Kanat Atkaya

Tuhaf bir iddia

9 Mart 2002
GEÇEN Cumartesi, Galatasaray-Göztepe maçını da bahane ederek İzmir'e gidildi. Ne kadar çok özlemişim İzmir'i ben yahu? Zaten İzmir dışında (İstanbul ayrı mesele, memleketimiz) özleyeceğimi düşündüğüm bir kent daha yoktur herhalde.

Bu güzel kente ayak basar basmaz kendimi iyi hissetmeye başlıyorum. Bu iyi hissetme hali dönene kadar sürüyor. Bu sefer Galatasaray yenildiği için pek de iyi hissederek dönmedim ama Göztepe'ye de sempatim olduğundan fazla sarsılmadım.

İzmir'e Cumartesi gütnü gitmenin sebebi belli. İzmir tayfasıyla azılacak. Elemanlar eşlerinden ekstra izin koparmışlar, Ege'nin İncisi alt üst edilecek o gece. Nitekim bir noktada edildi de...

Klasik planımıza ve Alsancak bağımıza sadık kalarak Kalyon'da buluştuk. Kalyon, bildiğimiz Kalyon. Değişmeyen yerleri zaten seviyorum. İki yıl da uğramasan (Allah korusun) muhabbete kaldığın yerden devam edebileceğin bir ambians.

Nedir efendim özelliği, soğuk bira ve iyi müzik. Eh yani, daha ne istiyorsun. Barın ucunda lafladıktan sonra İzmir gecesinde kaybolduk. Nerelere gittiğimizin listesini bir türlü tam olarak çıkaramıyorum fakat çok eğlendik.

İzmir tayfasına bir İstanbul alemi borçlu olarak döndük yani muhitimize. Buraya geldikleri vakit biz de şık bir gece turu tasarlayacağız haliyle.

*

Bu İzmir meselesi anlat anlat tüketilecek bir mesele değil. Bu sebepten kısa keselim. Topesto İzmir'e gelemediği için zaten şişmiş vaziyette. Bir de adamın memleketi ya, ağırına gidiyor tabii ki o burada pineklerken bizim İzmir'den bir gece araklamamız.

Dönüşte ‘‘Sen ne yaptın bu arada usta?’’ diye sordum. ‘‘İddiayı kazandım’’ cevabını verdi.

Topesto biraderimiz, değerli bir başka arkadaşımızla şeklen dünyanın en abuk iddialarından biri gibi gözükse de netice itibariyle hoş bir iddiaya tutuştu.

İddianın nasıl, hangi enteresan diyalogun neticesinde oluştuğu konusunda rivayet muhtelif. İki taraf da birbirini kışkırtıcılıkla suçluyor. Fakat neticede girilmiş böyle bir iddiaya.

Nedir efendim bu iddia. Topesto biraderimiz 10 gün müddetle bira içmeyecek. Eğer içerse iddiayı kaybedecek. Peki ama içmez ise ne olacak. İşte burası güzel: 100 şişe bira alacak.

Bu da demektir ki, haftalar boyu birasız kalınmayacak. İşin ucu bana da dokunuyor. Topesto iddiayı kazanırsa tutup birayı küvete boşaltıp banyo yapmayacak.

İçilecek o kadar bira. Çekirdek ekip olarak dört kişi toplansak bile birkaç haftamızı alır onları tüketmek.

İddia başladığında pek heyecan yaratmadı. Topesto'nun kazanacağından eminiz çünkü. İddiaya girmiş olan eleman da durumun farkında çark etmeye çalışıyor.

Fakat yok öyle bir şey. Bir iddiaya girmişsin, delikanlı gibi sonuna kadar duracaksın iddianın arkasında.

Bizimki hafta bir filan basketbol oynardı. Bu süre içinde kendisini ful basketbola verdi. İddia atıyorum, üç aylık olsaydı transfer teklifi bile alırdı. O kadar iyi çalıştı bu dönemde.

Neticede, benim İstanbul'a döndüğüm gün iddianın son günüydü. Taraflar oturdu, 90 şişe birada karar kılındı. Markete gidildi, biralar alındı ve o saat itibariyle dünyanın en leziz biralarına kavuşulmuş oldu.


Huysuz'la cumartesi


Bu sayfada gayet kullanışlı bir rehber de yayınlanıyor malumunuz olduğu üzere. Nereye gidilsin, ne okunsun, ne izlensin şeklinde hayatı takip ediyoruz.

