Kanat Atkaya

Göz ve kulak

18 Mayıs 2003
Ali Sami Yen Stadı dün gece göz olmuş Galatasaray'ı seyrediyor, kulak olmuş Ankara'yı dinliyordu. Şampiyonluk yolunda kendi yakaladığı fırsatları sahasında harcayan Galatasaray, artık umudunu başkalarına bağlamıştı. Tribünde en popüler kişiler transistörlü radyo sahipleriydi. Millet bir yandan maça bakıyor, bir yandan da yanındaki radyo dinleyenleri dürtüklüyordu;

- Kaç kaç?

- Gençler attı mı?

- Gençler’den kimi atmışlar?

- Kim bastırıyor?''

Gecenin en çok kurulan cümleleri bunlardı.

Bu iş bitti artık

Beşiktaş son iki haftaya her manada avantaj sahibi olarak giriyor. Hatta şu dakikadan sonra matematik hesabı filan da yapılmaz. Beşiktaş şampiyonluğunu ilan etti diyebiliriz. Bir Galatasaraylı olarak tabii ki üzgünüm. Ama bir futbolsever olarak haftaya İnönü Stadı'nda çok güzel ve çok heyecanlı bir maç seyredeceğim için de sevinçliyim.

Biraz da dün geceki maçtan bahsetmek gerekiyor herhalde. Ankaragücü temiz futbol oynadı. Son noktaya topu taşımayı beceremedi ama G.Saray'ın defans hattını zaman zaman hırpaladı. Bu anlarda Mehmet Polat devleşti ve gecenin yıldızı olmayı haketti.

Galatasaray maçın genelinde deyim yerindeyse, tek kale oynadı. Attığının belki 3 mislini kaçırdı. Falan, filan... Dün gece futbol değil, skor takip edildiği için açıkçası oyunun güzelliğiyle ilgilenen de yoktu.

Bu lig bu sıralamayla biter. Biz de seneyi iple çekeriz. Bizi bekleyen - futbol açısından- ‘‘Susuz yaz’’ umarım herkes için kolay geçer.
Yazının Devamını Oku

‘‘N'aber?’’ cevapları

17 Mayıs 2003
Topesto ‘‘N'aber, n'apiyon, nasılsın?’’ sorularına genellikle verdiği ‘‘Normal’’ cevabını değiştirdi. Bir yerde okumuş çok hoşuna gitmiş, şu sıralar ‘‘Nasılsın?’’ diyene ‘‘Uzun boylu, kahverengi gözlüyüm’’ diye cevap veriyor. Bir ara da hava durumuna takmıştı. Soruyorsun, ‘‘N'aber?’’, cevap geliyor ‘‘Güneşliyim... Parçalı bulutluyum... Yağabilirim sağanak şeklinde...’’ Orijinal ya eleman...

Cumartesi evde huzur içinde bir şeyler okurken aradı ‘‘Bir şey yapacak mıyız bugün?’’ diye.

‘‘Benden bugün cacık olmaz. Evde oturacağım, kendime müzik yapacağım, kitap okuyacağım. Eğer keyfim bir sürpriz yapıp 'Usta ben burdayım' diye çıkagelirse, ararım seni’’ dedim.

‘‘Ben sıkıldım oturmaktan, sinemaya filan da mı gitmeyiz?’’ dedi.

‘‘Matrix başlasa giderdim. Haftaya geliyor o (Bu arada dün başladı di mi? Gidilecek tabii...) X2'ye zaten gittik. Bana bulaşma abi sen, kafana göre takıl. Ben bir Bill Withers şarkısı kıvamına gelene kadar yayılayım’’ dedim.

Fakat genç ısrarlı... ‘‘Bak’’ dedim ve devam ettim, ‘‘İstiyorsan, bana bulaşmadan oturacaksan çık gel...’’

Tabii ki çıktı geldi.

İlk 1 saat filan öyle hayalet gibi takıldı. Tex okudu, paraya kıyıp aldığım ‘‘30 Days of Night’’ adlı şaheseri okudu...

Sonra ufaktan bulaşmaya başladı: ‘‘Buzlu çay hayatta çok iyi bir şey di mi? Sen de seviyordun di mi?.. Riko burada olsa, bir kişi daha çağırıp kağıt oynardık di mi?.. Pizzanın üstündeki mısırları sen de yemiyorsun di mi?.. Ben kuşlara mısır da vermeye başladım, iyi di mi?... Galatasaray şimdi şampiyon olamıyor di mi?..’’

‘‘Di ustacım di... Yahu burada olsa dediğin adam Londra'da, bu biiir. Pizzada mısır sevmediğim için, sipariş sırasında mısırsız olmasını istiyorum, etti ikiii. Cimbom kadar başına taş düşsün, üüüüüç!’’

‘‘Ne kızıyorsun ya, iki satır muhabbet etmeye geldik...’’

‘‘Hayır abi muhabbete gelmedin. Bantı başa sarıp dinleyelim istersen. Amış keyifsizlik ırmaklarında akıyordum, sen aradın, ben de 'Bulaşmayacaksan gel' dedim... Sen telefon konuşmamızdan 'Gel buzlu çay tartışalım' gibi bir şey hatırlıyor musun?’’ dedim.

Bu çıkış biraz püskürttü. Ama bu sefer de üzüldüm elemana zor zor çıkıştım diye.

Ben böyle kendi kendime ‘‘Alçaklık ettim lan arkadaşıma’’ diye düşünürken ‘‘Sence Riko, Homer Simpson'a benzemiyor mu? Benziyor di mi?’’ dedi.

‘‘Kalk allahın bir cezası... Yola vuralım bari kendimizi...’’ dedim.

Tünel'e doğru yürürken Riko aradı. İngiltere başbakanının karısı Cherry Blair üzerine küçük fakat yıkıcı bir konuşma yaptık. Güldük.

Bunları niye anlattım peki ben?

Hiç, dedim ya, sıkılıyordum; sizi bulmuşken size bunları anlatayım dedim.

Haydi görüşürüz sonra.

Thin Lizzy, Hawkwind, Yes, Blue Öyster Cult


Başlıktaki isimler, Linkin Park kuşağı için çok mana ifade etmeyebilir. Fakat, benim yaşıtlarım ve yaş olarak komşularımızdan rock müziğe meraklı olanlar ‘‘Ne o abi, ruh çağırma seansı mı yaptın?’’ diyebilirler.

