GRİP harbiden ağır çaktı. Geçen haftanın önemli bir bölümünü fragman şeklinde hatırlıyorum. Hastalık ilk yoklamayı çektiğinde Topesto'yu aradım.
‘‘Birader, durum böyleyken böyle. Hafiften titreme filan geliyor. Ne kullanayım ben şimdi?’’ diye sordum.
Topesto'nun tıp eğitimi filan yok. Fakat benden bir hafta önce grip buna bayağı faullü bir şekilde girmişti. Ama üç günde toparladı. Bir yerde ‘‘know-how’’ satsın bana diye arıyorum. Nasıl devirmiş gribi, ne ilacı kullanmış?.. Bir işe yarasın!
‘‘Kardeş, vaziyet poyraza çevirmeden senin şu ilacı alman lazım’’ dedi. İlaç dediği şey, insanı çok afedersiniz aptallaştıran bir şey. Bir içiyorsun, sonra lobotomi olmuş gibi geziyorsun ortada.
Hasta adam ne yapar, yatar dinlenir değil mi? Ben de öyle yapayım dedim. Kanape Adam pozisyonuna geçtim, televizyon seyrediyorum. Ama bu arada sürekli uyuyorum, uyanıyorum... Hayat bölük pörçük devam ediyor. Arada ateşin de etkisiyle televizyona bakıp, ‘‘Merhaba Bart Simpson... Merhaba Homer...’’ filan diyorum.
*
Bu vaziyette iyileşmeye çalışırken telefon çaldı. Tanımadığım bir numara gözüktü cep cihazının ekranında. ‘‘Yes’’ dedim açtım.
Karşı taraf, bir telefon görüşmesi için son derece abuk bir cümleyle başladı konuşmaya ‘‘Aksaray'dayım, sen neredesin?..’’
Tam, ‘‘Aksaray'da değilim’’ deyip çot diye kapatacakken telefonu, sesi tanıdım: Riko...
Riko arayıp, ‘‘St. Martin'deyim veya Trafalgar Square'deyim’’ diyebilir. Ama Aksaray'da olmasını beklemiyoruz. Çünkü biraderimiz Londra'da olmalı. Aksaray'la Soho birbirini kardeş semt ilan etmediyse, bu işte bir acayiplik var demektir.
‘‘Riko... Sen misin usta! Aksaray'da ne yapıyorsun, dalga mı geçiyorsun’’ dedim.
Daha doğrusu böyle dediğimi sandım. Grip nedeniyle timsahla ayı arasında bir ses çıkarabildiğimi unutmuşum.
‘‘Ne biçim ses be o?’’ dedi Riko. ‘‘Oğlum hastayım evde yatıyorum. Sen harbiden neredesin?..’’ dedim.
‘‘Harbiden Aksaray'daydım diyebileceğim sana. Çünkü araç hareket halinde ve Taksim'e doğru geliyorum. Aha Unkapanı Köprüsü’’ diye cevap verdi.
‘‘Topesto'ya haber verdin mi?..’’ diye sordum. Haber vermeye çalışmış ama Topesto'nun telefonu kendi deyişiyle ‘‘Aradığınız kişi sizi iplememektedir, istersen sonra dene güzelim’’ pozisyonundaymış.
*
Yaklaşık bir yıldır Büyük Britanya'da bulunan Riko normalde bir ay önce gelecekti. Fakat bir takım arızalar çıktı ve eleman gelişini mecburen erteledi. Kesin geleceği tarihi bilmiyorduk.
Neyse, tıraşı keselim... ‘‘Birader benim durum yaş. Grip iki çakıyor, bir sayıyor. Geleceğini önceden niye haber vermedin? N'etçen sen şimdi’’ dedim.
‘‘Vazife icabı geldim bir bakıma. O yüzden otelde kalacağım. Otele yerleşeyim, kahvede buluşalım’’ dedi.
‘‘Hastayım diyorum ya! Kahveye filan çıkamam’’ dedim. Kahve dediği normal şartlar altında takıldığımız bar. ‘‘Gel, ıhlamur söyleriz sana, kuşburnu söyleriz, karışık bitki çayı söyleriz, sütlü granül kahve söyleriz...’’ diye gaza getirdi.
‘‘Sütlü kahve deyip terbiyesizlik etme. İçeceksek delikanlı gibi içeriz kahvemizi... İyi lan, geliyorum’’ dedim, kalktım.
‘‘Kalktım’’ diye yazmak kolay tabii. Bu kalkma hadisesi bayağı bir vakit aldı. Kutuplara giden kaşifler gibi giyindim ve çıktım. Şimdi eleman kalkmış Londra'dan gelmiş, gitmesek yanlış olur...
*
Ben gittiğimde bu kahveye ulaşmıştı. ‘‘Ohh! Rakı be!’’ dedi. ‘‘Yaaa rakı!’’ dedim ve bir çay söyledim.
Adamı bir yıl görmeyince, çok değişeceğini düşünüyorsun. Ama aynı Rİko işte. Biraz göbeği eritmiş.
‘‘Var mı değişik bir hadise’’ dedim. ‘‘Yok, sizde var mı?’’ dedi.
‘‘Ancinsan’’ dedim, ‘‘Ancinsan var...’’
‘‘Ancinsan ne be?’’ dedi.
‘‘Kedi... Topesto sokakta bulup aldı. Küçük...’’ diye cevap verdim.
‘‘Tekir mi?’’ dedi.
‘‘Öyle bir şey, görürsün Topesto'ya gidince’’ dedim.
‘‘Başka?..’’ dedi.
Şöyle bir kafayı yokladım, hakikaten Ancinsan'dan başka bir şey yok. ‘‘Vallahi yok usta bir değişiklik’’ dedim.
‘‘İyiymiş o zaman’’ dedi.
Sonra Topesto geldi, sonra diğer elemanlar...
Muhabbet, bir yıl önce nerede kaldıysa oradan devam etti.