Ben de size bugün bitmeden yapmanız gereken bir şey söyleyeceğim: Bugün İstiklal Caddesi üzerindeki Cumhuriyet Kitap Kulübü'nde saat 16:00-18:00 arasında Huysuz'la buluşma şansınız var.

‘‘Oğuz Aral'la görüşüyorsun, sen ne ballı adamsın. Biz de görmek istiyoruz’’ diyenlere bu duyuruyu yaparak büyük bir güzellik yaptığımın da farkındayım.

Karikatürcüler Derneği'nin düzenlediği söyleşide Huysuz ‘‘Cemal Nadir'den Gırgır'a, Gırgır'dan bugüne Türk Karikatürü ve Mizah Dergiciliği’’ başlıklı bir konuşma yapacak. Daha doğrusu söyleşinin basın duyurusu böyle diyor.

Ama benim bildiğim Oğuz Ağbi, ne isterse onu konuşur. Öylesi daha güzel oluyor zaten.

Bakın arkadaşlar benden size bir tavsiye. Bu cumartesi için planladığınız bir sürü zırvalık vardır, eminim.

Fakat sizin yerinizde olsam, bu fırsatı kaçırmam. Zırvalık her zaman bulunur. Ama Huysuz'u öyle her zaman göremezsiniz tamam mı?
Yazının Devamını Oku

100 bin dolarlık banknotun üzerinde kimin resmi var

8 Mart 2002
NICK Hornby'nin mükemmel bir kitabı vardı ‘‘High Fidelity’’ diye. Buralarda yayınlandı mı, vallahi bilemeyeceğim. Ama geçen sene filmi gösterildi sinemalarda. Hani John Cussack oynuyordu. Her neyse, bu kitapta sevdiği kadın tarafından terk edilen, kendisini sefil hisseden bir plak dükkanı sahibinin öyküsü, inanılmayacak derecede komik anlatılıyordu.

Kitabın kahramanını sevmemin pek çok nedeni vardı. Ama en önemlisi liste tutkusuydu. Popüler müzik bilgisi normalden biraz fazla olanlarda zaten bulunduğuna emin olduğum bu tutku bende anormal derecededir.

İlk listelerimi ortaokul yıllarında yapmaya başladım. Her çarşamba gecesi BBC World Service'ten Top 20 listesini dinliyor, bu listeden beğendiğim şarkıları seçerek, Nişantaşı'nın en hızlı 45'lik getiren dükkanı Cemre Müzik'te Hayrullah Abi'nin yanında alıyordum soluğu.

Sonra o plaklar getiriliyordu ve ben de bu çabam sayesinde bedavadan o şarkıları kaydedebiliyordum.

Sonra Billboard'dan ABD listelerini, Melody Maker'dan da Büyük Britanya'yı takip etmeye başladım. Pek ciddiye almadığımız Hollanda, Almanya, Japonya listelerini filan da tırmalıyorduk fakat asıl hastalığımız ABD ve İngiltere'ydi.

Yavuz Aydar, TRT 3'te belli aralıklarla Billboard Listeleri programı yaptığında zevkten dört köşe olurduk.

Kendi listelerim de vardı tabii ki. En sevdiğim şarkıları sürekli listeliyordum zaten. Fakat bir de detaylı listeler vardı.

Mesela, ‘‘En iyi gitar sololu parçalar listesi’’, ‘‘En iyi Led Zeppelin (Veya Wishbone Ash, Uriah Heep, Deep Purple, Grandfunk Railroad, sayın işte aklınıza ne geliyorsa) şarkıları listesi’’, ‘‘En uzun davul soloları listesi...’’ Böyle uzayıp giden bir listeler defterim vardı.

* * *

Uzun lafın kısası ‘‘High Fidelity’’nin sefil kahramanına, ‘‘Terk edilme durumunda dinlenecek şarkılar’’, ‘‘En iyi cenaze şarkıları’’ gibi detaylı listeler yaptığı için kanım ısınmıştı.

Liste tutkumu herhalde özetleyebilmişimdir. Durumu netliğe kavuşturduğumuza göre asıl meseleye gelelim. Geçen bayram, bir arkadaşımı ziyaret ettim.

Kitaplığını karıştırırken, karşıma bir anda ‘‘The Book Of Lists’’ diye bir kitap çıkınca aklımı kaybediyordum.

487 sayfalık kitapta, aklınıza gelebilecek her konuda yüzlerce liste vardı. Arkadaşıma yalvaran gözlerle bakıp, ‘‘Ne güzel bir kitabınız var’’ dedim. Cevap olarak sadece ‘‘Alabilirsin’’ dedi.