Yok, yapmadım. Hem zaten Thin Lizzy'nin güzel abisi Phil Lynott'ın dışında ölen yok bildiğim kadarıyla bu toplulukların elemanlarından.

‘‘Bayram değil seyran değil, eniştem niye 70'lerin rock alemine daldı’’ denilecek haklı olarak.

Açıklayayım. Büyük Britanya'nın hala en güzel müzik dergisi olan Q Magazine'in son sayısını karıştırıyorum.

Röportajlar filan gayet güzel. Sonra İngiltere'de yaşamamama rağmen her seferinde yaptığım şeyi yapıyorum ve konser ilanlarına bakıyorum.

İçimde Glastonbury Festival'e bir kez daha gitme umudunu yaşatıyorum. Glastonbury'de kimler çalacak netleşmiş değil. Fakat niyeti ve imkanı olanlara şimdiden 16-17 Ağustos'ta yapılacak olan V Festival'i hararetle tavsiye ederim.

Red Hot Chili Peppers, Coldplay, Foo Fighters, PJ Harvey, The Hives ve hala çok sevdiğim Echo & The Bunnymen filan var. Ekip geniş de bu kadarını yazıyorum.

Ben böyle hayal aleminde ilanlara bakarken Thin Lizzy logosu dikkatimi çekti. ‘‘Phil Lynott mezarından kalkıp gelmiş olamaz di mi?’’ dedikten sonra kadroya baktım: John Sykes, Scott Gorham, Michael Lee, Gary Liedeman...

Sonra bu ilanın biraz üstünde Blue Öyster Cult'ı gördüm. Aaa, yanında da Yes'in ilanı var. Daha dikkatli bakınca Hawkwind'i de gördüm.

Deep Purple'ı İstanbul'da iki kez dinledim. Jethro Tull'ı da. Güzel konserlerdi ama haliyle babaların gençlik gidince performans da düşüyor.

Kendime ‘‘2003 senesinde Blue Öyster Cult konserine gider miydin?’’ diye sordum.

Net bir cevap alamadım ama galiba bir ses ‘‘Başka bir şey yok mu?’’ dedi. Vefalı bilirdim kendimi oysa...

17 Mayıs 2000


O gün, o belki de yaşadığım en güzel gün, Kopenhag'daki Parken Stadium'daki şanslı insanlardan biriydim.

Kupayı, UEFA Kupası'nı alıp dönmüştük Türkiye'ye.

3 yıl geçmiş. Galatasaray Dergisi son sayısında çok güzel bir UEFA Kupası özel bölümü hazırladı.

Yazıya oturmadan önce okudum ve tekrar yaşadım o seneyi ve o günü.

Milan'ı yenerek döndüğümüz UEFA Kupası macerası: Bologna, Borussia Dortmund, Real Mallorca, Leeds United, Arsenal...

Bugün statlarda o kupayı alanlara küfür edenlerin de bir kez olsun o yazıyı okumasını, hatırlamasını isterdim o seneyi.

Her neyse... Bugün mühim bir gün Galatasaraylılar. Bence kutlamak gerek.

Ne demişti Gheorghe Hagi final maçından sonra: ‘‘Başka bir şey yok kardeşim. En büyük Galatasaray. Başka bir şey yok...’’

Serin ve buğulu bir festival


Bünyeye Yaz gelecek: Tek dünya, tek kalp, tek vuruş ve kendi bütünlüğü dahilinde, bütün her şey: Tabiat, kalabalık, canlı müzik, dans, temas, heyecan, parti, özgürlük, eşitlik, huzur ve barış... 13-14 Haziran geceleri Park Orman'da binlerce kişinin katılacağı iki büyük konser düzenleniyor.

Yaza, soğukluğunca buğulu bir şişman bardak bira tadında festival gerektiğini hesaba katan Efes Pilsen, 13-14 Haziran geceleri, dünyanın tüm seslerini Park Orman'da bir araya getirmeyi planlıyor. Bu yıl ikinci yaşını kutlayan ‘‘Efes Pilsen One Love Festival’’ geçtiğimiz yaz, ‘‘Müzik motive eder,’’ düşüncesinden yola çıkıp, konserleri zincire bağlamış, 10 bin kişinin katıldığı bir yaz şenliği organize etmişti.

Bu sene ‘‘Niyet olsun, katılım büyüsün’’ hesabı gereği iki geceye yayılan festival, ilk gece One World / Tek Dünya adı altında dünya müziklerine kucak açarken, One Beat / Tek Vuruş isimli ikinci gece, dans müziği ve elektronikanın çağdaş ikonlarını ağırlayacak.

Festivalin bombası Moby'nin yıldızı, 14 Haziran Cumartesi tam geceyarısı parlayacak. Modern müziğin olgun doğmuş ikonu Moby, son zamanların en barışçıl, özgürlükçü ve hoşgörülü sahnesini sunarken, müzikal anlamda iç bütünlüğü yakalamış, dans müziğinden Punk Rock'a, Blues'dan elektronikaya tüm modern müzik türlerini denemiş ve konu yaratıcılıksa, algının kapılarını zorlamış, müzikal olduğu kadar lirik bir ozan. 13 Haziran'daki ‘‘One World’’ gecesi, festivalin tropikal atmosferli, bol danslı, maymun kıvraklığındaki, neşeli kıvrak bölümü. Güçlü davullarıyla Brezilyalı grup Olodum, salsanın Kolombiya'dan parlak sesi Yuri Buenaventura ve İngiliz acid-jazz efsanesi Soul II Soul Sound System ile, ilk geceye yakışır, ‘‘dingin’’ bir ortam hedefliyor.

