımını kurmuştu İzmir'de, o Burak işte’’ der.
Sen haliyle ‘‘Tanımam ben öyle bir insan’’ deyince, devam eder. ‘‘Ağaç budarken yanlışlıkla annesinin en sevdiği kedinin patisini de hafiften uçurmuş. O kedi Saime Teyze için çok önemliydi. Animalia'nın aciline kaldırmışlar. Gitmezsem ayıp olur. Hem Whiskas siparişi de verdiler. Acılı günlerinde onları yalnız bırakamam’’ der.
Yukarıda bahsettiğim olay gerçektir ve detaylarını tam olarak aktaramadığım bu sarsıcı yalan yağmuru karşısında ‘‘Çüş!’’ bile diyemezsiniz.
*
Topesto ofis hayatında yalan söylemediğini söylüyor. Doğrudur, eminim. Bunun doğru olduğunu nereden biliyorum, çünkü bir süredir hiç yalan söylemiyor. Ya rüyasında biri gözüktü buna, ya da bir derdi var.
Fakat yılbaşı gecesi, uzun süreden beri duyduğum en komik yalanı söyledi. Aslında buna yalan denmez, espri denir. Fakat çok komikti.
Yılbaşı için 70 yere söz vermiş. Fakat hiçbirine gitmeyecek. Millet arayıp duruyor, bu da hepsine ayrı bir hikaye uyduruyor. En sonunda büyük ihtimalle gına geldi ve arayanlardan birine şöyle dedi:
‘‘Baba, duymadınız mı? İptal ağbi. CNN Türk altyazı geçip duruyor. Yılbaşı iptal edildi. İlerki bir tarihte kutlayacakmışız...’’
Ben bu kadar iyisini uzun süredir duymamıştım...
HürGerçekler
MALUM, yılbaşında Hürriyet güzel bir ilave de verdi. 1 Ocak gazeteleri ve Bayram tatillerinde çıkan gazeteler hep biraz kuru olur. Hürriyet'in verdiği ‘‘HürPortreler’’ bence harikaydı.
Bu ilavede, Hürriyet yazarları birbirlerini yazdılar. Ve her yazı, hakkında yazılan kişinin 'enteresan' bir fotoğrafıyla birlikte yayınlandı.
İlaveyle ilgili olarak Ertuğrul Özkök bir yazı yazdı ve Serdar Turgut'la beni ‘‘muhafazakár’’ olmakla suçladı.
Ey okur! Gerçekler gizli kalmasın. Tamam, Serdar ve ben diğer fotoğraflara göre daha az atraksiyonlu fotoğraflar çektirdik. Kabul, Sayın Özkök'ün elektrikli testereyle çektirdiği fotoğraf da gayet iyiydi.
Ama ben size burada reddettiği öneriyi söylemek zorundayım. Özkök'ün fotoğrafı boneyle mi çekilsin, testereyle mi tartışması yapılırken ben çıkıp ‘‘Hakikaten orijinal bir şey isteniyorsa, halka karışın’’ dedim.
‘‘Nasıl yani?’’ gibi suratıma baktı. Ben devam ettim: ‘‘Halkla son temasınızın 35 sene önce gerçekleştiği kamuoyu tarafından bilinmekte. Bir belediye otobüsüne binin, halkla görüntüleyelim sizi. Birinci sayfadan da '35 yıl sonra halkla ilk sıcak temas' başlığı ile duyururuz dedim.
Manasını çözemediğim bir ifadeyle 45 saniye kadar suratıma baktıktan sonra güldü, sonra da ‘‘Testereli olsun’’ dedi.
Halk gerçeği bilsin diye yazdım bunu. Kimmiş muhafazakár görün diye!
Yazının Devamını Oku