O dakikadan itibaren kitapla yatıp kitapla kalktığımı söyleyebilirim.

Kitapta şöyle listeler var: ‘‘Bakir ölen 7 ünlü erkek’’, ‘‘Küvette gerçekleşen 15 ünlü hadise’’, ‘‘En çok ısıran 9 köpek türü’’, ‘‘İnsanoğlunun en büyük 14 korkusu...’’

Mesela, çoğumuz 100 dolardan büyük Amerikan Doları banknotu görmemişizdir değil mi? Hatta en büyük dolar banknotunun 100 dolar olduğunu düşünenlerin sayısı bir hayli fazladır.

Söz konusu kitapta, en yüksek 5 dolar banknotu ve üzerinde kimlerin portrelerinin bulunduğunu gösteren bir liste var.

Bu banknotlar ortalıkta dolaşmıyor tabii ki. ABD'de birine çıkarıp 100 bin dolarlık banknot uzatsanız, FBI başta olmak üzere herkesi başınıza toplarsınız zaten.

* * *

Lüzumsuz bilgilerden hoşlananlar; hazırsanız verelim listeyi...

1- 100.000 (Yüzbin dolar) Woodrow Wilson (ABD'nin 28'inci Başkanı)

2- 10.000 (Onbin dolar) Salmon P. Chase (1861-1864 arası Hazine Sekreteri)

3- 5.000 (Beşbin dolar) James Madison (ABD'nin 4'üncü Başkanı)

4- 1.000 (Bin dolar) Grover Cleveland (ABD'nin 22 ve 24'üncü Başkanı)

5- 500 (Beşyüz dolar) William McKinley (ABD'nin 25'inci Başkanı)
Yazının Devamını Oku

Kim yendi?

4 Mart 2002
Dün gece Galatasaray'ı kim yendi, bilmek ister misiniz? Tabii ki Göztepe yendi de, Göztepe'de kimler var, ona bakalım... Kaleci Bora, alt yapıdan yetişme, gencecik bir oyuncu. Majdan cezalı olduğu için forma şansı bulmuş. Hoş, Galatasaray bu pırıl pırıl genci üzecek hiçbir şey yapmadı. Pozisyonu yok Galatasaray'ın pozisyonu... Neyse, Tayfun da Göztepe'nin alt yapısından... Mustafa Özkan tanıdık bir isim. Beşiktaş, Kocaeli, Almanya Üçüncü Ligi, gezdi dolaştı, Göztepe'ye geldi. Zafer Biryol harika bir çocuk. Şeker'den gelmiş. Erkan Sözeri yıllarca Gençlerbirliği ve Fenerbahçe'de oynamış bir isim. Galatasaray'ın inanılmayacak derecede boş bıraktığı sol tarafı hallaç pamuğu gibi atan, izlerken yorulduğum Göksel Akıncı, İstanbul Büyükşehir Belediyespor'dan, Servet Çetin, Kartal'dan gelme. Emre Günsar, Kombassan Konya'da oynamıştı. Mehmet Onur da Göztepe'nin yetiştirdiği bir oyuncu. Cumhur Bozacı, İstanbul Büyükşehir Belediyespor'dan gelmiş. Gencecik bir yetenek olan ve oyunda kaldığı sürece Galatasaray'ı çok güzel zorlayan Korhan Öztürk yine Göztepe'nin bir evladı. Şimdi şu isimlere baktığınızda hemen hepsinin adını daha önce duymadığınızı düşünüyorsunuz, değil mi? İşte bu çocuklar çıktılar Galatasaray'ın karşısına, gerektiğinde kapandılar, gerektiğinde açıldılar. Ve Türkiye'nin en 'fiyakalı' takımının façasını bozuverdiler.

SADECE MONDRAGON

Yanımda oturan arkadaş, ‘‘Galatasaray'da iki yıldız verilecek futbolcu var mı?’’ diye sorduğunda, tuhaf ama Mondragon'dan başka bir isim gelmedi aklıma. Galatasaray'dan bahsedip, Göztepe'nin hakkını yemek istemiyorum. O yüzden yine Göztepe'den devam edelim. Galatasaray'dan daha isabetli pas yaptılar, Galatasaray'dan daha hızlı oynadılar ve açıkçası maçı kazanmayı Galatasaray'dan çok daha fazla arzuladılar. Helal olsun demekten başka çare yok. Ben de zaten maç çıkışında bir Göztepe atkısı aldım, onu taktım boynuma. Allah'tan Göztepe de sarı kırmızı...
Yazının Devamını Oku

İlk hedef İzmir

2 Mart 2002
RİKO Paşa, sonunda ses verdi. Bir akşam, her zamanki gibi beklenmedik bir anda aradı ve en kibar, en sevecen ses tonuyla sordu: ‘‘N'aber lan öküz, n'apıyonuz?’’ Sevgi insanı işte. Merak edenler için buradan duyuralım daha rahat olur. Sistemini oturtmuş arkadaş. Detay almadık, biz buradaki detayları iletmekle yetindik.