14 Haziran'daki ‘‘One Beat’’ gecesi ise daha çok yeni nesil elektronik dans müziği hoplayıcılarına hitap eden ve sıkı kulüp kültürü takipçilerini yüreğinin kabininden yakalamayı uman, dartçı tabiriyle; ‘‘Bullseye / Öküz gözü’’ bir ok atıyor. Bol yıldızlı olması umulan ve bu konuda sıkı çalışılan gece, Moby'nin yanı sıra house-techno'nun parlak ekürisi İngiliz Futureshock ile funky elektronika'nın Kuzeyli akrabası İzlandalı Gus Gus'ı konuk edecek. Kapılar saat 19.00'da açılacak ve gün doğarken kapanacak. Biletler, 13 Haziran Cuma akşamı 25 milyon, 14 Haziran Cumartesi gecesiyse, 35 milyon liradan satılacak. Tüm Biletix gişelerinden, Biletix Çağrı Merkezi'nden ((0216) 454 15 55), www.biletix.com internet sitesinden ve Babylon Ana Gişe'den satışa sunuluyor.
Yazının Devamını Oku

Tek seks kanunu tanırım: Murphy'nin Seks Kanunları

16 Mayıs 2003
AÇIK konuşmak gerekirse, ‘‘İşte yeni seks cezaları’’ başlığını görünce, ‘‘Yahu n'oluyor yine?’’ diye geçirdim içimden. Seksle ilgili kanunlar konusunda sadece Murphy'nin Seks Kanunları'na hakim biri olarak (Örnek: Komşunu Sev Ama Yakalanma) ilgilendim tabii.

Haberi özetlemek gerekirse; olan sadece tesis yetersizliği yüzünden yıllardır sürünen ve alternatif tesis arayışı sırasında önceliği otomobile verenlere olacak anlaşılan.

İlk bakışta ‘‘eğlenceli’’ gibi gözüken haberi okurken, aslında ne kadar trajik bir durumla karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz.

Otomobilde sevişenler 1-3 yıl ceza alacak ama eşle zorla ilişki kurmaya yani evlilik içi tecavüze yine ceza yok.

Veya 18 yaşını geçmiş kimselere tecavüz edenler, mağdur şikayette bulunmazsa ceza almayacak.

Türkiye gibi tecavüze uğrayan kişinin bir şekilde ‘‘suçlu’’ görülerek bir kez daha taciz edildiği bir ülkede, zaten çoğu mağdur ‘‘Ben tecavüze uğradım’’ diye ortaya çıkamıyor.

Çıkarsa da vay haline zaten.

Bu kıymetli fikrime itiraz edecek olanlara şimdiden bu durumu bir kara-mizah şaheseri olarak sunan Arabesk filminde Müjde Ar'ın başına gelenleri hatırlatırım ona göre...

Seyredenler seyretmeyenlere anlatıversin bir zahmet; şimdi film anlatmayayım bir de.

***

Seks konusunda bir Serdar Turgut kadar olmasa da (Özledim abi, hürmetler) okumuş bir insan sayılırım.

İnsanlık tarihi kadar eski (Lafa bak şimdi, seks olmasa insanlık olur muydu ki tarihi olsun pöh!) bir meseleyi otomobilde sekse cezaya indirebilmek sadece güzel memleketimizde mümkün olabilirdi.

Mesela Asurlular mizaç itibarıyla biraz sert insanlarmış. Mesela onların kanunlarında şöyle birşeye rastladım: ‘‘Eğer bir adam, başka bir adamın karısını öperse, alt dudağı bıçakla kesile!’’

Seksle ilgili konular arasında hakkında en çok ceza üretileni mastürbasyon olmuş (Serdar abi, yine kulakların çınlasın.)

Yahudiler tarihte mastürbasyon yapana ölüm cezası verecek kadar ileri götürmüşler işi. Eski Yunan ve Roma kültürlerinde ve enteresan ama ABD’de bir dönem resmen yasakmış.

Eski Yunan ve Roma eserlerinde çok affedersiniz, leylekle temsili seks figürleri görmüş birinin, mastürbasyonun yasak oluşuna inanması tabii ki biraz zor oluyor.

ABD'de bir grup muhafazakar, mastürbasyona ülke çapında savaş açılması fikrini halen savunuyor. İnternet sitelerine girip baktığımda ‘‘Kafayı yemişler toptan’’ demiştim.

Bu arkadaşlar, mastürbasyonun ABD'nin en önemli sağlık meselesi olduğunu savunuyor ciddi ciddi. Ben hálá bu sitenin bir mizah sitesi olduğuna inanmak istiyorum ama çok ciddi gözüküyor gerçekten.

Mastürbasyon yüzünden üretim gücünün yüzde 5 civarında düştüğünü öne sürüyorlar mesela. Nasıl hesapladıklarını bilemem ama daha komiği buna ciddi ciddi inanmaları.

Bu arkadaşların kafayı ne derece sıyırdıklarını anlamanız için mastürbasyonla mücadele önerilerinden birkaç tane seçme yapayım:

Victoria's secret katalogları da dahil olmak üzere bütün açık saçık yayınlar yasaklansın.

Polis eğitilmiş köpekler aracılığıyla düzenli kontroller yapsın. (Eee, enteresan tabii)

Marketler bütün sebze ve meyveleri dilimleyerek satsın.

***

Yasak konusunda daha ileri gitmiş bir grup daha bulunduğunu söylesem inanır mısınız?

Bence inanın. Yine Amerika'da bir grup, uzun yıllar hayvanların çıplak gezmemeleri için kampanya yürütmüş.

Society For Indecency to Naked Animals adlı bu grup, köpeklere külot, ineklere sutyen takılması gerektiğine inanıyor.

İyiymiş di mi?

İyiymiş bence.
Yazının Devamını Oku

6 ay Pink Floyd dinlemek

10 Mayıs 2003
ARKADAŞLAR, bugün size mucizevi bir olaydan bahsetmek istiyorum. Ama önce bir soru: ‘‘Ne kadar süreyle Pink Floyd dinleyebilirsiniz?’’ Yani tamam, arada bir sevdiğiniz albümü koyarak ömür boyu da yaşayabilirsiniz. Ama benim bahsettiğim, uyku, tuvalet, yemek gibi zamanları düştükten sonra kalan zamanın tümünde Pink Floyd dinlemek...

Mesela ben size bu işi 6 ay süreyle yapan birini tanıyorum desem, ne cevap verirsiniz. Bana böyle birinden bahsetseler cevabım herhalde ‘‘Hangi sanatoryumda yatıyor arkadaş?’’ olurdu.

Fakat var böyle biri ve ben de gayet iyi tanıyorum.

Hürriyet'in hafta sonu gazetelerini ve Tarih ekini yapan, aynı zamanda müzik sayfalarını da hazırlayan Sanlı Ergin, abartmıyorum 6 ay süreyle Pink Floyd dinledi.

Normalde bir insan bu sürenin sonunda demin de dediğim gibi ya tıbbi müdahaleyle topluma kazandırılabilir ya da hırkasını asasını filan alıp dağlara vurur kendini di mi?

Yok! Sanlı bu sürenin sonunda, Babylon'da Pink Floyd gecesi yaptı. Zaten 6 aylık Pink Floyd rejimi uygulamasının sebebi de buydu.

Ben yanına uğradığım anlarda bile fenalaşıyordum ama o ne çelik iradeymiş ki, dayandı bu duruma.

Bu arada hemen belirteyim. Meselenin Pink Floyd'la çok alakası yok. Yani 6 ay süreyle kimi dinlersen dinle ruh halin yağda fazla bekletilmiş paçanga böreği kıvamına gelir.

Bu 6 aylık süreçte, 5'inci kat ekibi olarak biz de zorlandık açıkçası. Çünkü sayfalar adamın odasında yapılıyor. Giriyorsun Pink Floyd, çıkıyorsun Pink Floyd.

Haydi ben iki dakika geyik yapıp çıkıyorum. Ya zavallı editörlere ne demeli. Bir bölümü üçüncü ayın sonunda başladıkları müsekkin takviyesiyle tamamlayabildi bu süreci.

Bir arkadaşımız, gecenin bir vakti ‘‘Ben bir tuğlayım. Evet evet, ben sadece duvarda bir tuğlayım’’ diye nöbet geçirdi hatta.

Hemen tuvalete yolladık tabii; yüzünü yıkasın da biraz açılsın diye.

Gecenin dj'i arkadaşım olmasa, normal şartlarda beni bir Pink Floyd partisinin (Veya Depeche Mode, Nick Cave, İsmail Türüt... sayın işte aklınıza kim geliyorsa) 5 kilometre yakınından bile geçiremezsiniz.

Fakat gittik tabii partiye.

Ben boş olur diye düşünüyordum. Fakat içeriye tanıdıkları aracı yaparak filan girebildim. Bu arada ‘Fenalaşan olur diye bir çuval soğan alıp, yarım yarım kestirmiştim. Onu getirdim ben aslında’ gibi kötü bir espri yaptım girişte ama anlamadılar.

Biletler tükenmiş. Kalabalık konusunda fikriniz olsun diye söylüyorum; gelenler arasında Prof. Dr. Osman Müftüoğlu bile vardı.

Hatta bir arkadaşımız ‘‘Ben şimdi gidip özel bir detoks programı sorayım mı?’’ dedi, diğer bir arkadaş sektirmeden çaktı voleyi: ‘‘Oğlum seni detoks programı kesmez, belediyeden vidanjör iste.’’

Bu arada kitle Pink Floyd'a tamamen hakim. Sanlı bir ara, değişiklik olsun diye Pink Floyd yerine Roger Waters'ın solo albümünden bir parça koyunca halk ‘‘Biz Pink Floyd için gelmiştik’’ diye hafif yollu tepki bile göstermiş. Pes vallahi!

Neticede ‘‘Ayıp olmasın 10 dakika uğrayalım’’ diye takıldığımız partide 2 saat durduk.

Şimdi beni yeni partinin korkusu sardı. N'olur Gary Moore gecesi olmasın, n'olur Moody Blues gecesi olmasın, n'olur Meat Loaf gecesi olmasın, n’olur...

Bonnie & Clyde'ı kaçırma vatandaş


BİR süre önce CNBC-E'de ‘‘Pink Flamingos’’un oynayacağını, kült mertebesine erişmiş bu tuhaf filmi midesi sağlam olmayanların seyretmemesi gerektiğini yazmıştım.

Kanal, tabii anlaşılır nedenlerden dolayı filmi makas darbeleriyle bir kuş formatına soktu ve yayınladı. Bazı okuyucular da ‘‘Eeee, n'oldu usta midem filan bulanmadı benim’’ diye tepki gösterdi.

Şimdi önereceğim filmi herkes seyredebilir. Herkes derken, şiddet filan var filmde, onu söyleyeyim.

CNBC-E önümüzdeki hafta içi süper bir seri yapıyor. Zaten iyi filmler seçiyorlar da, bu hafta hakikaten şık olmuş.

Pazartesi ‘‘Beyond Rangoon’’, salı ‘‘Cadillac Man’’, perşembe Spielberg'in belki de en iyi filmi olan ‘‘The Color Purple’’, cuma gecesi de süper gerilim filmi ‘‘Misery’’ var.

‘‘Çarşamba ne oldu usta? Sel filan almadı inşallah’’ diyenler olacaktır. Onu ayrı tuttum. Çünkü çarşamba gecesi Bonnie and Clyde var.

Size belki daha sonra, Warren Beatty'nin bu filmi çekebilmek için yaptıklarını anlatırım. Çok süper hikayedir. Faye Dunaway daha yıldız adayı...

Müthiş bir film. Kan, ter, gözyaşı. Bir de ‘‘Raindrops Keep Falling On My Head’’ çalıyor tabii.

Kaçırmayın, üzülürsünüz.

Kötü Kitap-İyi Kitap


ERDİL Yaşaroğlu, pek az insana nasip olan, müthiş bir espri gücüne sahip. Tanıtmama, anlatmama gerek yok. Sanırım, herkes biliyor Komikaze'yi. Son olarak Penguen'de takip ediyoruz. Gary Larson'ın ‘‘Far Side’’ını hatırlatan harika karikatürleri arasında bugüne kadar boş olanına rastlamadım.

Hem o kadar üreteceksin, hem de kaliteyi düşürmeyeceksin. Benim anlamama hakikaten imkan yok bu durumu.

Erdil daha önce de karikatürlerini kitapta toplamıştı. Şimdi sekizinci kitabı çıkardı: ‘‘Kötü Kitap.’’

Alın bence ilaç niyetine... En sıkıntılı anlarda bile bir şekilde güldürüyor.

299 tane Erdil karikatürü de güldüremiyorsa, tedavi olmayı düşünün.

Köprü'süz 10 yıl geçmiş


VAY be! Galata Köprüsü yanalı 10 sene olmuş. Hayatımızın bir bölümünü geçirdiğimiz o enteresan mekanın yok olduğuna inanmak bazen hálá zor gelirken, olayın üstünden 10 yıl geçmesi haliyle ağır geliyor. Kemancı Zeki, her yıl eski Köprü için bir anma gecesi düzenliyor. Bu yıl da 16 Mayıs'ta Kemancı'da toplanılacak yani.