Aynı akşam, Topesto biraderimizin tesislerini ziyaret ettik. Maksat iki bira atıp bir şeyler yemek, belki bir de film patlatmak.

Topesto'nun aynı şeyi yiyerek yaşamak gibi bir takıntısı var. Yani, kabul ediyorum, bu hepimizde biraz var. Fakat Topesto, yaklaşık bir aydır filan aynı pizzacıdan besleniyor.

Geçen buluşmamızda, ‘‘Niye hep aynı pizzayı söylüyorsun? Bari malzeme değişikliği yap. Suratın 'klasik pizza'nın şeklini almaya başladı. Göz kapaklarının üzerinde mantar, yanaklarında jambon parçacıkları beliriyor’’ şeklinde bir eleştiride bulundum.

Ağırına gitmiş belli ki. Bu son gidişimde, birayı uzatırken, ‘‘Al bakalım, seç neyi seçeceksen’’ diyerek mönü uzattı. Benim sözlerimden sonra pizzacıyı aramış ve mönü istemiş.

Herifin evinde bir İtalyan lokantasının mönüsü duruyor şu anda. ‘‘Ücrete servis dahil mi?’’ diyecektim vazgeçtim. Çünkü gözünde hafiften bir dönme sezdim arkadaşın.

*

Ben istediğim pizzayı seçtim, ‘‘Sen ne seçeceksin?’’ diye sordum, ‘‘Aklıma bir şey gelmiyor, ben yine aynısını söyleyeyim’’ dedi. Hakikaten delirtir insanı.

Pizzalar geldi, Riko Paşa'nın son durumu üzerine geyik yapıldı, sonra da belki 20'nci kez ‘‘Rezervuar Köpekleri’’ seyredildi.

Ben artık diyalogları ezberlemiş durumda olduğumdan, bazı sahneleri geçip sadece favori sahnelerimi seyretmek istedim. Topesto bu iseğimi şiddetle kınadı.

Bana kalsa, 5'er kez Michael Madsen'in rehin aldığı polis memuruna ‘‘Stuck In The Middle With You’’yu dinleterek ızdırap çektirdiği sahneyi ve Madonna'nın ‘‘Like A Virgin’’ şarkısıyla, ABD'deki kadın garsonlara bahşiş verme problemi üzerine restoranda yapılan geyik sahnesini seyredeceğim.

Ama yine baştan sona güzel güzel seyrettik.

Ben bombayı eve uzamak üzere ayağa kalktığımda patlattım: ‘‘Ben cumartesi İzmir'e gidiyorum...’’

Şimdi bu kadar basit bir cümlenin, iki kişi arasında ‘‘bomba etkisi yaratması’’, tabii ki sizlere tuhaf gelecek, ‘‘Ne kadar sefil ve renksiz bir hayatları var ki, basit bir şehirlerarası yolculuğu heyecan meselesi yapıyorlar’’ dedirtecek.

Bir noktaya kadar haklısınız.

*

Fakat İzmir konusu, kalbimizde derin bir yaradır. Buluşup iki sokak ötedeki sinemaya gidemeyen insanların İzmir'e gidebilmeleri büyük bir meseledir bir kere.

Aylardır planladığımız İzmir seyahatini, birbirinden absürd nedenlerle gerçekleştiremiyoruz. Gidemeyiş nedenlerimizi şuracıkta saysam, gözyaşlarına boğulup karanlık sokaklarda kaybolmak istersiniz.

Ben İzmirli değilim fakat İzmir'de çok sevdiğim arkadaşlarım var. Topesto ise İzmirli. Bu arada Riko da İzmir'den itina ile seçilmiş ve İstanbul'a postalanmış tiplerdendir.

Klasik olarak perşembe günleri yapılan ve katılımcı sayısı ikiye düşse bile muhakkak gerçekleştirilen ‘‘öküz’’ toplantısını, bir grup arkadaş aynen İzmir'de yapıyor.

Arada bir İzmir'le canlı bağlantı kurulduğu da oluyor cep telefonu türü cihazlarla.

Fakat nedense bir vakit verdiğimiz söz tutulamıyor ve İzmir'e gidilemiyor.

Böyle bir Ege'nin incisine varamama, Topçular'da çöp şiş, ara sokaktaki balıkçıda ‘‘zahmetsiz’’ yiyememe, Eko yahut Kalyon'da biralanamama durumumuz var aylardır.

*

Neyse işte, ben öyle şakkadanak, İzmir'e gideceğimi söyleyince Topesto ‘‘Hadi be, sallama!’’ dedi.

Ben de ‘‘Budur transportasyon belgem birader’’ diyerek bileti burnuna dayayıverdim.

O dakika ikna olmak durumunda kaldı. ‘‘Niye gidiyorsun?’’ dedi. Ben de ‘‘Cimbom nerede biz oradayız’’ şeklinde cevap verdim.

Pazar günü Göztepe ile oynayacak ya Galatasaray, ben aradan İzmir özlemimi de çıkarmış olacağım.

Oradaki ekip direkt organize oldu zaten. Bundan sonrası Topesto'ya kalmış. Çaresizlikten rengi döndü zaten.

Durumumuz budur. Eko'ya mı, Kalyon'a mı gidilecek. Şimdi hayattaki tek meselemiz budur. Acaba Punta'da ne var bu gece. Neyse bugün hepsini İzmir'de öğreneceğiz.
Yazının Devamını Oku

Necefli Maşrapa'yı bile özlemişiz

1 Mart 2002
GEÇEN hafta, ‘‘70 model TRT kanalı isterim’’ diyerek durduk yere başımıza iş açma konusundaki merakımızı göstermiş ve söz konusu yazıyı, ‘‘Ortada kek gibi kalmak da var ama, yazdık bir kere. Haydi hayırlısı’’ diyerek noktalamıştık.<br> Sağolun, varolun gelen e-mail'lere bakınca ortada kek gibi kalmayacağımızı net bir şekilde anladık.

Önce geçen haftaki yazıyı okumamış ve şu anda büyük ihtimalle ‘‘Neden bahsediyor bu adam yahu?’’ diyenlere geçen bölümün özetini verelim.

Efendim, TRT'nin tek kanal olduğu günlerde yayınladığı, benim de dahil olduğum bir kuşağın hayatını direkt etkilemiş dizilerin yeniden yayınlanmasını istiyoruz.

İstemekle kalmıyoruz. Yüzsüzlük ederek, yöntem filan da öneriyoruz. TRT'nin 7 kanalından bir tanesi, sadece akşam saatlerinde veya, hafta sonlarında versin Petroçelli'yi, Bonanza'yı, , Kayğısızlar'ı, Arsen Lüpen'i, Martı Adası'nı bünyeye diyoruz.

Belli bir reyting garantisi verebileceğimizi de sözlerimize eklemeyi ihmal etmiyoruz.

* * *

Memlekette aklını bu işlerle bozmuş tek kişi elbette ben değilim. Okurlardan inanılmaz derecede güzel öneriler geldi. Onlara sonra geçeceğim.

Çünkü önce, gelen mail'ler içinde, diğerlerinden farklı bir destek var. Onu okuyun. Bu e-mail, TRT'den Sorumlu Devlet Bakanı Yılmaz Karakoyunlu'dan. Yani meseleyi çözebilme ihtimali olan birinden... Tıraşı kesiyor ve mail'e geçiyoruz...

‘‘Sayın Atkaya,

Bugünkü köşe yazınızı TRT'ye ayırdığınız için teşekkür ederim. Temas ettiğiniz konular, bugün 35 yaşın üzerindeki yurttaşlarımızın ilgiyle izledikleriydiler. O tarihlerde TRT 'tek tabanca' idi; bütün ilgi ve takdirleri topluyordu.

Baştka tür programlar sunması da mümkün değildi; izleyicilerinin bilgi, kültür ve zevkleri seviyesiz programlara karşı büyük tepkiler ile dikkat çekerdi.

O tarihler tek kanal olması seviyesini koruma noktasında çok önemli bir sınırlayıcılık taşıyordu.

Bugün bu seviyeyi tutturmak maalesef mümkün değildir. 20 yılda çok şey değişmiş ve özel televizyonların reyting merakıyla başlayan yayın disiplinsizliği TRT'yi de etkilemiştir.

TRT yasası ve yayın ilkeleriyle belirlenen disiplininin sürdürülebilmesi için yeni bir anlayışın hakim kılınması gerektiğine inanıyorum.