Köprü deyince, isteseniz de istemeseniz de o günler geliyor aklınıza. Sorumlulukların az, akılların beş karış havada olduğu o hızlı zamanlar... Bizim kuşağın bohem hayatı o Köprü'de yaşandı desem yeridir. O kadar değişik insan, birbirini o Köprü'nün altında nasıl buldu hálá merak ederim. Boğaz'ın dibini karış karış bilen Dalgıç Kadir de takılırdı, Erkin Koray da. Kafayı Kropotkin'le kırmış teorisyen anarşist bir masada otururdu, görev icabı mekana takıla takıla Led Zeppelin'in hastası olmuş sivil polis diğer masada. Oysa çoğumuz Köprüaltı denildiği zaman aklına önce Kemalettin Tuğcu'nun kitabı gelecek şekilde formatlanmış insanlardık. Annelerimiz, ‘‘Köprüaltı'na takılıp da serseri mi olacaksın?’’ diyerek büyütmüştü bizi. Nispeten doğru bir tespit olduğunu söyleyebilirim bugün. Önceleri, Köprü'ye Eminönü tarafından girince, Haliç'e bakan bölümde, merdivenin altındaki dükkana takılırdık. Zülfü Livaneli, Melike Demirağ, Ruhi Su filan çalardı. Başka şeyler dinleyen çocuklardık biz ama o tuhaf ambiansı seviyorduk. Sonra bir gün Zeki, Kemancı'yı açtı. Kemancı da başta benzer şeyler çalardı. Ama daha sonra arz-talep dengesi gerçekleşti ve Kemancı bir rock bar'a dönüştü.

Piknik tabir edilen ve bira fıçısının üstüne tepsi koymak suretiyle elde edilen masalarda yaşananları anlatsak, Erkin Baba'nın tabiriyle ‘‘Zamanın aklı durur...’’

Köprü yandıktan sonra hiçbirimizin hayatı aynı olmadı. Çok sık düşünürüm, ‘‘Köprü yanmasaydı nasıl gelişirdi hayat’’ diye. Bunu bilmek imkansız. Her neyse... 16 Mayıs'ta Köprü'yü anacağız netice itibariyle. O akşam birbirimize sorarız bu soruyu da. Ya, bu arada ‘‘Eeee, Köprü yine var’’ diyen de çıkacaktır. Orası yeni Köprü, altından akan su da artık başkalarını ilgilendirecek. Karıştırmayalım olur mu güzel kardeşim.
Yazının Devamını Oku

Karizma kabusları

9 Mayıs 2003
KENDİNİZİ bir an için David Beckham'ın yerine koyun. Bütün dünyanın tanıdığı, yetenekli bir futbol yıldızısınız. Doğal olarak çok paranız var. Kötü şarkılarla da olsa şöhreti yakalamış bir pop yıldızıyla evlisiniz. Yediğiniz önünüzde, yemediğiniz ardınızda pozisyonundasınız. Sonra birileri çıkıyor ve sizi ‘‘light erkek’’ seçiyor. Haberi görmüşsünüzdür büyük ihtimal.

David Beckham, kadın dergisi Cosmopolitan'ın Büyük Britanya baskısında en ‘‘light’’ erkek seçilmiş.

Evlerden ırak bir durum tabii. Elemanın karizması yerle yeksan oldu tabii ki. Fakat birader ben mi dedim sana ‘‘Japonya'ya Dünya Kupası finallerine giderken yanına kuaförünü de al’’ diye.

Her maç saç modelini değiştirirsen, adamı light erkek de seçerler, Langa Güzeli de...

***

Beckham'ın başına gelen her delikanlının başına gelmez ama dünyanın binbir türlü işi var.

‘‘Light erkek-taş fırın erkeği’’ muhabbetini bile en alasından ‘‘light erkek’’ hareketi gördüğümüzden o sıkıcı alana girmeyeceğiz. Fakat yaşanmış bir kaç karizma faciası aktarıp, özellikle genç nesillere bir ağbilik yapabiliriz.

SAKIN PATLAMASIZ FİLM SEYRETME: İki sene önce bir arkadaşımız elinde Barbra Streisand'ın ‘‘The Prince of Tides’’ filminin DVD'siyle görülmüştü. ‘‘Ne iş?’’ dediğimizde allak bullak olup ‘‘Eee, yengemin filmini, teyzemin kızına götürüyorum’’ gibi kötü bir yalan söylemişti.

Siz siz olun, içinde patlama olmayan bir film seyretmeyin. Dakika/ölü oranına dikkat edin. Eğer kazara bir Barbra Streisand filmi seyrederseniz, kaza niyetine John Woo'nun Hong Kong döneminde çektiği filmlerden üç taneyi arka arkaya çakın.

Madem Barbra Streisand'a yanaştı gemi, müzikale de değinelim. Müzikal filmleri seyretmek, şarkılarını dinlemek filan sakat şeyler. Gaza gelip ‘‘Singing in the Rain’’i mırıldanmış bir arkadaş, o dakika itibariyle ruhunu temizlemek için bir yıl süren Tom Waits rejimine girmişti. Sonra affettik.

GOL SEVİNCİNİ ABARTMA: Avrupa Kupası maçları, kritik derbiler ve son dakikada gelen galibiyet golleri dışında yapılan abartılı sevinçleri hoş karşılamıyoruz.

Lucescu'nun Galatasaray'daki ilk senesinde Türkiye Kupası'nda Ankara Büyükşehir Belediye ile eşleşmişiz. Maç Ali Sami Yen'de. Ortada bariz bir güç farkı var. Fakat iki sıra önümüzde duran bir arkadaş, her golde yanındakinin boynuna sarılıyor.

Herşeyden önce ayıp. Gazoz bir insan oluyorsun o dakika itibariyle tribünün gözünde. Yapma yani.

KUMANDAYI KAPTIRMA: Uzaktan kumanda dünyanın en mühim icatlarından biri. Her ne kadar 1,5 yıldır televizyonla ilişkimi minimum seviyede tutsam ve manuel kullanılan küçük bir televizyona sahip olsam da, 'kumandalı' yıllarımda tek hakim bendim.

Özellikle kumandayı sevgiliye/eşe kaptıran kişinin, alay sancağını düşman birliğe kaptıran askerden bir farkı bulunduğunu sanmıyorum.