İşaret ettiğiniz hususlar TRT yönetiminin yayın ilkelerine uygun program ciddiyeti ile sağlanabilir.

Örneğin Türk musikisi politikasını belirlemek ve uygulamak sorumluluğu TRT'nindir ama, maalesef kesin yasağa rağmen 'arabesk' tercihini ön plana çıkaran müsamahalar dikkat çekmektedir.

TRT kanallar çokluğu, isabetli düzenleme ile belirttiğiniz türde program ciddiyetini uygulamaya müsait hale getirilebilir.

'Beyaz Gölge' örneği, sadece bir 'hiss-i tahattür' (Şimdi buna nostalji diyorlar) değil, aynı zamanda ciddi program sorumluluğuna da vesile olabilir.

Yılmaz Karakoyunlu-TRT'den Sorumlu Devlet Bakanı.’’

* * *

Sayın Yılmaz Karakoyunlu'nun konuyu ciddiye alıp görüş belirtmesi hakikaten sevindirici. Ankara Türkçesi'ni az çok sökebiliyorum. Anladığım kadarıyla Sayın Bakan ‘‘İstediğiniz şey imkansız değil’’ diyor.

Şimdi yapılacak şey bana yolladığınız e-mail'leri, sayısını artırarak TRT'ye yollamak. TRT'nin web sayfasına ‘‘www.trt.com.tr’’ yazarak gidilebiliyor. Adres farklı aslında ama, böyle yazınca da oraya yönlendiriliyorsunuz.

Sonra sayfanın sağ alt köşesinde ‘‘e-mail’’ yazan yere tıklıyorsunuz. Bir form çıkıyor. Derdinizi yazıyor ve yolluyorsunuz.

Ortak slogan kullanmakta fayda var: ‘‘70 Model TRT Kanılı İsterim’’ yazın bence.

* * *

Gelelim önerilere... Klasik dizilere ilgi büyük. En çok istek alanlar: Bonanza, Kaygısızlar, Baretta, Petroçelli, Komiser Kolombo, Martı Adası, Mavi Ay ve Arsen Lupen.

Bir okur, eski müzik programlarını istiyor. Ama o konuda hizmet veren bir kanal zaten var. Klasik TRT koroları hala izlenebiliyor.

Bir okur 70'lerle sınırlamayalım mesela yakın dönemde gösterilen ‘‘Kuzeyde Bir Yer’’ de iyiydi diyor. Biz önce TRT'yi ikna edelim, programlara onlar karar versin bence.

En sıkı öneri ise Bulancak Lisesi Resim Öğretmeni Salih Temiz'den geldi. Salih Temiz'in ‘‘Necefli Maşrapa’’yı göresi gelmiş. Bir de ‘‘Arıza Var Lütfen Bekleyiniz’’ yazısını...

Görün bakın millet ne hale geldi dandik televizyon kanalları yüzünden. Necefli Maşrapa'yı özleyen bile var...
Yazının Devamını Oku

Güzeldi ama...

27 Şubat 2002
<B>DÜN </B>gece 7 dakika dünyanın en büyük mutluluklarından birini yaşadık. Biz bu mutlulukları yaşamaya yabancı sayılmayız. Ama hakikaten çok güzeldi. Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final yolunda bütün takımlar zorlanıyor. Galatasaray da bu takımlardan birisi. Dün geceki maçı kazansa, büyük ölçüde rahatlayacaktı. Ama olmadı... Eğrisi doğrusuna denk gelip de galibiyeti sağlayamadı. İlk yarı kaçan gollere mi yanacaksınız, 1-0 öne geçtikten 7 dakika sonra yenen gole mi yanacaksınız, şaşıyorsunuz. Roma, Barcelona'yı yenerek, grubun üstüne tırmandı. Bundan sonra yakalanması gereken bu iki takımla yapılacak maçlar var. Roma'yı orada yenmek pek kolay değil. Uğur yapmayı sevdiğim için, içimden geçen skoru veya bütün maçlar tamamlandıktan sonra grupta oluşacak puan tablosunu tahmin edecek değilim.

KORA KOR MÜCADELE

G.Saray'ın her maçta beraberlik alması, büyük bir talihsizlik. İlk iki maçı ve dün geceki karşılaşmayı hiçbir G.Saray taraftarı, kolay kolay unutamayacak. Bir taraftar olarak göğsümü kabartan tek şey, bu kadar eksiğe rağmen, neredeyse tam kadro gelen Liverpool ile kora kor bir mücadele sergilemesiydi. G.Saray'da, ilk kez ilk 11'de maça çıkan Niculescu'nun gol atması muhakkak çok sevindirici. İki takım da mükemmel bir futbol oynamamış olabilir. Fakat dün gece Mecidiyeköy semalarında futbol ruhu dolaşıyordu.

Bu maçtan çıkarılacak tek bir ders var aslında... Bakın arkadaşlar, bir tane Galatasaray var. Bunun arkasına bir takım daha koyabilir misiniz, koyamaz mısınız? Bunu düşünmenin vakti çoktan geldi geçiyor. Bunu bir düşünelim?
Yazının Devamını Oku

Anormal...

24 Şubat 2002
Dün geceki maç üzerine şöylenecek o kadar çok şey var ki. Önce içimizden gelenleri söyleyelim. Sonra maçtan bahsedelim. G.Saray, suçu belli olmadan hüküm giymiş insan muamelesi görüyor. Nasıl olduysa bilmiyorum. Yaratılmış bir sabıka dosyası var. Ne yapmış da sabıkalı olmuş, o da belli değil.

Ha, aslında belli. Sen 4 sene üst üste şampiyon olursan, değil bu memleket sınarlarından içeri girmiş, Almanya'dan ötede hiçbir ülkenin görmediği UEFA ve Süper Kupa'yı kazanmışsan, oyuncuların Avrupa kulüpleri tarafından kapış kapış götürülüp, rakiplerin de kışkançlıktan çatlar.

G.Saray, bu sene ligdeki ortalama bir takımın bütün sezonda yiyeceği tekmeyi 10 maçta filan yedi. Fakat bakıyorsunuz, en hırçın takım G.Saray, en çabuk kart gören futbolcular G.Saraylı futbolcular. El insaf!

TEKME VE MARKAJ

Maça gelirsek... G.Saray'ı zor durumda bırakmanın metodu belli. Sıkı markaj yapacaksın ve tekmeyi bakasaksın. G.Birliği'de bunu ligdeki diğer takımlar gibi, başarıyla uyguladı. G.Saray'ın Arif ile bulduğu erken gol tribünleri rahatlattı. F.Bahçe maçında gösterilen kırmızı kartları hazmedemeyen tribünler, dün gece maça ellerinde kırmızı kartlarla gelmişlerdi. Arif'in golünden sonra o kartlar kalktı, yani tribün rahatladı.

Fakat hakem ne yaptı etti, gazı alınmış tribünü çileden çıkartmayı başardı. Ondan sonrası Ümit Karan'ın neredeyse sıfırdan attığı ve tek başına yarattığı gole kadar kaotik bir ortamdı. Hemen sonra üçüncü gol geldi. Ve her şey en azından dün gece için normala döndü. Fakat 3-1'lik galibiyet G.Saray için ligde her şeyin normal gittiğini göstermiyor. Yemezler canım. Çünkü her şey anormal.

Neler mi anormal? Kararlardaki çifte standart anormal. G.Saray'ın oynadığı futbol (kabul edelim çok da iyi oynamadı) anormal. Bir takımın kadrosunun bu kadar hızla azalması (azaltılması?) anormal. Bu kadar anormalliğin içinde G.Saray'ın yoluna devam etmesi de anormal gözüküyor. Eh bu da anormal..
Yazının Devamını Oku

Bugün bayram bir kaşık ayran

23 Şubat 2002
BUGÜN bayram. Şimdi, yazdığım ilk cümleye bir süre manasız manasız baktım. Çünkü bu yazıyı salı günü yazıyorum ve bayram henüz başlamamış.
Fakat Galatasaray-Liverpool maçına gideceğim için, cumartesi çıkacak yazıyı salı gününden yazmak durumundayım.

Hangi yazıyı ne gün yazdığımın sizleri zerre kadar ilgilendirmediğini biliyorum ama olaya bir anda tuhaf bir şekilde yabancılaştım işte.

Her neyse... ‘‘Bayram tatili, bayram kutlamaları ne kadar değişti. Nerede o eski bayramlar birader’’ muhabbetinden zaten bayılmış vaziyetteyim. Böyle yazılmış bir yazı daha okuyamayacak haldeyken, bir benzerini yazmam da mümkün değil.

Benim de özlediğim şeyler yok mu, tabii ki var? Ama ama zaman değişti, Çelik de değişti (Hayatımda yaptığım en kötü esprilerden biriydi, samimi bir şekilde özür diliyorum).