Ama bu arada bir görgü kuralından da bahsetmek gerekiyor. Eğer yakın bir biraderinizin evindeyseniz, kumandaya elinizi dahi uzatmayacaksınız. Çok ayıp olur.

Bu konu uzun fakat yerimiz malum. Yeri gelir yine gireriz. Bu vesileyle bizim de biraz artist bulduğumuz, fakat yine de durumuna üzüldüğümüz Beckham kardeşimize geçmiş olsun diyoruz.

Takma o renkli tokaları filan olur mu arkadaşım...
Yazının Devamını Oku

Küçük bir polaroid dersi

3 Mayıs 2003
KENDİMCE bir klasik haline getirdiğim ‘‘Tahtakale-Sirkeci-Sultanahmet’’ parkurunu yürümek için hava şartlarına pek aldırış etmiyorum. Kar yağışının neredeyse çığ formatında gerçekleştiği günleri saymazsak, yağmur çamur aldırmadan o turu yapıyorum.

Salı günü, güneş ‘‘Abi vallahi bu sefer kandırmıyorum; bütün gün böyle parlayacağım... Güneş sistemi gözü’’ gibilerden ortaya çıktı ya; işte o günün sabahı Topesto aradı.

Ben işi kırmak için zaten bahane arıyorum o dakikalarda. Topesto biraderim ‘‘Hava çok güzel, acaba Sulanahmet...’’ derken ‘‘Aynen güzel insan...’’ cevabını verdim.

Mahalle kahvesinde buluştuk. Karaköy'e kadar yürümek, oradan Sultanahmet'e taksiyle gitmek ve dönüşte de yolun tamamını yürümek üzere anlaştık.

Bir yandan laflıyoruz, bir yandan şuursuzca istediğimiz yere girip çıkarak ilerliyoruz. Bu arada Yapı Kredi'deki ‘‘Sanatçı Defterleri Sergisi'ni bile gezdik. Çok güzeldi tavsiye ederim...

Neyse uzatmayalım... Bankalar Caddesi üzerinden Karaköy'e indik ve bir taksi çevirdik.

‘‘Nereye?’’ dedi, ‘‘Sultanahmet’’ cevabını verdik.

Köprü'yü geçerken ‘‘Dönüşte burada bir soluklanırız, bir bira filan içeriz Köprüaltı'nda’’ dedik. Tam Sirkeci'ye geldik ki otomobil aksıra tıksıra, bohum bohum gibi sesler çıkararak durdu.

Şoför, ‘‘Abi hararet yaptı, ben sizi başka arabaya vereyim’’ dedi. Biz ‘‘Gerek yok, hallederiz’’ dedik ve indik.

Şimdi, mesleğe Cağaloğlu'nda başlamış biri olarak, taksicilerin Sirkeci'den Sultanahmet'e (veya Cağaloğlu'na) çıkmaya pek hevesli olmadıklarını bilirim.

Ama otomobile binmesek, Ankara Caddesi'ni tırmanacağız. Benim için problem yok da, Topesto çok mızmızlanacak...

Bir taksi çevirdik. ‘‘Sultanahmet’’ dedim biraz da 'usta kusura bakma' tonundan ve devam ettim: ‘‘Taksici arkadaşın aracı hararetten kesildi.’’

Yeni şoförümüz, asabi bir insan olduğunun sinyalini o dakika çaktı: ‘‘Sultanahmet deyince hararet yapar bunlar...’’

Buyur burdan yak!.. Bu arada bindiğimiz otomobil tam bir uzman taksici çalışması. Emniyet kemeri Rover, vites kolu BMW... İçeride yok yok. Kapı kilitlerine gümüş efekti verilmiş, koltuklar vinleks filan...

Tam Vilayet'i geçmişken ‘‘Sola mı, düz mü?’’ dedi. Topesto ‘‘Fark etmez’’ diyerek aklınca ortamı yumuşatmaya çalıştı. Şoför dik dik bakınca, ‘‘Eeeee, düz gidelim o zaman’’ dedi.

Eskiden Tay Yayınları'nın bulunduğu noktada indik. Daha doğrusu önce Topesto indi, ben para üstü bekliyorum. Bu arada şoför ‘‘Siz hakikaten salakmışsınız’’ gibilerden suratıma bakarak, ‘‘Ne o, arkadaş geri mi dönecek?’’ dedi.

Ben cümlenin manasını çözmeye çalışırken uzanıp kapıyı sertçe çekti. Meğer Topesto inerken kapıyı kendi haline bırakmış, kapatmadan inmiş...

* * *

Bu sarsıcı yolculuğun etkilerini bir Sultanahmet Köftecisi seansıyla tamamen üzerimizden attık. Lezzetli köftelerin kurbanı olarak, Hipodrom'da bir tur atalım dedik.

Baktık kesmedi, bir tur daha attık. Bu arada Topesto, başlangıç noktasına yaklaştığımız sırada birden koşmaya başladı. ‘‘Ne oldu genç, niye heyecanlandın?’’ dedim.

‘‘Geçtim, ben kazandım oğlum’’ dedi. Sanırsın Veliefendi'de yarışan Arap atıyız...

Sultan Pub'ta oturup birer bir şey içme kararı aldık. Dışarıda oturduk. Ortalık sakin, turistler filan henüz sökün etmemiş. Bu arada Topesto ‘‘Aaa! Vatman aynayı düzeltiyor’’ dedi.

Bir gün içinde yeterince saçma cümle duymuş biri olarak önce dikkate almayayım dedim ama baktım hakikaten vatman ayna düzeltiyor.

Belli bir ray üzerinde gidip gelen tramvay gibi bir aracın aynasını düzeltmek bize komik geldi. Fakat sonra gördük ki; her vatman aynı noktada aynı hareketi tekrarlıyor.

İkimizin zekasını topladığında ancak bir ortalama zeka elde edildiğinden dördüncü seferde filan fark ettik. Oralarda bir çıkıntı, bir ağaç, bir direk var ki, adamlar ayna çarpmasın diye kapatıyor.

Eh, biraz ezik hissettik tabii kendimizi.

Köprüaltı'nda soluklanacağımızdan Mavi Papağan'a veya Gar Birahanesi'ne uğramadık. Direkt Tahtakale'ye daldık. Ben çok güzel bir Türkiye haritası puzzle'ı aldım. Kuzey doğu komşumuz hálá SSCB gözüküyor. Kitsch bir puzzle.