* * *

Bayram klasiklerini sayıp, ‘‘Artık kimse bunları yapmıyor. Artık kimse bunlarla ilgilenmiyor’’ türü hayıflanmaları başkalarına bırakalım ve size İstanbul için alternatif bayram programı yaratalım.

Mühim ziyaretlerin ilk gün tamamlandığını düşünürsek, bugün önünüzde bomboş bir gün olması lazım.

Riko biraderimiz buradayken, Topesto'yu da alarak uyguladığımız ve kış dönemi çalışma programımıza muhakkak dahil ettiğimiz planı paylaşayım ben sizlerle.

Boş bir gün için idealdir. Biz bu planı genellikle kışın ve hafta içi uygulardık. Hálá uyguluyoruz da Riko burada değil. İki herif başbaşa çekilecek bir program da değil.

Üç kişi olduğumuzda daha keyifli oluyordu. Fakat program çiftler ve çekirdek aile ekipleri için gayet uygundur.

Biz nasıl uyguluyoruz programı onu anlatayım, siz kendinize uyarlarsınız artık.

* * *

Sabah beni genelde Topesto uyandırıyor böyle günlerde. Ben de aynen Riko'ya çakıyorum telefonu. Gerekli irtibat sağlandıktan sonra benim evde buluşmak üzere sözleşiliyor.

Önce Topesto, sonra, ama hakikaten çok sonra Riko geliyor. Kahve içiliyor. Daha hayata hazır olunmadığından ilk 20 dakika hiç konuşulmuyor, sadece uzaklara bakılıyor.

Sonra 118 aranıyor. Şehir Hatları'nın telefonları alınıyor. Hiçbir seferinde o telefonu kaydetmek gibi pratik bir hadiseyi gerçekleştiremediğimizden, her operasyonda 118 muhakkak aranıyor.

Bu zorlu operasyonun ardından Şehir Hatları'ndan Sirkeci-Adalar vapurlarının saatleri öğreniliyor.

İstikamet belli: Bekle bizi güzel Burgaz, rakını içmeye geliyoruz!

* * *

Vapurda kıçüstüne oturuyoruz. Riko ve Topesto gazete okumaya çabalıyor. Çabalıyor dememin sebebi rüzgardan dolayı, sayfalar üzerinde hakimiyet kuramamaları. Ben daha akıllı olduğum için, kitabımı okuyorum.

Riko, muhakkak salep içiyor. Biz Topesto ile salep karşıtı değiliz fakat, Riko Paşa gibi vapur yolculuklarında illaki salep içilmesi gerektiğine inanmıyoruz.

Burgaz'a iner inmez, ilk işimiz iskelenin hemen yakınındaki Sait Faik'in heykeline selam çakmak oluyor. Sait Faik'e bağlılıklarımızı sunduktan sonra sağ tarafa kırıyoruz dümeni.

Bu yıl gitmek nasip olmadı ama eminim yerinde duruyordur Fulya Restoran. Direkt bu güzel mekana yazılıyoruz. Hep kış mevsiminde ve hep alakasız günlerde gittiğimizden Fulya boş oluyor. Hem, biz zaten boş Fulya seviyoruz.

Cam kenarında faça bir masaya kuruluyoruz. Dışarıda deniz kabarmış, nasıl güzel gözüküyor. İstanbul 'o dakka' uzakta bir yer oluyor.

* * *

Rakı söyleniyor. Riko her zamanki gibi bütün mezeleri yemek istiyor. Fakat Topesto ve ben mantığı ve muhasebeyi temsilen zor kullanarak da olsa bu muhterem biraderimize engel oluyoruz.

Mekan boş olduğu için hem müziğe, hem açık olan TV kanalına müdahale edebiliyoruz. Bu duruma bayılıyoruz.

Hayattan bir gün araklamışız ya, keyfimiz acayip yerinde. Her şey konuşuluyor, hayaller ipe diziliyor, belki 100'üncü kez aynı anılar anlatılıyor.

Rakı şişesi bitince, terbiyesizlik edilip yenisi istenmiyor. Vapur saatinden başka bizi bağlayan herhangi bir şey yok.

Vapur vakti yaklaşınca Fulya'ya eyvallah deniliyor, Sait Faik'e eyvallah deniliyor ve şehre dönüş için Şehir Hatları'nın güzel isimli vapurlarından birine kapak atılıyor.

Riko dönüşte salep değil, sade Türk kahvesi içiyor.

Herkese güzel bayramlar.
Yazının Devamını Oku