Ne yapacağımı bilmiyorum. Ama zaten Tahtakale'den ne yapacağını bildiğim kaç şey aldım ki bugüne kadar.

Topesto, caminin önüne gelen kuşlara ekmek içi filan veriyor. ‘‘Hazır Mısır Çarşısı civarına gelmişken şunları besin manyağı yapayım’’ dedi ve vitaminli kuş yemi aldı. Var mı öyle bir şey demeyin, gözlerimle gördüm, vitamin katkılısı da varmış...

Tam Köprü'ye yönelecekken, bu manalı günü taçlandırmak için Yeni Cami önünde hatıra fotoğrafı çektirme kararı aldık.

Fotoğrafçı arkadaş iki adet polaroid çekti. Biz tam fotoğrafları sallayacakken de ‘‘Sallamayın abi. Renklerin oturması için 7 dakika beklemeniz lazım’’ dedi.

Biz ukalayız ya ‘‘Olur mu, bu polaroid hep sallanmaz mı kardeşim’’ dedik.

Meğer polaroid fotoğrafçısı, Yeni Cami önünde fotoğraf çekenlere seminer filan veriyormuş. Polaroid-Man bize hadise hakkında kapsamlı sayılabilecek bir ders verdi.

Sonra fark ettik ki; adam haklı. Ben bu kadar parlak polaroid hiç görmemiştim.

Siz siz olun, sallamayın polaroid fotoğraflarınızı, 7 dakika bekleyin. Yaaa, gördünüz mü? Bu yazıdan bile bir kıssadan hisse çıktı. Ne işinize yarar bilmem ama, sallamayacakmışsınız polaroidi öyle. Kimyasal madde eşit dağılmalıymış yüzeye...
Yazının Devamını Oku

Hayatım TRT gibi gözümün önünden geçti

2 Mayıs 2003
İNSANIN ömrünün gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçmesi için illa ölmek gerekmiyormuş demek ki. Dün ajanslardan gelen haberlere bakarken ‘‘TRT 39 yaşında’’ başlıklı haberi okuyunca, bir ‘‘Die Hard’’ serisi çarpıcılığında olmasa da hayatım film gibi gözlerimin önünden aktı gitti.

Yeri gelmişken şunu da belirteyim, gördüğüm filme bazı müdahalelerde bulunmak şart ama şu ana kadar çekilen bölümlere teknik imkansızlıklardan dolayı dokunamıyoruz...

Her neyse... TRT ile aramızda bir yaş farkı var tabii ki. Ama benim şuurumun açıldığı dönemde TRT de toyluğunu üzerinden atmıştı.

Bir şekilde akran sayılabiliriz bu durumda değil mi?...

TRT denildiği anda aklımdan geçenleri sıraladığımda, bugün bir akıl hastanesinde yatmıyor oluşuma hayret ettim.

Bir kafa doktorunun karşısına oturup ‘‘Oyun Treni... Kımıl zararlısı... Muhammed Ali... Regülatör... Yakından bakma televizyona gözlerin bozulacak... Nottingham Forest... Necefli maşrapa... Şeker Kız Candy'ye aşık oldum galiba... JR'ı kim vurdu?.. Önce alışveriş, sonra fiş... Nöööööri!..’’ diye sayıklasam herhalde direkt şok tedavisi yazardı ilaç niyetine di mi?..

* * *

TRT'yle ilgili, daha doğrusu dönemin şartları düşünülürse televizyonla ilgili ilk hatırladığım şey; yanılmıyorsam babamın anten denen bir şeye karşı giriştiği mücadeleydi.

Sonra eve toplanan komşuları hatırlıyorum ve direkt 50'nci Yıl Marşı'na atlıyor zihnim...

Cumhuriyet'in 50'nci yılı için yazılan ve ‘‘Müjdeler var yurdumun toprağına taşına...’’ diye başlayan marşı kendimce yorumlayarak söylemeyi çok seviyordum.

Fakat bu konuda evde manasız bir rekabet vardı. Ben en küçüktüm ve evdeki büyükler doğal olarak benden daha fazla hakimdi marşa. Sürekli beni düzeltmeye çalışırlardı.

Ben de nedense bu duruma bozulur ve hep tek başıma söylemek isterdim. Yani, buyrun bakalım burada yazılarını okuduğunuz adamın hayatında hırs yaptığı ilk ana... Pişmanlık duyuyorsanız vazgeçebilirsiniz şu an itibariyle.

Televizyon yayınları çok kısa sürüyordu o zamanlar. Ve program üç aşağı beş yukarı hep aynı olurdu. Açılış, bir şeyler bir şeyler ve Güne Bakış'ı takiben kapanış.

Yayın bittiği anda ekrana çıkan görüntü ve sinyal sesini hálá net olarak hatırlayabiliyorum.

Bu arada, televizyonun o yıllardaki bütün sıkıcılığına rağmen görüp görebileceğimiz en güzel dizileri de TRT sayesinde seyrettik.

Şimdi seyretsek tabii ki aynı tadı vermez ama hepsinin kalbimizdeki yeri ayrıdır...

Çizgi filmler de sayıları az olduğu için çok kıymetliydi. Bu arada çizgi filmlerin tek hastası biz çocuklar değildik. Mesela rahmetli anneannem Heidi'yi çok severdi.

Hatta bu sevgisinin neticesinde, evinin tül perdelerini Heidi ve Peter desenli tüllerle değiştirerek bütün sülaleyi dumura uğratmıştı.

TRT'nin bir de o dönemki sansürü çok meşhurdu. Mesela bana o yıllarda biri çıkıp ‘‘Öpüşmek nedir?’’ diye sorsa; ‘‘Kadın ve erkeğin gözlerini kapatarak birbirlerine yaklaştıkları anda kameranın dönerek börtü böceğe odaklanmasıdır örtmenim’’ cevabını verirdim.

Hatta hiç unutmam bir defasında, nasıl olduysa TRT bir dizide kadın başrol oyuncusunun (Diana mıydı adı acaba?) poposunun gözüktüğü sahneyi makaslamayı unutmuştu. Abartmıyorum ertesi gün bütün Türkiye bu sahneyi konuşmuştu.

Bir de, şimdi tuhaf geliyor bizden sonraki kuşaklara ama televizyon hem tek kanallıydı hem de siyah-beyaz yayın yapıyordu. Evdeki televizyonda 5 kanal düğmesi bulunması da gayet ironik bir hal alıyordu bu durum karşısında.

Yurtdışında yaşayan akrabalarımızın yolladıkları kataloglardaki renkli televizyon reklamlarına çok özenirdim. O şerefsizler de sürekli kızılderili-kovboy filmlerinin görüntülerini kullanırlardı; böyle renkli renkli...

TRT'nin yayınladığı Türk filmlerinin aynı hafta Gırgır'da çıkan (İsmet Çelik yazardı) yorumlarını okumak en büyük eğlencemizdi. Ne komik yazılardı onlar, hatırlıyor musunuz?..

Neyse, bu TRT konusu bitmez. Ruhumuzun formatlanması esnasında, iyi veya kötü büyük emekleri olan TRT'ye bu vesileyle bir kez daha teşekkürler. 39'uncu yaşı da kutlu olsun...
Yazının Devamını Oku

Hepiniz çaktınız 80 model sınavda

26 Nisan 2003
GEÇEN hafta verdiğim ödevin tamamını doğru cevaplayan maalesef çıkmadı. Gayet iyi yarışmacılar vardı ama mutlaka bir yerde çuvallamışsınız hepiniz. Hata bende ama, kabul ediyorum. Bazıları kazıktı. Özal'ın papağanı Cabbar'ı herkes hatırlar sanıyordum mesela, umduğumdan az cevap geldi ona.

Stadyum faciasına Sheffield cevabı çok gelmiş. Ama o facia Hillsborough Faciası diye biliniyor, üzgünüm...

'Soluk benizli caponumsu' Shogun'un başrol oyuncusu Richard Chamberlain idi. Ama bir okur John Rhys-Davies demiş. Doğru, Davies de Vasco Rodrigues rolünde oynadı o dizide ama başrol deyince Richard abimiz tek geliyor...

Live Aid sorusunda Phil Collins doğru cevaptı. Paul Young ise Philadelphia ayağında sahneye çıkmadığı için doğru kabul edemedim sevgili kardeşim.

Toplulukların ismini tamamlama hadisesinde, soruyu sorarken benim aklımda Tight Fit vardı. Ama başka cevap yollayanları da -eğer öyle bir topluluk var ise- doğru kabul ettim. Tight Kardeşler ve Elektrotlar diye bir grup yok. İyi denemeydi ama olmadı güzel kardeşim! Bu arada Tight But Loose, benim bildiğim Led Zeppelin'dir...

Mike Hammer'ı Stacey Keach oynamıştı. Bir yarışmacı arkadaş, Rob Estes diyerek uyanıklık yapmaya kalkmış. Doğru, Rob Estes de Mike Hammer'ı oynadı ama 1994'teki filmde. Bizim testimiz hangi yıllarla ilgiliydi? Eveeet, 1980'ler.

Dokuzuncu soruyu herkes bilmiş. Ama bir okuru burada ayırmak istiyorum. İznini almadan ismini vermeyeyim. Ama bu arkadaş, söz konusu topluluk elemanlarının kendisine yolladıkları imzalı fotoğrafı ve mektubu da yollamış. Takdir ettim. Bravo vallahi!

Bazı okurlar soruları çok kazık bulduklarını söylüyor. Seyreltilmiş bir test daha hazırlarım söz.

Bir arkadaş 50 soruluk ve benim de daha önce gördüğüm çok eğlenceli bir test yollamış.

Test güzel olmasına çok güzel ama buradaki yerim yetmez benim ona. Hem biraz bilinen bir şey o...

Yine de oradan bir soru almadan edemedim eğlence niyetine. Cevap şıklarına bayılıyorum ya!..

‘‘Batı/Hafif/Müziği/Sözlü/Türkçe.

Yukarıdaki kelimelerle 80'lere dair anlamlı bir söz grubu oluşturunuz?

a) Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği

b) Sözlü Batı Hafif Türkçe Müziği

c) Batı Sözlü Hafif Türkçe Müziği

d) Hafif Sözlü Türkçe Batı Müziği

e) Müziği Türkçe Sözlü Hafif Batı.


TEST ANAHTARI

1) Turgut Özal'ın papağanının adı neydi?

CEVAP: Cabbar.

2- İngiltere'de 1989'da büyük bir stadyum faciası yaşanmıştı. Hangi stattı bu? (Heysel diye atlamayın, İngiltere'de diyorum...)

CEVAP Hillsborough. Liverpool - Nottingham Forest maçı.

3- 1982'nin gol kralı Paolo Rossi, 1985'te hangi kulüple Avrupa Kupası kazanmıştı?

CEVAP: Juventus

4- Sigourney Weaver'ın ‘‘Yaratık’’taki adı neydi? (Aslında Sigourney Weaver'ın asıl adını sorup süründürmek de var ama kıyamıyorum o kadar...)

CEVAP: Ripley'i yeterli kabul ettim.

5- Shogun'da başrolde kim oynuyordu? (Ayağınız alışsın diye kolay soru da soruyorum bakın.)

CEVAP: Richard Chamberlain.

6- Baba Bush, ne zaman ABD Başkanı seçilmişti?

CEVAP: 1988

7- Live Aid'in senesini hatırlıyor musunuz? Bir de o konserlerde hem Amerika'da hem de İngiltere'de çalan müzisyenlerden birinin adını rica edeyim?

CEVAP: 1985. Phil Collins

8- Şu üç topluluğun adını tamamlayınız.

a) Adam and the...

b) Dead or...

c) Tight...

CEVAP: a) Ants b) Alive c) Fit

9- Eurovision'da 1984 senesinde ‘‘Diggi-hoo Diggi-hey’’ diye tuhaf bir şarkı vardı. Hangi ülke adına yarışmıştı bu enteresan şarkı?

CEVAP: İsveç.

10- Mike Hammer'ı televizyon dizisinde canlandıran oyuncunun adını alayım lütfen...

CEVAP: Stacey Keach

11- Tanju Çolak, 1985-1986 sezonunda kaç gol atarak gol kralı olmuştu?

CEVAP: 33 gol (Samsunspor)

12- Bir Eurovision sorusu daha soralım, bitsin: Halley'in müziği Melih Kibar'a aitti. Sözleri kim yazmıştı peki?

CEVAP: İlhan İrem
Yazının Devamını Oku